Ahmet Midhat Elmacı, Muhammet Irfan Donmez
\r\n AMAÇ
\r\n\r\n Bu çalışmanın amacı ilk işeme sistoüretrografisi (İSUG) normal olup ikinci bir işeme sistografisine gerek duyulan hastalarda dilate vezikoüreteral reflü (VUR) tanısına işaret edebilecek faktörleri tanımlamaktır.
\r\n\r\n MATERYAL VE METOT
\r\n\r\n Hastanemizde takipli hastalardan 2012 – 2017 yılları arasında işeme sistouretrografisi çekilmiş olanlar geriye dönük olarak tarandı. Birden fazla İSUG çekilen hastalar belirlendi. Bu hastalar içinden ilk İSUG sonucu normal olup da takipte tekrar İSUG çekilen hastalar çalışmaya dahil edildi. İlk İSUG sonucu normal olmayanlar (vezikoüreteral reflü, posterior uretral valv, divertikül vb.) dışlandı. Dahil edilen gruptaki hastalar yaş, cinsiyet, alt üriner sistem bozukluğu (AÜSB), renal skar varlığı, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığı, anormal ultrasonografi bulguları (mesane anormallikleri, hidronefroz) ve teknik problem faktörleri (işeme fazı yokluğu vb.) açısından değerlendirildi. İkinci İSUG çekilmesini işaret eden faktörü belirlemek için Mann-Whitney U (sürekli veriler için) ve ki kare (kategorik veriler için) kullanıldı.
\r\n\r\n BULGULAR
\r\n\r\n Çalışmamızda toplamda 25 hastaya ikinci kez İSUG yapıldığı saptandı (19 kız, 6 erkek; ortalama yaş 6 ± 3 yıl). İki İSUG arasında gecen medyan zaman 12 ay (1-72 ay) olarak bulundu. Hastaların 11’inde ikinci İSUG’da VUR saptanırken bunların 7 tanesi (%28) dilate VUR (≥ grade 3) idi. Ayrıca bu 7 hastanın 6’sinda VUR çift taraflıydı. Bakılan faktörler arasından yalnızca tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu dilate VUR saptanması açısından anlamlıydı (p=0,049). Teknik problemlere bağlı ikinci İSUG çekilmiş olan hastaların hiçbirinde VUR saptanmadı.
\r\n\r\n SONUÇ
\r\n\r\n İlk İSUG sonucu normal olmasına rağmen ikinci ISUG çekilmesi gereken vakaların %28’inde dilate VUR saptanabilmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu, dilate vezikoüreteral reflüyü işaret edebilecek tek faktör olarak bulunmuştur. İlk İSUG sonucu normal bulunan hastalarda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığında tekrar İSUG çekilmesi önerilmektedir.
\r\n\r\n PURPOSE
\r\n The aim of this study is to analyze if there were any factors that would indicate the diagnosis of dilating vesicoureteric reflux (VUR) (≥ grade 3) in the second voiding cystourethrogam (VCUG) of children with a normal first VCUG.
\r\n MATERIAL AND METHODS
\r\n Patients who underwent VCUG between 2012 and 2017 were retrospectively reviewed. Within the cohort, patients who required more than one VCUG were abstracted and those with an abnormal first VCUG (VUR, posterior urethral valve, etc.) were excluded. Factors such as; age, gender, lower urinary tract dysfunction (LUTD), renal scarring, recurrent urinary tract infection, abnormal ultrasonography findings (bladder abnormalities/variable degrees of hydronephrosis), and technical problems (absence of voiding phase) were noted. Mann-Whitney U test was used for continuous variables whereas Chi Square test was used for categorical values.
\r\n RESULTS
\r\n A total of 25 patients were found to have undergone more than 1 VCUG (19 girls, 6 boys; mean age 6 ± 3 years). Median time period between the two VCUGs were 12 months (range 1 – 72 months). VUR was detected in 11 patients, while dilating VUR was discovered in 7 patients. Among those, 6 patients were diagnosed with bilateral VUR. Recurrent UTI was found to be the only factor that would indicate dilating VUR in the second VCUG (p=0,049). Interestingly, no VUR was detected in cases that were performed after a first VCUG with inadequate technique.
\r\n
\r\n CONCLUSION
\r\n Recurrent UTI was shown to be the sole factor that would indicate the diagnosis of dilating VUR in the second VCUG. In our study, 28% patients with a normal first VCUG were shown to have dilating VUR in the second study. Therefore, in recurrent febrile UTI, second VCUG should be considered in patients with a normal previous imaging.
\r\n
Muhammet Emin Naldan, Ali Karayağmurlu, Murat Yayık, Muhammet Ali Arı
\r\n ÖZET
\r\n
\r\n Amaç: Bu çalışmada ameliyathanede çalışan sağlık personellerinin tükenmişlik, mesleki doyum , depresyon belirti düzeylerini ve bunları etkileyen sosyodemografik özellikleribelirlemek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Araştırmanın örneklemini, Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ameliyathanesinde çalışan anestezi doktoru, cerrahi hemşire, anestezi teknisyeni olmak üzere toplam 230 kişi oluşturmuştur.Çalışmada, Sosyodemografik Veri Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği( MTÖ), Minnesota Doyum Ölçeği (MDÖ)ve Beck Depresyon Envanterini (BDE) doldurmaları katılımcılardan istendi.
\r\n
\r\n Bulgular: Haftada 60 saatin üzerinde çalışan ameliyathane personelinde Duygusal Tükenme(DT), Duyarsızlaşma (D)ve Beck Depresyon Envanteri (BDE) puanları anlamlı biçimde daha yüksek, Kişisel Başarı(KB) puanları düşüktü.(p<0.05 )Üniversite hastanesinde çalışanların DT,BDE ve D puanları anlamlı derecede yüksek bulundu.(p<0.05 )Doktorların DT ve D puanları, yüksek bulundu. ( p<0.05) Çalışanların BDE ile MDÖ ve KB ölçek puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkinin olduğu; DT ve D alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulundu.(p<0.05 )
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Hastalara etkili, doğru ve hızlı müdahale gerektiren yoğun iş baskısı altındaki bir birim olan ameliyathane çalışanlarının ruh sağlıklarını ve çalışma koşullarını değerlendirip, çalışanların iş baskısı ve yükünü azaltmak, ruh sağlığını koruyarak işlevselliğini artırarak hizmet kalitesinin artması açısından faydalı olacaktır.
\r\n
\r\n ABSTRACT
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Aim : In this study, it was aimed to determine burnout, occupational satisfaction, depression symptom levels and sociodemographic characteristics affecting health personnel working in the operating room.
\r\n
\r\n Patients and Methods:The sample of the study consisted of a total of 230 people, including an anesthesiologist, a surgical nurse and an anesthesia technician working in the Erzurum Regional Training and Research Hospital and Atatürk University Medical Faculty Hospital. In the study, the Sociodemographic Data Form, Maslach Burnout Inventory , Minnesota Satisfaction Scale and Beck Depression Inventory were requested from participants
\r\n
\r\n Results:Emotional Exhaustion , Desensitization and Beck Depression Inventory scores were significantly higher and Personal Achievement scores were lower in operating room personnel working more than 60 hours a week (p <0.05). Desensitization scores were found to be significantly higher (p <0.05). Doctors' Emotional Exhaustion and Desensitization scores were high. (p <0.05). There was a significant negative correlation between the Beck Depression Inventory and the Minnesota Satisfaction Scale and Personal Achievement scale scores of the employees; There was a significant positive correlation between the mean scores of the Emotional Exhaustion and Desensitization subscales (p <0.05)
\r\n
\r\n Conclusion:The operating room, which is a unit under intensive work pressure that requires effective, accurate and rapid intervention, will be useful in evaluating the mental health and working conditions of employees, reducing the work pressure and burden of employees and increasing the quality of service by increasing mental health and functioning.
\r\n
\r\n
\r\n
Sıddıka Fındık, Nazlı Türk, Selman Belviranlı, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Mehmet Uyar
Amaç: Konjonktiva; çeşitli neoplastik yada nonneoplastik lezyonların gelişebileceği bir bölgedir. Bu çalışmada amaç konjonktival lezyonların histopatolojik olarak analizini yapmak ve prevalansını tespit etmektir.
Gereçler ve yöntem: 2009-2019 yılları arasında patoloji laboratuarına gelen 401 olguya ait konjonktiva biyopsileri retrospektif olarak incelendi. Olgular histopatolojik olarak nonneoplastik ve neoplastik lezyonlar olarak 2 gruba ayrıldı. Neoplastik lezyonlar benign, premalign ve malign lezyonlar olarak alt gruplara bölündü. Lezyonların görülme oranları ile gruplara göre yaş ve cinsiyet dağılımı analiz edildi.
Bulgular: 401 olguya ait serimizde yaş ortalaması 49.89±21.75 olup olguların 209 (%52.1) u erkek, 192 (%47.9) i kadın idi. 296 (%73.8) olguda nonneoplastik,105 (%26.2) olguda neoplastik lezyon tespit edildi. Nonneoplastik lezyonlarda yaş ortalaması 50.79±19.34, neoplastik lezyonlarda ise 47.34±27.39 idi. Neoplastik lezyonlardan 64’ü (% 60.2) benign, 17’si (%16.2) premalign, 24’ü (%22.6) malign idi. Pterygium (n:220; %54.78) en sık görülen nonneoplastik lezyon, nevüsler ve diğer pigmente lezyonlar (n:38; %9.5) en sık görülen benign lezyon, skuamöz hücreli karsinom (n:14; %3.5) ise en sık görülen malign lezyon olarak tespit edildi. Neoplastik lezyonların görülme sıklığı 45 yaş üzerinde anlamlı olarak artmakta idi (p<0.05).
Sonuç: Mevcut çalışmada; laboratuvarımızda10 yıl boyunca tanı almış olan konjonktival lezyonlar gözden geçirilerek histopatolojik analizi yapıldı. Konjonktival lezyonların tanınması, nonneoplastik lezyonlar ve benign lezyonlar ile premalign ve malign lezyonların oranlarının farkında olunması, tedavinin planlanması ve görme fonksiyonlarının korunması bakımından son derece önemlidir.
Objective: Conjunctiva is a region where various neoplastic or non-neoplastic lesions may develop. In this study, we aimed to perform a histopathological analysis of conjunctival lesions and to determine their prevalence.
Material & Methods: Conjunctival biopsies of 401 patients who presented to the pathology laboratory between 2009 and 2019 were retrospectively examined. The cases were histopathologically divided into two groups as non-neoplastic and neoplastic lesions. Neoplastic lesions were further divided into subgroups as benign, premalignant, and malignant lesions. The prevalence of lesions and distribution of age and gender among the groups were analyzed.
Results: In our series of 401 patients, the mean age was 49.89±21.75 years. Of all patients, 209 (52.1%) were male and 192 (47.9%) were female. Non-neoplastic lesions were found in 296 (73.8%) and neoplastic lesions in 105 (26.2%) patients. The mean age was found as 50.79±19.34 years in patients with non-neoplastic lesions, and 47.34±27.39 years in patients with neoplastic lesions. Of neoplastic lesions, 64 (60.2%) were benign, 17 (16.2%) premalignant, and 24 (22.6%) malignant. The most commonly found non-neoplastic lesion was pterygium (n:220; 54.78%) while the most common benign lesions were nevus and other pigmented lesions (n:38; 9.5%), and the most common malignant lesion was squamous cell carcinoma (n:14; 3.5%). The prevalence of neoplastic lesions significantly increased over 45 years old (p<0.05).
Conclusion: In the current study, conjunctival lesions diagnosed in our laboratory over 10 years were reviewed and histopathologically analyzed. Recognition of conjunctival lesions and being aware of the rates of non-neoplastic and neoplastic lesions are crucial for treatment planning and protection of visual functions.
Zeynep Hoşbay, Safiye Özkan, Müberra Tanrıverdi, Atakan Aydın
Amaç: Brakiyal pleksus felci olan hastaların günlük yaşam aktivitelerini, klinik işlevlerini değerlendirmek için birçok ölçek geliştirilmiştir. “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, 2012 yılında Emily Ho tarafından geliştirildi, aktivite ve kendini değerlendirme bileşenlerden oluşan toplam 14 madde içeren bir ölçektir. Çalışmamız gözlemciler arası güvenilirliği araştırmak ve hastalara klinikte uygulamayı amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Demografik ve klinik veriler kaydedildi, “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü” iki farklı değerlendirmeci tarafından uygulandı. Gözlemciler arası güvenilirlik Kappa istatistikleri kullanılarak yapıldı.
Bulgular: On sekiz kadın (% 37,5) toplam 48 hasta dahil edildi. Gözlemler arası güvenilirlik mükemmeldi (kappa 0.93). Uyum istatistiklerinde, gözlemcilerin madde analizlerinin ılımlı (kappa 0.57) olduğu görüldü.
Sonuç: “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, Türkiye'de brakiyal pleksus felci olan çocuklarda fonksiyonların değerlendirilmesi için güvenilir bir ölçümdür. Klinik kullanımı uygundur.
Aim: Many scales have developed to assess daily living activities, clinical functions of patients with brachial plexus palsy. "Brachial Plexus Outcome Measure " was developed by Emily Ho in 2012, activity and self-rating substance scale consisting of components total 14 items. Aim of this study, make an inter-observer reliability of scale, to make clinical trial in patients.
Materials and Methods:Demographic and clinic datas recorded,"Brachial Plexus Outcome Measure " was applied by two different observers. Inter-observer reliability in items examined by using kappa statistic.
Results:Eighteen female (37.5%) totally 48 patients included. Mean inter-observer agreement in the items was almost perfect (kappa 0.93) in raters. Fitted statistics showed much variation in observers had moderate (kappa 0.57) agreement in items.
Conclusion: Between observes, “Brachial Plexus Outcome Measure” is reliable measurement for assessing functions in children with brachial plexus palsy in Turkey. Clinical usage is appropriate.
Yakup Alsancak, Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Beyza Saklı, Abdullah İçli, Mehmet Akif Düzenli
Amaç: QT intervali / QRS süresi olarak hesaplanan kardiyak elektrofizyolojik denge indeksi (iCEB), malign ventriküler aritmileri öngörmek için yeni bir gösterge olarak tanımlanmıştır. Burada, koroner kollateral dolaşım (KKD) derecesinin; iCEB ve Tp-e / QT oranı ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Kronik total oklüzyon (KTO) tanısı olan 44 hasta ile benzer yaş ve cinsiyet dağılımında 55 sağlıklı kişi çalışmaya alındı. KTO hastaları, iyi (n = 24) ve zayıf (n = 20) kollateral grubu olarak sınıflandırıldı. Tüm hastaların 12-lead standart elektrokardiyogramı (EKG) kaydedildi ve Tp-e aralığı, QT aralığı, QRS süresi, Tp-e/QT oranı ve QT/QRS oranları ölçüldü.
Bulgular: Ortalama Tp-e aralığı ve Tp-e/QT oranı gruplar arasında benzerdi. Ayrıca, gruplar arasında iCEB veya iCEBc değerleri benzer izlendi. Alt grup analizinde, KKD derecesi ile Tp-e/QT oranı, Tp-e süresi ve QT/QRS oranını içeren EKG parametreleri arasında bir ilişki saptanmadı.
Sonuç: KTO'lu hastalarda iCEB ve Tp-e/QT oranı ile KKD gelişiminin derecesi arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı.
Aim: Index of cardiac electrophysiological balance (iCEB), calculated as QT interval / QRS duration, has been described as a novel indicator for predicting malignant ventricular arrhythmias. Herein, we aimed to explore the relation of coronary collateral circulation (CCC) degree with iCEB and Tp-e / QT ratio.
Patients and Methods: Forty-four patients diagnosed with chronic total occlusion (CTO) and 55 healthy subjects in comparable age and sex distribution were included. We classified the CTO patients as good (n= 24) and poor (n= 20) collateral groups. Standard 12-lead standard electrocardiogram (ECG) of all patients was recorded and Tp-Te interval, QT interval, QRS duration, Tp-Te/QT ratio and QT/QRS ratio were measured.
Results: Mean Tp-e interval and Tp-e/QT ratio were similar between groups. Also, the groups were comparable regarding iCEB or iCEBc values. In subgroup analysis, there was no relationship between the degree of CCC and ECG parameters including Tp-e/QT ratio, Tp-e and QT/QRS ratio.
Conclusion: There was no significant relationship between the iCEB and Tp-e/QT ratio, and the degree of CCC development in patients having CTO.
Gülay Turan, Akın Usta
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Fatih Akın, Alaaddin Yorulmaz, Abdullah Yazar, Esra Türe, Tarık Acar, Birsen Ertekin, Esma Erdemir
\r\n Amaç: Karbonmonoksit zehirlenmesi, tüm dünyada hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Trombosit fonksiyonlarının karbonmonoksit zehirlenmesindeki rolü net olmamakla birlikte, trombosit aktivasyon ve agregasyonunun arttığı bildirilmiştir. Karbonmonoksit zehirlenmesinde, endotel hasarına bağlı artan trombotik eğilim, artmış trombosit yapışması ve fibrinolitik yoldadeğişiklikler ortaya çıkar. Çalışmamızın amacı trombosit indekslerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olan çocuklarda klinik yarar sağlayıp sağlamadığını belirlemektir.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi ve Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Acil Servislerine başvuran karbonmonoksit zehirlenmesi tanılı çocukların kayıtlarını retrospektif olarak gözden geçirdik. Çalışmaya karbonmonoksit zehirlenmesi olan 92 çocuk ve 62 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı kontrol dahil edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: CO zehirlenmesi olan hastalarda ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri anlamlı olarak yüksek iken (9,34 ± 0,55 vs 9,78 ± 0,97fL, p = 0,001; 11,46 ± 2,64 vs 10,57) ± 1,41, sırasıyla, p = 0.007), trombosit sayısı ve plateletrit (324,05 ± 82,07 vs 357,27 ± 89,70 x109 p = 0,015; 0,31 ± 0,06 vs 0, 33 ± 0,07, sırasıyla, p = 0.039) anlamlı olarak daha düşüktü. Ortalama trombosit hacmi seviyeleri ise karboksi hemoglobin düzeyi 20'den yüksek olan hastalarda, karboksi hemoglobin seviyeleri 20-20 arasında olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda trombosit indekslerinden ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliğinin belirgin şekilde yükseldiğini trombosit sayısı ve plateletritin azaldığını gösterdi. Trombosit aktivasyonu ve fonksiyonundaki değişiklikleri yansıtan ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri, karbonmonoksit zehirlenmesi sırasında özellikle tromboembolik komplikasyonların gelişimini öngörebilir. Ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri karbonmonoksit zehirlenmesinin prognostik tahmininde yararlı olabilir
\r\n
\r\n Prognostic importance of thrombocyte indices in children with carbon monoxide poisoning
\r\n
\r\n Abstract
\r\n
\r\n Objective: Carbon monoxide (CO) poisoning is still being a major cause of morbidity and mortality all over the world. Although the role of platelet functions in CO poisoning is not clear, increased platelet activation and aggregation had been reported previously. Increased thrombotic tendency due to endothelial damage, increased platelet stickiness, and alterations in the fibrinolytic pathway occurs in CO poisoning. The aim of our study was to determine whether platelet indices provide clinical benefit or not in children with CO poisoning.
\r\n
\r\n Materials and Methods: We retrospectively reviwed the records of children with the diagnosis of CO poisoning who admitted to the pediatric emergency departments of Konya Beyhekim State Hospital and Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty. A total of 92 children with CO poisoning and 62 age- and gender-matched healthy controls were included in the study.
\r\n
\r\n Results: While mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) levels were significantly higher (9,34±0,55 vs 9,78±0,97fL, p=0.001 ; 11,46±2,64 vs 10,57±1,41, retrospectively, p=0.007), platelet count and plateletcrit (PCT) (324,05±82,07 vs 357,27±89,70 x109 p=0.015 ; 0,31±0,06 vs 0,33±0,07, retrospectively, p=0.039) were significantly lower in patients with CO poisoning. MPV levels were also significantly higher in patients with a carboxy hemoglobin (COHb) level higher than 20, when compared with COHb levels between 10-20 (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Conclusion: Our results showed that platelet indices MPV and PDW are markedly elevated in patients with CO poisoning while platelet count and PCT were decreased. MPV and PDW levels, which reflect the changes in platelet activation and function, may predict the development of especially thromboembolic complications in the course of CO poisoning. MPV and PDW levels may be useful in prognostic estimation of CO poisoning.
\r\n
\r\n Keywords: carbon monoxide; children; platelet indices; poisoning
\r\n
\r\n
\r\n
Büşra Totan, Hilal Yıldıran, Feride Ayyıldız
Günümüzde prevalansı gittikçe artan ve en büyük sağlık problemlerinden biri olan obezite; diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, inme, kanser, astım, obstrüktif uyku apne sendromu gibi bir çok kronik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle obezitenin tedavisi bir çok kronik hastalık riskinin önlenmesine katkı sağlamaktadır. Yeterli ve dengeli beslenme, fiziksel aktivitede artış ve yaşam tarzı değişikliklerinin yanı sıra son dönemlerde obezite tedavisinde gastrointestinal sistem etkilerinin üzerinde durulmaya başlanmıştır. Özellikle bağırsak mikrobiyatasının obeziteyle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bağırsak mikrobiyatasının beslenme alışkanlıkları ve obeziteyle birlikte değişebildiği bir çok çalışmada gösterilmiştir. Değişen mikrobiyatanın obezite ve obeziteyle ilişkili bir çok hastalıkla ilişkisi olabileceği tartışılmaktadır. Bu alanda uzun dönemde yapılacak kontrollü çalışmaların obezitenin tedavisinde yeni bir yaklaşım oluşturacağı ve obeziteyle mücadelede önem kazanacağı düşünülmektedir. Bu derlemede bağırsak mikrobiyatası ve obezite arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
\r\n Today an increasing prevalence of obesity, which is one of major health problems is associated with many chronic diseases such as diabetes, cardiovascular disease, stroke, cancer, asthma obstructive sleep apnea syndrome. Therefore, treatment of obesity contribute to prevention of many chronic diseases risk. Recent years, it has started to consider on effects on the gastrointestinal system in treatment of obesity as well as adequate and balanced diet, increasing physical activity and lifestyle changes. Especially it was seen that gut microbiota has been associated with obesity. Many studies showed that gut microbiota may be vary with eating habits and obesity. It is discussed changed microbiota might be associated with obesity and many obesity-related diseases. It is thought that long term-controlled studies in this area will create a new approach to the treatment of obesity and come into prominence in the fight against obesity. In this review,it was aimed to evaluate the relationship between body weight and the gut microbiota.
\r\n amaçlanmıştır.
Vijay Shankar S, Mg Abhishek, M Sanjay, K Amita
Tirozin bakımından zengin kristaller (TC), histopatolojide nadiren karşılaşılan, sitolojide daha nadir görülen ilginç yapılardır. Bu kristaller, tükürük bezi, lakrimal bezin ve nadiren larinksin çeşitli neoplastik olmayan ve neoplastik lezyonlarında nadir olarak görülebilir. Nazolabial kistte bu kristallerin bulgusu bugüne kadar bildirilmemiştir.
Nazolabial kistin klinik ve radyolojik tanısı ile 35 yaşında bir kadın hastaya ince iğne aspirasyon sitolojisi (FNAC) uygulandı. Singles ve ‘petaloid’ ve ‘daisy head’ formları varsayan gruplarda tirozin kristalleri az sayıda lenfosit ve histiyositle birlikte kaydedildi. Amilaz kristalleri de not edildi.
Kesin nedene bakılmaksızın, TC'nin sitolojik olarak tanınması karışıklığı önlemek için önemlidir. Bu kristallerin FNAC'de tanımlanması için ön tanıda düşünülmesi, sitopatolojiyi tüm aspiratın titizlikle incelenmesi için uyarır. Bu yazı ayrıca, TC'nin oluşumunun nazolabial kist ile sınırlı olmadığını ve bunun çeşitli durumlarda gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır.
Background: Tyrosine rich crystals (TC) are curious structures, rarely encountered at histopathology, more so at cytology. These crystals have been documented exceptionally in various non-neoplastic and neoplastic lesions of salivary gland, lacrimal gland and rarely in larynx. The finding of these crystals in nasolabial cyst has not been reported till date.
Case: A 35-year-old female with a clinical and radiologic diagnosis of nasolabial cyst underwent fine needle aspiration cytology (FNAC). Tyrosine crystals in singles and in groups assuming ‘petaloid’ and ‘daisy head’ forms were noted along with few lymphocytes and histiocytes. Amylase crystals were also noted.
Conclusion: Regardless of the precise cause, cytologic recognition of TC is important to avoid confusion. Identification of these crystals at FNAC is a matter of avid observation and encourages cytopathologist for meticulous examination of all fluids. The case also highlights that the occurrence of TC is not restricted to SG and the circumstances in which it occurs is diversified.
Moumita De de, Rakesh Dawar, Maneesh Singhal, Ashish Bichpuriya, Ravikiran Nalla
Kemik balmumu, balmumundan üretilmiş yaygın olarak kullanılan bir hemostatik ajandır. Nöroşirürji, ortopedik cerrahi, çene ve ortognatik ameliyatlarda yaygın olarak kullanılır. Her ne kadar kemik balmumu nedeniyle komplikasyon ile ilgili birkaç vaka bildirilmiş olmasına karşın, çeşitli cerrahi bölgelerde kullanımı devam etmektedir. Alveoler kemik greftlenmesi için kemik kemik grefti yerleştildikten bir yıl sonra ortaya çıkan iliak krest üzerinde olağandışı bir iyileşmeyen ülser vakasını sunuyoruz.
Bone wax is a commonly used hemostatic agent derived from beeswax. It is used widely in neurosurgery, orthopaedic surgery, maxillofacial and orthognathic surgery. Although few case reports have emerged regarding complication due to the bone wax, the use of it continues in various surgical sites. We report an unusual case of a non-healing ulcer over the iliac crest appearing one year after bone harvest was done for alveolar bone grafting
Müslim Yurtçu
Bezoarlar, lifli ya da emilemeyen gıdaların sindirim sisteminde sürekli birikimi sonucu ortaya çıkarak belli bir yer işgal eden katılaşmış cisimlerdir. Çocuklardaki bezoarların çoğu; oyuncak bebek ya da fırçalardaki saçların yutulması ile oluşurlar. Trikobezoarlar, tipik olarak karın ağrısı ve bulantıya sebep olurlar; aynı zamanda asemptomatik abdominal kitleden, barsak tıkanıklığı ve barsak perforasyonuna kadar giden belirtilerle seyrederler. Trikobezoarlar, daha çok duygusal olarak rahatsız olan ya da mental retarde çocuklarda görülür. 8 yaşındaki bir kız çocuğunda seyrek görülen dev bir trikobezoarı sunulmaktadır. Söz konusu trikobezoar, oldukça büyük ve duodenuma geçtiğinden dolayı endoskopik olarak çıkarılamadı. Keza, yumuşatıcılar ve papain enzimi de etkili olmadı. Cerrahi olarak supraumblikal median kesi ile karın açılarak eksplorasyon yapıldı. Yaklaşık 15X3 cm ebadındaki trikobezoar, ileoçekal segmentin 50 cm proksimalinde tespit edildi ve çıkarıldı; 10 cm'lik jejunal segment Heineke Mikulicz prosedürü ile onarıldı.
Bezoars are concretions in the gastrointestinal tract that increase in size by continuous accumulation of non-absorbable food or fibers. Most bezoars in children are trichobezoars from swallowed hair from the dolls or brushers. Trichobezoars typically cause abdominal pain and nausia, but can also present as an asymptomatic abdominal mass, progressing to intestinal obstruction and perforation. It is predominantly found in emotionally disturbed or mentally retarded youngers. We report a case of an unusual giant trichobezoar in 8-year-old girl. It was not extracted endoscopically, because it was huge and passed into the duodenum. Attempts at dissolving the bezoar with enzymes (papain) or meat tenderizers have not been efficacious. The abdomen was explored through a supraumblical median incision, an approximately 15X3 cm trichobezoar in diameter was identified in 50 cm distance from ileocecal segment, and was removed. In addition, ischemic and rupture 10 cm jejunal segment was repaired. These two rupture segments were repaired using Heineke Mikulicz procedure.
Serhat Doğan, Adil Kartal, Tevfik Küçükkartallar, Mustafa Şentürk, Yusuf Yavuz, Mehmet Aykut Yıldırım
Kırk bir yaşında kadın ve 64 yaşında bir erkek hasta karın ağrısı nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde her iki vakada da karaciğerde dev hemanjiom olduğu raporlandı. Her iki vakada semptomatik olması ve malignite şüphesi olması nedeniyle operasyon kararı alındı. Operasyon esnasında kitlenin karaciğer kaynaklı olmadığı, sağ sürrenal kaynaklı dev adenom olduğu görüldü, ikinci vakada da kitlenin sağ böbrek kaynaklı olduğu görüldü. Rezeksiyon yapıldı. Sürrenal bölgedeki kitlelerin hemanjiomlarla karıştırılabileceği unutulmamalıdır.
\r\nFourty one years old female and 64 years old man were admitted to our clinic because of abdominal pain. In investigating the liver was reported with a giant hemangioma. It was symptomatic and look like malignancy for each cases so they were operated. In operation it was not a liver mass , one of them observed right giant adrenal adenoma and the second one is renal cell carsinoma. Resection was performed for each cases. Adrenal mass could be noted that mixed hemangiomas.
\r\nİsmail Hakkı Korucu, Recep Gani Göncü, Mustafa Özer, Burkay Kutluhan Kaçıra, Faik Türkmen
Aşiltendon rüptürleri yaygın kas-iskelet sistemi yaralanmalarıdır. Genellikle tek taraflı olarak aktif orta yaş bireylerde meydana gelir. Herhangi bir yatkınlık oluşturan risk faktörü olmadan oluşan spontan rüptürler nadirdir ve bunun da bilateral olması oldukça nadirdir. Biz, herhangi bir risk faktörü olmayan spontan bilateralaşiltendonrüptürü olan 32 yaşındaki erkek olguyu sunuyoruz. Rüptür halter kaldırma sonrası ağırlığa bağlı olarak bilateralgastroknemiuskompleksinde meydana gelen aşırı stres ve uzamaya bağlı olarak meydana gelmişti. Klinik tanı konduktan sonra ultrasonografi ile bilateralrüptür gösterildi. Hastaya bilateral cerrahi tamir uygulandı. Rehabilitasyon 6 hafta sonra başlandı. Ameliyattan 8 hafta sonra kısmi, 12 hafta sonra tam yük vererek mobilize olan hasta yaralanma öncesi iş ve sosyal yaşantısına sorunsuz döndü. Bilateralaşiltendonrüptürleri çok nadirdir fakat yüksek farkındalık karşı taraf rüptürlerinin gözden kaçmasını önleyebilecektir.
\r\nAchillestendonrupture is a commonmusculoskeletalinjury. Itusuallyoccursunilaterally in activemiddle-agedindividuals. Spontaneousruptureswithoutany risk factorspredisposingthepatient is uncommonandfor it tooccurbilaterally is veryuncommon. Wereport a case of bilateralspontaneousAchillestendonrupture in a 32- year-oldmanwithnocertainpreviousandcurrentrisk factors. Therupturesoccurredafterliftingbarbell in whichtheweightcaused a severe stressandelongation of thebilaterallygastrocnemiuscomplex.After a clinicalexaminationconfirmedthediagnosis, ultrasonographyof theAchillestendonsrevealedbilateralruptures. Thepatientunderwentbilateralprimarysurgicalrepair. Rehabilitationwasbegun 6weekslater. Weallowedtheweightbearingpartially at 8 weeksaftersurgery, fully at 12 weeksaftersurgery.Thepatient'sreturntopremorbidworkandsocial life wasuneventful.BilateralAchillestendonrupturesareveryrare but increasedawarenesswouldhelpavoid a rupture of thecontralateralsidebeingmissed.
\r\nCem Onur Kıraç, Süleyman Hilmi İpekçi, Gonca Kara Gedik, Levent Kebapcılar
\r\n Sessiz tiroidit ve Graves hastalığı otoimmün kökenli, tirotoksikoz tablosuyla karşımıza çıkabilecek, farklı tedaviler verilmesi gereken iki farklı hastalıktır. Bu iki hastalığın ayırıcı tanısında hikaye ve fizik muayene yeterli olmamakta, tiroid sintigrafisi, iyot re-uptake çalışması ve tiroid stimülan reseptör antikoru gibi ileri tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu vakada remisyonda Graves hastalığı nedeniyle takip edilen bir hastada gelişen tirotoksikoz tablosu sonucunda tetkik edilen ve sessiz tiroidit tanısı koyulan bir olgu sunulmuş ve bu iki hastalığın ayırıcı tanısının önemi vurgulanmıştır.
\r\n\r\n Silent thyroiditis and Graves’ disease are autoimmune disorders which are common cause of thyrotoxicosis and should be given different treatments. Anamnesis and physical examination are not sufficient in the differential diagnosis of these two diseases, and advanced examinations such as thyroid scintigraphy, iodine reuptake study and thyroid stimulating receptor antibody could be needed. In this case, we present a patient diagnosed with a silent thyroiditis as a result of a thyrotoxicosis of a patient who was following up due to Graves' disease in remission and we aimed to emphasize the importance of differential diagnosis of these two diseases.
\r\n