Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer, Aybars Tavlan
Amaç: Bu çalışmada ameliyathane dışı anestezi deneyimlerimizi ve sonuçlarını tartışmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Mayıs 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında tanı ve tedavi amacıyla ameliyathane dışında sedo-analjezi uygulaması yapılan 18 yaş üstü olguların anestezi kayıtları retrospektif olarak tarandı. Kayıtlar; demografik veriler, uygulanan işlem, işlemin süresi, sedasyon derecesi, kullanılan ilaçlar, gelişen minör ve major komplikasyonlar, kronik obstrüktif akciğer hastalığı öyküsü ve yoğunbakım ihtiyacı açısından incelendi. Komplikasyonlar ile demografik veriler ve kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler analiz edildi.
Bulgular: Toplam 2562 hastaya sedo-analjezi uygulandı. Bu olguların 1428 (%55.7)’i kadın, 1134 (%44.3)’ü erkek idi. Yaş ortalaması 53.08±16.55 idi. Olguların 268 (%10.5)’i ASA I, 1683 (%65.7)’ü ASA II, 598 (%23.3)’i ASA III, 13 (%0.5)’ü ASA IV idi. 519 (%20.3) hastaya minimal sedasyon, 1541 (%60.1) hastaya orta derecede sedasyon, 502 (%19.6) hastaya derin sedasyon uygulandı. En uzun işlem süresi endoskopik retrograd kolanjiopankreatografide 28.7±16.3 dk, en kısa işlem süresi üst gastrointestinal endoskopide 10.3±3.1 dk olarak tespit edildi. En fazla uygulanan işlem %31 ile kolonoskopi idi. En çok kullanılan ilaç kombinasyonu 1231(%48) hastaya uygulanan midazolam+propofol+fentanil kombinasyonu idi. 148 (%5.76) hastada minör komplikasyon, 10 (%0.37) hastada major komplikasyon gelişti. Toplam 15 (%0.58) hasta prosedür sonrası yoğunbakıma devredildi. Desatürasyon; ASA III ve üzeri hastalarda,15 dakikadan uzun süren işlemlerde, 65 yaş üstü hastalarda ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığında istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksekti. İşlem sonrası yoğunbakım ihtiyacı da bu hasta gruplarında anlamlı oranda yüksekti.
Sonuç: Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarının sıklığı giderek artmaktadır. Bu uygulamalar taşıdığı riskler açısından ameliyathanedeki anestezi uygulamalarıyla benzerdir. Hasta güvenliğinin artırılması ve komplikasyonların azaltılması için işlem öncesi ayrıntılı bir değerlendirme yapılması, uygun fiziksel şartlarda doğru bir monitörize anestezi bakımı sağlanması ve ekipler arasında sağlıklı bir iletişim kurulması önemlidir.
Aim: In this study, we aimed to discuss our experience and results of non-operating room anesthesia.
Materials and Methods: Anesthesia records of patients older than 18 years who underwent sedo-analgesia outside the operating room for diagnosis and treatment between May 2017 and December 2017 were retrospectively screened. The records were examined in terms of demographic data, applied procedure, duration of the procedure, sedation grade, medications used, developing minor and major complications, chronic obstructive pulmonary disease story and intensive care need. Relationships between complications with demographic data and categorical variables were analyzed.
Results: Totally 2562 patients underwent sedo-analgesia. 1428 (55.7%) of these cases were female and 1134 (44.3%) of them were male. The average age of patients was 53.08±16.55. 268 (10.5%) of the cases were ASA I, 1683 (65.7%) were ASA II, 598 (23.3%) were ASA III and 13 (0.5%) were ASA IV. 519 (20.3%) patients were minimally sedated, 1541 (60.1%) were moderate sedated and 502 (19.6%) deep sedated. The longest procedure time in endoscopic retrograde cholangiopancreatography was 28.7 ± 16.3 min, and the shortest procedure time in endoscopy was 10.3 ± 3.1 min. The most commonly performed procedure was colonoscopy with 31%. The most commonly used drug combination was midazolam + propofol + fentanyl applied to 1231 patients (48%). 148 (5.76%) patients had minor complication, and 10 (0.37%) patients had major complication. A total of 15 (0.58%) patients underwent intensive care after the procedure. Desaturation was statistically significantly higher in patients with ASA III and above, in procedures take longer than 15 minutes, in patients older than 65 years, and in the presence of chronic obstructive pulmonary disease. The intensive care need after the procedure was also significantly higher in these patient groups.
Conclusion: The incidence of non-operating room anesthesia is increasing steadily. The risks associated with these practices are similar to the anesthesia in the operating room. In order to increase patient safety and reduce complications, it is important to carry out a thorough evaluation before the procedure, to provide proper monitored anesthesia care in appropriate physical conditions, and to establish healthy communication between the teams.
Ahmet Lütfü Sertdemir, Halil İbrahim Erdogan, Bahadir Feyzioglu, Mehmet Tokac, İlknur Can
Amaç: Kemik iliğinde bulunan kök hücreler, doku onarımını artırmak için miyokardiyal hasar sonrası dolaşıma salınmaktadır. Başta atriyal fibrilasyon olmak üzere; kardiyak aritmilerin radyofrekans ile ablasyonu sonrası dolaşımda bulunan kök hücrelerin inflamatuar aracılar vasıtasıyla salınımının tetiklendiği gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda, yavaş yol veya aksesuar yol gibi geniş olmayan ablasyon işlemlerinden sonra dolaşımdaki kök hücre sayısının artıp artmadığı araştırılmıştır.
Method: 26 hastaya [13 kadın, yaş 54 (18-74)] radyofrekans ablasyon işlemi uygulandı. Bu hastalardan 18’ine atriyoventriküler nodal reentran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu; 8’ine ise atriyoventriküler reentran taşikardi nedeniyle aksesuar yol ablasyonu yapıldı. Hastalarda periferikdolaşımdan alınan kan örneklerinde işlem öncesi ve işlem sonrası 7. ve 30. günlerde CD34+ hücre sayıları ve çeşitli serolojik belirteçlerin [Troponin-I (Tn-I), interlökin-6 (IL-6), Stromal deriveted faktör 1-α (SDF 1-α) ve C-reaktif protein (CRP)] düzeyleri incelendi.
Bulgular: CD34+ hücrelerin, işlem sonrası 7. günde bazal ölçüme gore anlamlı artış gösterdiği [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) hücre/mikrolitre sırasıyla, P<0.001] ve 30. günde bazal seviyelere indiği gözlendi. Ablasyon sonrası Tn-I, CRP, IL-6 ve SDF1-α düzeylerinde istatiksel anlamlı artış izlenmedi. İşlem sırasında uygulanan enerji miktarı (watt) ile işlem sonrası 30. günde artan CD34+ hücreleri arasında doğru orantı izlendi (r: 0.460; p= 0.018).
Sonuç: Çalışmamızda periferik kanda bulunan kök hücrelerin atriyal fibrilasyon ablasyonundan daha az enerji uygulanan yavaş yol veya aksesuar yol ablasyonundan sonrası 7. günde anlamlı şekilde arttığı ve izlemde 30. günde bazal seviyelerine döndüğü gösterilmiştir. Ayrıca, dolaşımda bulunan kök hücrelerdeki artışın işlem sırasında uygulanan eneji miktarı ile doğru orantılı olduğu da bulunmuştur.
Introduction: Circulating stem cells (CSCs) are released from bone marrow in to the circulation after myocardial injury to improve tissue repair. Radiofrequency ablation (RFA) of cardiac arrhythmias, particularly for atrial fibrillation, has been shown to trigger the release of CSCs through inflammatory mediators. We aimed to investigate whether CSCs are increased in the circulation following non-extensive ablation procedures such as slow pathway or accessory pathway ablations.
Methods: Twenty-six patients [13 females, 54 (18-74) years old] who underwent slow pathway ablation for atrioventricular nodal reentrant tachycardia (n=18) and accessory pathway ablation for atrioventricular reentrant tachycardia (n=8) were included. Peripheral blood CD34+ cell count and multiple serologic markers [troponin I (Tn-I), C-reactive protein (CRP), interleukin-6 (IL-6), stromal cell derived factor (SDF) 1 alpha] were evaluated before the ablation procedure and 7 and 30 days after the procedure.
Results: The CD34+ cell count was significantly increased on the 7th day after the procedure when compared to baseline [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) cells per microliter respectively, P<0.001]. The CD34+ cell count was similar to baseline on the 30th day following the procedure. Levels of Tn-I, CRP, IL-6 and SDF1-α did not change significantly following ablation. The amount of energy applied during RFA (watts) was significantly correlated with the 30th day CD34+ cell count (r: 0.460; p= 0.018).
Conclusions: Peripheral blood CSCs are increased after slow pathway or accessory pathway ablations which are less extensive ablations compared to atrial fibrillation ablation. The levels return to baseline by the 30th day following the procedure. The increase in CSCs was positively correlated with the amount of energy delivered during the procedure.
Kemal Deniz Ercan, Mehmet Aykut Yıldırım, Mustafa Şentürk, Mehmet Metin Belviranlı
Özet
AMAÇ:
Akut mezenter iskemi (AMİ) yaşa bağlı olarak artış gösteren ve kötü prognozu olabilen, erken tanı ve tedavide morbidite ve mortalite oranları %10 iken, tanıve tedavide gecikmelerde %100’ e kadar mortal seyreden bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız AMİ’nin prognozunu göstermede son zamanlarda kullanılmaya başlanan ve birçok hastalıkta prognostik faktör olarak kullanılan Nötrofil-Lenfosit Oranının (NLO) etkinliğini ortaya koymaktır.
GEREÇ–YÖNTEM
Bu çalışmada 2005 - 2013 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde opere edilen ve intraoperatif olarak mezenter iskemi tanısı konulan, sonrasında patolojik olarak tanısı doğrulanan 111 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirilmesinde periferik kandan çalışılan hemogram sonuçları tarandı. Hastalara uygulanan cerrahi işlem, patoloji raporuna göre çıkarılan barsağın bölümü ve uzunluğu, hastanede yatış süreleri, sağ kalım oranları, ek hastalığın varlığı, beyaz küre sayısı, kreatinin ve NLO değerleri belirlendi.
BULGULAR
Hayatını kaybeden hastalarda NLO ortalaması 24.77 ±10.38, yaşayanlarda 17,6±10.65 olarak bulundu.
SONUÇ
Sonuç olarak AMİ gelişen görüntüleme yöntemlerine ve laboratuvar tetkiklerine rağmen halen yüksek mortaliteye sahiptir. Erken tanı için spesifik bir laboratuvar testi yoktur. AMİ şüphelenilen hastalarda preoperatif NLO’nın yüksek olması prognozun kötü olacağını gösterebilir.
Anahtar Kelimeler: Akut Mezenter İskemi, Nötrofil,Lenfosit,Oran
Abstract
INTRODUCTION
Acute mesenteric ischemia (AMI) is an acute abdominal disease which is age-related with possible bad prognosis; and while its morbidity and mortality rate is 10% in early diagnosis and treatment it may progress with 100% mortality when diagnosis and treatment are delayed.The aim of this study was to unearth the efficiency of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) which has recently been started to be utilized in the prediction of AMI prognosis and used as a prognostic factor in many diseases.
MATERIALS and METHODS:
The data of a total of 111 patients, who had undergone surgical procedures and diagnosed with mesenteric ischemia intraoperatively at Necmettin Erbakan University Meram Medical School’s General Surgery Clinic between 2005 and 2013 and whose diagnoses had later on been confirmed pathologically, were retrospectively evaluated within the scope of the study.
The demographic data of all patients (age, sex) were recorded. The hemogram results of the patients, analyzed with peripheral blood, were reviewed for preoperative evaluation. The surgical procedure performed, the part and length of the resected bowel based on pathology results, the duration of hospitalization, survey, presence of comorbidity, white blood cell count, creatinine values, and NLR of the patients were determined. The data were statistically analyzed.
RESULTS:
The patients who did not survive had a mean NLR of 24.77 ±10.38, while the same ratio was found to be 17.6±10.65 for survivors. The NLO value was found to be high in cases with mortality.
CONCLUSION:
AMI still proves to have high mortality in spite of the developments in imaging techniques and laboratory analyses. There is no specific laboratory analysis for early diagnosis. High preoperative NLR in patients suspected to have AMI may indicate bad prognosis.
Fatma Çelik, Recai Dağlı, Mehmet Cantürk
Işıl Yurdaışık
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
Meydan Turan, Mehmet Kemal Gündüz, Mehmet Adam
Özet
Amaç: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda retina sinir lifi tabakası (RNFL) ve optik sinir başı (ONH) değişikliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya ağır KOAH'lı 30 hasta ve yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 29 sağlıklı kişi alındı. Ayrıntılı bir oftalmik muayeneden sonra, ONH ve RNFL kalınlık ölçümleri optik koherens tomografi (OCT) (Stratus OCT-3) ile yapıldı. Arteriyel kan gazları (pO2 ve PCO2) ölçüldü ve KOAH hastalarının evrelemesi için solunum fonksiyon testleri yapıldı. OCT parametreleri, bağımsız t testi kullanılarak iki grup arasındaki fark karşılaştırılırken, solunum fonksiyon testleri, arter kan gazı ve RNFL kalınlık parametreleri arasındaki korelasyonu değerlendirmek için Pearson korelasyon analizi yapıldı. P değerinin 0.05'ten küçük olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: KOAH ile sağlıklı bireyler arasında optik disk alanı, kap alanı ve rim alanı açısından anlamlı fark yoktu (p> 0,05). KOAH hastalarında ortalama ve üst kadran RNFL kalınlık parametrelerinin kontrol grubuna (sırasıyla 107.9 ± 5.4 µm ve 131.31 ± 13.6 µm) göre anlamlı derecede daha kalın olduğu (sırasıyla 114.52 ± 7.7 µm ve 141.07 ± 18.2 µm) p= <0.05) bulundu. PO2 ve RSLT kalınlığı arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (r = -0.22, p = 0.33), pCO2 ve üst kadran RNFL arasında orta derecede anlamlı korelasyon bulundu (r = 0.53 ve p = 0.017) ve FEV1 / FVC ve üst kadran RNFL arasında yüksek negatif yönlü korelasyon bulundu. (r = -0.76, p = 0.003).
Sonuç: pCO2'deki artış ve FEV1 / FVC'deki azalma, artmış hipoksiyi göstermektedir. RGC ölümüyle ilişkili olan peripapiller RNFL kaybını hipoksi / iskemi kaynaklı retina ve optik disk ödemi tarafından maskelenebilir. KOAH hastalarında ortalama RNFL kalınlığındaki artışın, artmış hipoksi ile ilişkili retinal ödeme bağlı olduğu düşünüldü.
Abstract
Aim: We aimed to assess the changes in retinal nerve fiber layer (RNFL) and optic nerve head (ONH) in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD).
Patients and Methods: Thirty patients having severe COPD and 29 age and sex-matched healthy subjects were enrolled in the study. After a detailed ophthalmic examination, the ONH and RNFL thickness measurements were taken by an optical coherence tomography (OCT) (Stratus OCT-3). Arterial blood gases (pO2 and PCO2) were measured and respiratory functional tests were performed for the staging of COPD patients. The OCT parameters were compared difference between the 2 groups using independent t test, while Pearson correlation analysis was performed to assess the correlations between respiratory functional tests, arterial blood gases and RNFL thickness parameters. A p value less than 0.05 was accepted as statistically significant.
Results: There were no significant differences in optic disc area, cup area and rim area between COPD and healthy subjects (p>0.05). Parameters of mean and superior quadrant RNFL thickness were found to be significantly thicker in COPD subjects (114.52±7.7 µm and 141.07 ±18.2 µm, respectively) compared to the control subjects (107.9±5.4 µm and 131.31±13.6 µm, respectively) (p<0.05). No correlation was found between pO2 and RNFL thickness (r=-0.22, p=0.33). There was a moderate correlation between pCO2 and superior quadrant RNFL (r= 0.53 and p=0.017), and a high negative correlation between FEV1/FVC and superior quadrant RNFL (r=-0.76, p=0.003).
Conclusions: The increase in pCO2 and the decrease in FEV1 / FVC indicate increased hypoxia. Peripapillary RNFL loss associated with RGC death can be masked by hypoxia / ischemia-induced retinal and optic disc edema. Increased mean RNFL thickness in COPD patients was thought to be due to retinal edema associated with increased hypoxia.
Funda Göde, Ali Sami Gürbüz, Gülin Okay, Ahmet Zeki Işık
Özet
Giriş ve Amaç: Histerosalpingografi (HSG) genel olarak tubal patensiyi değerlendirmek için kullanılan bir yöntem olsa da uterin patolojileri tespit etmede de yardımcı bir tekniktir. Histerosalpingografinin uterin kavite hastalıklarını değerlendirmedeki duyarlılığını ve histeroskopi ile eş zamanlı karşılaştırmasını değerlendiren çalışma sayısı çok kısıtlıdır. Bu nedenle bu çalışmadaki amacımız histeroskopi ile eş zamanlı yapılan HSG’nin uterin patolojileri değerlendirmedeki duyarlılığını değerlendirmektir.
Materyel Metod: Kasım 2017-Eylül 2018 tarihleri arasında İzmir Medicalpark Hastanesi tüp bebek ünitesine başvuran infertil hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Aynı gün içerisinde HSG ve histeroskopi uygulanan hastaların verileri incelendi. Hastaların klinik özellikleri (yaş, infertilite süresi, infertilite nedeni, infertilite tipi) değerlendirildi. Hsg ve histeroskopi sonuçları uterus patolojileri açısından karşılaştırıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya toplam 114 hasta dahil edildi. HSG ve histeroskopinin genel korelasyonuna baktığımızda 71 (%62.3) hastada benzer sonuç, 43(%37.7) hastada ise farklı sonuç elde edildiği görülmüştür. HSG’si normal olarak değerlendirilen 32 hastada ek bir uterin patoloji olduğu gözlendi. Negatif prediktif değer %44.4 (32/72) olarak saptandı. Histeroskopide polibi saptanan 36 hastanın 12 tanesinde HSG de polip öntanısı mevcuttu. HSG’nin polipler için sensitivitesi 12/36; %37.5 olarak saptandı.
Sonuç: Eş zamanlı uygulanan HSG’nin uterin kaviteyi değerlendirmedeki duyarlılığı düşüktür. Fakat hem tubal patolojilerin hem de uterin patolojilerin aynı zamanda değerlendirilmesini ve eş zamanlı tedavisini sağlaması açısından günlük klinik pratikte faydalı olabilir.
Abstract
Background and Aim: Hysterosalpingography is usually preferred for evaluation of tubal patency however it is also a helpful technique for detection of uterine pathologies. There is very limited data about the sensitivity of hysterosalpingography for evaluation of uterine cavity diseases. Therefore the aim of our study is to evaluate the sensitivity of hsyterosalpingography for uterine pathologies.
Materials and Methods: The records of infertile patients who applied to Izmir Medicalpark hospital between November 2017 and September 2018 were retrospectively evaluated. Data of patients who had hysterosalpingography and hysteroscopy on the same day were investigated. The clinical characteristics (age, duration of infertility, cause of infertility, type of infertility) of these patients were evaluated. The results of hysterosalpingography and hysteroscopy were compared for uterine pathologies.
Results: A total of 114 patients were included in the study. When the correlation between HSG and hysteroscopy was evaluated, there were similar results in 71 (62.3%) and different results in 43 (37.7%) patients. Extra uterine pathology was detected in 32 patients whose HSG was evaluated as normal. Negative predictive value of HSG was 44% (32/72) for uterine pathologies. Endometrial polyp was detected in 36 patients during hysteroscopy however the number of patients with initial diagnosis of endometrial polyp was 12. The sensitivity of hysteroscopy for endometrial polyps was 37.5% (12/36).
Conclusion: The sensitivity of HSG which was applied concurrently with hysteroscopy is low for uterine pathologies. However it might be beneficial in daily clinical practice for evaluating and treating tubal and uterine pathologies at the same time
Semih Erden, Kevser Nalbant
\r\n Otizm spektrum bozukluğu, sosyal etkileşim ve iletişim bozukluğu ile kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlarla karakterize nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Otizm yaklaşık 68 çocukta 1 görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda görülme sıklığının arttığı bildirilmekte olup bu artışın bilgi ve farkındalığın artması ve tanı ölçütlerinin değişmesinden kaynaklandığı iddia edilmekle birlikte yapılan çalışmalarda çevresel faktörler ve bunların henüz bilinmeyen genetik bir takım etkenlerle ilişkisinin de bu artışa katkı sağladığı düşünülmektedir. Nörogelişimsel olarak önemli ve kırılgan bir dönem olan prenatal dönemde çocuğun maruz kaldığı çevresel faktörlerin otizm spektrum bozukluğu gelişmesi açısından risk etkeni olup olmadığının değerlendirilmesi önemlidir. Gebelik döneminde özellikle valproik asit, terbutalin, selektif serotonin geri alım inhibitörleri gibi ilaçlarla otizm spektrum bozukluğu arasında bir ilişki olduğu, bu dönemde ağır metal ve pestisite maruz kalmanın otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı, yoğun sigara, alkol ve madde kullanımının nörogelişimsel süreci sekteye uğrattığı, gebelik döneminde geçirilen gestasyonel diyabet, otoimmun hastalıklar, enfeksiyonlar ve uzamış ateşin inflamatuar süreçler aracılığıyla otizm spektrum bozukluğu riskini artırabileceği bildirilmektedir. Göç, mevsimler ve gebelik döneminde maruz kalınan hava kirliliğininde risk artışına etkisi olduğu bildirilmiş ve daha fazla epidemiyolojik çalışmaya ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. otizm spektrum bozukluğu ile ilişkili çevresel etkenlerin tanınması, anne adaylarının bu risk etkenleri ile ilgili bilgilendirilmesinin sağlanarak bu etkenlerden uzak durmaları veya bu etkenlerin elimine edilmesi ile otizm spektrum bozukluğu riskinin azaltılmasına yardımcı olabileceğinden bu alanda yapılan çalışmaların derlenmesi ve risklerin ortaya konulması özellikle önemlidir. Bu gözden geçirmede son dönemde sayısı artan prenatal etkenler ile ilgili yapılan çalışmaların derlenerek bütüncül olarak ele almasının kolaylaştırılması hedeflemektedir.
\r\n\r\n Autism spectrum disorder is a neuro-developmental disorder characterized by social interaction and communication, and restricted and repetitive behaviors. Autism is seen in nearly one of 68 children. The incidence is reported to increase, and the increase is suggested to arise from increased information, awareness and alterations in diagnostic criteria. However, environmental factors and their relationships to several unknown genetic factors are also considered to contribute to the increase. The assessment of whether environmental factors lead to risks for autism spectrum disorder in perinatal period, especially when children are exposed to these factors in a neurodevelopmentally important and fragile stage, is so important. It is reported that in pregnancy, there is an association between autism spectrum disorder, and exposure to such drugs as valporic acid, terbutaline and Selective Seratonin Reuptake Inhibitors.Exposure to heavy metals and pesticides increases the risk of autism spectrum disorder.Intense smoking, and alcohol consumption and drugsdisrupt neurodevelopmental process, Also, gestational diabetes may elavate the risk of autism spectrum disorder due to autoimmunal disorders, infections and inflammatory pocesse of prolonged fever. Migration, seasons and air pollution exposed in pregnancy are also reported to affect autism spectrum disorder risk. The awareness level between environmental factors and autism spectrum disorder should be increased among prospective mothers, and these mothers should be trained as to the risk factors. Because prospective mothers avoid these factors, or the elimination of these factors should be beneficial for reducing autism spectrum disorder risk, analyzing related studies and enlightening risk factors are especially important. Here, we aimed at revising recent studies related to prenatal factors from a holistic perspective.
\r\nHalime Lülleci, Gönül Çiçek Şentürk, Merve Sefa Sayar, Fatma Aybala Altay, Aslı Haykır Solay
Bruselloz ülkemizde sık görülen zoonotik bir hastalıktır. Sistemik bir enfeksiyon olan burselloz; çeşitli klinik tutulumlarla karşımıza çıkabilmektedir. Genitorüriner tutulum ise % 4-20 arasında değişen oranlarda görülmektedir. Değerlendirmiş olduğumuz yedi epididimoorşit vakasına anamnez, fizik muayene ve ultrason ile tanı konulmuştur. Hastalarımızın hepsi taşra hastası olup; anamnezlerinde enfekte süt ve süt ürünleri yeme ile hayvanlarda düşük yapma öyküsü bulunmaktadır. Yedi vakanın sadece ikisine coombslu tüp aglütinasyon testi ile tanı konulmuştur; beş vakada standart tüp aglütinasyon testi tanıda yeterli olmuştur. Üç hastada kan kültürü pozitifliği saptanmıştır. Hastalar brusella tedavisini altı hafta alarak iyileşmiştir. Hastaların tamamına kombine tedavi uygulanmıştır. Hastalarımızın hiçbirinde tedavi yetersizliği saptanmamıştır. Yazımızda amaçlanan; epididimoorşit tanısı alan hastaların öykülerinde brusellozunda göz önünde tutulmasını sağlamaktır.
Brucellosis is one of the most frequent zoonotic diseases in our country. Brucellosis, a systemic infection, can arise with various clinical involvements. Genitourinary involvement is seen at varying rates between 4-20%.Seven examinedepididymo-orchitis cases were diagnosed through anamnesis, physical examination and ultrasonography.All of our patients are provincials, in their anamnesis, there are histories regarding eating infected milk and dairy products and miscarriages in animals. Only in two of seven cases, diagnosis was made through coombs tube agglutination; in the other five of seven cases, standard tube agglutination test was sufficient for diagnosis. Blood culture positiveness was determined in three patients. Patients were healed by taking brucella treatment for six weeks. Combined modality therapy was administered to all patients. Treatment deficiency was not determined in any patients. In this article, we aim to provide taking into consideration also brucellosis in histories of patients having epididymo-orchitis treatment.
\r\n
Zeynep Dadacı, Fatma Doğanay, Nursen Şen, Cengiz Kadıyoran
\r\n Parkinson hastalığı (PH) temel olarak beyin bazal gangliyonlarındaki dopaminerjik nöronların kaybına yol açan ilerleyici nörodejeneratif bir bozukluktur. Hastalığın temel özellikleri tremor, bradikinezi ve rijiditedir. Parkinson hastalığının birçok motor-dışı belirtilerinden biri de görme sistemi tutulumudur. Parkinson hastalığında retina sinir lifi tabakasında incelme gelişmektedir. Çalışmamızda, makula ve retina sinir lifi tabakası kalınlığında incelmenin yanı sıra bilateral optik atrofisi olan Parkinson hastası bir olguyu tarif ettik.
\r\n\r\n Parkinson’s disease (PD) is a progressive neurodegenerative disorder that leads to a selective loss of dopaminergic neurons in the basal ganglia of the brain. The main characteristics of the disease are tremor, bradykinesia and rigidity. There are also several non-motor manifestations of PD, one of which is visual system involvement. There is a decrease in retinal nerve fiber layer thickness in PD. In our study, we described bilateral optic atrophy along with a decrease in macular and retinal nerve fiber layer thickness in a patient with PD.
\r\nÖzlem Şahin, Ahmet Eren Şen, Zeynep Aydın, Buğra Kaya
\r\n Brown tümörler uzun süreli hiperparatiroidinin nadir bir komplikasyonu olarak ortaya çıkabilen, benign ancak lokal agresif seyreden tümörlerdir. Klinik ve radyolojik olarak kemik metastazları ile karışabilirler. F-18 FDG PET/CT’de Brown tümörler tıpkı metastatik kemik lezyonları gibi artmış metabolik aktivite gösterirler. Çalışmamızda multiple kemik metastazı ön tanısı ile primer odak aramak için PET/CT çekilen, görüntülerde primer odak saptanmayıp paratiroid lojlarında artmış FDG tutulumu görülmesi nedeni ile Brown tümörden şüphelenilen ve ileri tetkiklerle tanısı doğrulanan bir hasta sunulmuştur. Bu olgu sunumu ile klinik ve radyolojik olarak kemik metastazı düşünülen hastalarda Brown tümörünün de ayırıcı tanıda akılda tutulması gerektiğini vurgulamayı amaçladık.
\r\n\r\n Brown tumors are benign, but locally aggressive tumors that may emerge as a rare complication of prolonged hyperparathyroidism. They may be clinically and radiologically confused with bone metastases. Browns tumors show increased metabolic activity on F-18 FDG-PET/CT just as metastatic bone lesions. In this study, we present a patient who underwent PET/CT to seek a primary focus with the presumed diagnosis of multiple bone metastasis, and Brown tumor was suspected because no primary focus was detected on imaging and increased FDG enhancement was seen in parathyroid locations, and the diagnosis was confirmed with further investigations. Herein, we aimed to underline that Brown tumors should be kept in mind in the differential diagnosis in patients who are clinically and radiologically considered to have bone metastasis.
\r\nFedi Ercan, Osman Balcı, Cemre Alan, Mehmet Cengiz Colakoğlu
Heterotopik gebelik, intrauterin ve ektopik gebeliğin aynı anda olmasıdır. Yardımcı üreme tekniklerinin (YÜT) uygulama sıklığı arttıkça heterotopik gebeliklerin görülme sıklığı %1-3' e kadar yükselmiştir. Heterotopik gebelik nadir bir durum olduğundan standart bir takip ya da tedavi yöntemi yoktur. Genel olarak metotreksat, RU 486 (Mifepriston) ve prostaglandinler intrauterin gebeliğin devam ettirilmesi istendiğinde embriyo üzerine potansiyel teratojen etkileri olması nedeniyle kullanılmamaktadır. Burada ektopik gebeliğin cerrahi olarak tedavi edildiği ve intrauterin gebeliğin miada ulaşıp sağlıklı bir infantın doğduğu bir heterotopik gebelik olgusu sunulmuştur.
\r\nHeterotopic pregnancy is a condition in which intra- and extrauterine pregnancies occur at the same time. However in the last decades there has been a significant increase of heterotopic pregnancy as high as %1-3 , this raised frequency has been attributed to the extended use of assisted reproductive technologies. Because it is a rare condition,there is no standart management or treatment method for heterotopic pregnancy. Usually methotrexate, RU 486 (Mifepristone) and prostaglandins aren’t used if intrauterine pregnancy wanted to persist, because of their potantial teratogenic effects on embryo. Here we present a case with heterotopic pregnancy who were treated by surgery for ectopic pregnancy and intrauterine pregnancy ended with labour of a healthy infant in term.
\r\nNafiz Yaşa, Büşra Eser Çavdartepe, Fahrettin Duymuş, Nadir Koçak, Tülin Çora
Nörofibromatozis tip I (NF1), 17. kromozomda nörofibromin protein kodlayan genin mutasyonuna yol açan karmaşık bir hastalıktır. NF1 otozomal dominant bir hastalıktır. Bireylerde NF1 prevalansı yaklaşık 1: 2500 ila 1: 3500'tür. Erkekler ve kadınlarda eşit olarak görülür. Bu çalışmada çok sayıda hiperpigmente deri makülü, birden fazla café-au-lait lekesi, aksiller çillenmesi, optik gliomu, yüzlerce yumuşak deri nörofibromu ve her iki gözün irisinde lisch nodülleri bulunan 27 yaşında bir kadın hasta sunulmuştur. Klinik özelliklere göre, nörofibromatozis tip 1'den şüphelenilen hastadan, NF1 geninin dizi analizi yapıldı ve NF1 geninde bir heterozigot mutasyon c.980 T> G (p.L327R) tespit edildi. Bu mutasyon literatürde daha önce rapor edilmemiştir.
Neurofibromatosis type I (NF1) is a complex disorder caused by mutations of the neurofibromin protein-encoding gene on the chromosome 17. NF1 is an autosomal dominant disorder. The prevalence of NF1 is approximately 1:2500 to 1:3500. Both genders are equally affected. Herein, we report a 27-year-old female patient who had multiple hyperpigmented skin macules, multiple café-au-lait spots, axillary freckling, optic glioma, hundreds of soft cutaneous neurofibromas and lisch’s nodules on the iris of both eyes. According to the clinical features, we suspect from NF1 and-then sequence analysis of NF1 gene was performed. A heterozygous c.980 T> G (p.L327R) mutation was detected in the NF1 gene. This mutation has not been reported previously.
Munise Daye, Selami Aykut Temiz, İbrahim Erayman, Pembe Oltulu