Zerrin Defne Dündar, Kadir Küçükceran, Mustafa Kürşat Ayrancı
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
Aysun Gökçe
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
Muharrem Keskin
Amaç: Bu çalışmada, serum biyobelirteçlerinin HCC ve HRS tanılı hastalarda tanı ve sağ kalım ilişkilerinin
değerlendirilmesi ayrıca pratikte rutin kullanıma uygunluğun be lirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma, gözlemsel, retrospektif bir Kohort çalışmasıdır; 2005 ve 2020 yılları
arası. Kontrol grubu olarak sadece siroz tanılı olgular alınmıştır ve bu hastalarda HCC veya HRS tanıları
yoktur. Kontrol grubuna ek olarak 3 ayrı grup daha tanımlanmıştır; HCC grubu, HRS grubu ve HCC&HRS
grubu. Kontrol grubuna malign hastalığı olanlar (HCC dışı) alınmamıştır. Hemogram sonuçlarından elde
edilen nötrofil, lenfosit ve platelet sayımları kullanılarak tüm hasta grupları için, nötrofil-lenfosit oranı
(NLR), nötrofil-platelet oranı (NPR), sistemik immün inflamatuvar indeks (SII) skoru ve CRP’nin albümine
oranı (CAR) hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 110 hasta alınmıştır; hastaların 26’sı (%23,6) kadın iken 84’ü (%76,4)
erkektir. Siroz grubunda 29 (%26,4) hasta, HCC grubunda 27 (%24,5), HRS grubunda 18 (%16,4) ve
HCC&HRS grubunda ise 36 (%32,7) vardır. Gruplardan bağımsız olarak tüm popülasyonda hastaların
63’ü (%57,3) HCC iken 54’ü (%49,1) HRS tanılıdır; HRS hastalarında 36 (%32,7) Tip 1 ve 18 (%16,4)
ise Tip 2 hastasıdır. Sağ kalım bakımından değerlendirmede takip sürecinde tüm hastaların 68’i
(%61,8) kaybedilmiştir (exitus); 27 (tüm hastaların %24,5’i) hasta ilk 1 yıl içinde kaybedilmiştir. Serum
biyobelirteçlerin, HRS tespit etme yeteneklerinin ROC analizleriyle karşılaştırmalarında AUC değeri
0,7 üzerinde saptanmayan tek biyobelirteç SII’dır; >624 eşik değeri için AUC: 0,674 (0,578–0,760).
Serum biyobelirteçlerin, tanı gruplarından bağımsız genel sağ kalımı tahmin etme yeteneklerinin ROC
analizleriyle karşılaştırmalarında tüm biyobelirteçler için AUC>0,7 saptanmıştır; en yüksek sensitivite
(%70,59) ve spesifisite (%80,95) değerleri NLR ve CAR için sapt anmıştır.
Sonuç: Serum biyobelirteçleri NLR, NPR, SII ve CAR siroz hastalarında HCC, HRS varlığında genel sağ
kalımı predikte etmeye yeterlidirler. Hepatorenal sendromu tespit etme bakımından NLR, NPR ve CAR
yeterli sensitivite ve spesifisiteye sahiptir .
Aim: In this study, it was aimed to evaluate the diagnosis and survival relationships of serum biomarkers
in patients with HCC and HRS, as well as to determine their sui tability for routine use in practice.
Patients and Methods: This is an observational, retrospective cohort study; between years 2005 and
2020. Only cases diagnosed with cirrhosis were included as the control group and these patients did not
have a diagnosis of HCC or HRS. In addition to the control group, 3 different groups were defined; HCC
group, HRS group and HCC&HRS group. Those with malignant disease (non-HCC) were not included in
the control group. Using neutrophil, lymphocyte and platelet counts obtained from hemogram results,
neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-platelet ratio (NPR), systemic immune inflammatory index
(SII) score and CRP to albumin ratio (CAR) were calculated for all patient groups.
Results: A total of 110 patients were included in the study; While 26 (23.6%) of the patients were female,
84 (76.4%) were male. There were 29 (26.4%) patients in the cirrhosis group, 27 (24.5%) in the HCC
group, 18 (16.4%) in the HRS group, and 36 (32.7%) in the HCC&HRS group. Regardless of the groups,
63 (57.3%) of the patients in the whole population were diagnosed with HCC, while 54 (49.1%) were
diagnosed with HRS; 36 (32.7%) patients with HRS were Type 1 and 18 (16.4%) were Type 2 patients. In
terms of survival, 68 (61.8%) of all patients died during the follow-up period (exitus); 27 patients (24.5%
of all patients) died within the first year. In comparisons of the HRS detection capabilities of serum
biomarkers with ROC analyses, the only biomarker whose AUC value was not detected above 0.7 is SII;
AUC for >624 threshold: 0.674 (0.578–0.760). Comparisons of serum biomarkers' ability to predict overall
survival independent of diagnostic groups with ROC analyzes found AUC>0.7 for all biomarkers; The
highest sensitivity (70.59%) and specificity (80.95%) values we re determined for NLR and CAR.
Conclusion: Serum biomarkers NLR, NPR, SII and CAR are sufficient to predict overall survival in the
presence of HCC, HRS in cirrhotic patients. NLR, NPR and CAR have sufficient sensitivity and specificity
to detect hepatorenal syndrome.
Hatice Solak, Zülfikare Işık Solak Görmüş, Raviye Özen Koca, Selim Kutlu
Amaç: İntravenöz glikoz infüzyonunun ventromediyal nükleusta (VMN), dopamin ve metaboliti dihidroksifenilasetik
asit, norepinefrin ve metaboliti dihidroksifenil glikol düzeylerine etkilerinin beyin mikrodiyaliz yöntemiyle
araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Deneylerde normal beslenen 2 grup ve 24 saat besin alımı kısıtlanan 2 grup (serum
fizyolojik ve glikoz uygulanan) yetişkin erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Mikrodiyaliz örnekleri 20’şer dakikalık
sürelerde toplandı. İlk örnekler kontrol olarak kaydedildikten sonra, kontrol gruplarına serum fizyolojik, glikoz
gruplarına da %50’lik glikoz çözeltisi 1.4 ml/kg dozunda intravenöz yolla uygulandı. Tok ve aç hayvanlarda serum
fizyolojik ve glikoz uygulamasından sonraki 40 dakika boyunca örnekler toplanıp HPLC-ECD sisteminde analiz
edildi. Değerler, uygulama öncesi kontrolleriyle normalize edilip tek yönlü varyans analizi kullanılarak istatistiksel
olarak değerlendirildi.
Bulgular: Dopamin konsantrasyonları fizyolojik salin uygulanan aç ve tok hayvanlarda ve glikoz uygulanan aç
hayvan grubunda değişmezken, glikoz uygulanan tok grupta istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir artış gözlendi.
DOPAC konsantrasyonları glikoz uygulanan tok grupta kontrolle karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir
artış gösterdi (p=0,004).
Sonuç: Çalışmanın bulguları, hipotalamik VMN’deki dopaminerjik nörotransmisyonun kan glikoz düzeyiyle
değişebileceğini göstermektedir. Besin alımını takiben ortaya çıkan hiperglisemi, VMN’de dopaminerjik
nörotransmitter konsantrasyonunu artırarak tokluk duygusunun ol uşmasına katkı yapabilir.
Aim: We aimed to investigate the effects of intravenous glucose infusion in dopamine and its metabolite
dihydroxyphenylacetic acid, norepinephrine and its metabolite dihydroxyphenylglycol levels in ventromedial
nucleus (VMN) by brain microdialysis method.
Patients and Methods: 2 groups of normally fed (saline and glucose administered) and 2 groups of 24 hours
food restricted (saline and glucose administered) male adult Wistar albino rats were used. Microdialysis
samples were collected at 20-minute intervals. After recording the first samples, 1.4 ml/kg 50% glucose
solution and 0.9% saline were infused via tail vein. Then, other microdialysis samples were collected for 40
minutes from satiated and fasted rats. All microdialysis samples were analyzed by HPLC-ECD system. All
values were normalised with controls before application and sta tistically analysed by SPSS 20.0.
Results: While dopamine concentrations didn’t change in physiological saline administered fasted and
satiated animals and glucose-administered fasted animals, a statistically insignificant increase was noticed
in glucose-administered satiated groups. DOPAC concentrations showed a statistically significant increase in
satiated glucose group compared to control group about DOPAC concentrations (p=0.004).
Conclusion: Dopaminergic neurotransmission in VMN may vary with blood glucose level. Hyperglycemia
following food intake may contribute to the feeling of satiety by increasing dopaminergic neurotransmitter
concentration in VMN.
Turan Akdağ, Saadet Kader
Amaç: Laboratuvar testleri, klinik açıdan tanısal karar vermenin önemli bir parçasıdır. Bu nedenle ölçüm
belirsizliği laboratuvar sonuçlarının doğruluğu bağlamında ön plana çıkmaktadır. Bu çalışmada, 29 rutin
biyokimya analitinin ölçüm belirsizliği araştırılarak farklı ka lite hedefleri ve sonuçları değerlendirildi.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada Mindray BS-800 otoanalizörü ile Ekim 2020 - Nisan 2021 tarihleri arasında
çalışılan 29 analitin ölçüm belirsizliği analiz edilmiş ve ISO/TS 20914 Kılavuzuna göre değerlendirilmiştir.
Ölçülen değerlerin tanımlanması, ölçümü etkileyen faktörlerin belirlenmesi, metot ölçüm belirsizliği,
kalibrasyon belirsizliği, kalite kontrol verilerinden oluşan dış belirsizlik ve ölçüm belirsizlikleri belirlenmiştir.
Ayrıca kalite kontrol verilerinden oluşan eksternal belirsizlik ve ölçüm belirsizlikleri de ölçülmüştür .
Bulgular: Ölçülen analitlerden trigliserit, demir, fosfor, GGT, kreatin kinaz, ürik asit, lipaz ve CRP’ nin
her iki seviyede EFLM ve Ricos toplam izin verilen hata (TEa %) değerlerine göre limit içerisinde olduğu
görülürken, ALT’ nin 2. seviyede ve 1.seviyede Ricos’ a göre geçtiği, amilazın 2. seviyede geçtiği, AST’
nin 2. seviyede Ricos’a göre geçtiği, total kolesterolün 2. seviyede geçtiği, HDL’ nin 2. seviyede geçtiği,
potasyumun 2. seviyede Ricos’a göre geçtiği, total bilirubinin 2. seviyede Ricos’a göre geçtiği, LDH’ nin
2. seviyede EFLM’ ye göre geçtiği, BUN’ un ise 2. seviyede geçtiği belirlenmiştir .
Sonuç: Ölçüm sonuçlarının dağılımını gösteren bir değer olarak ölçüm belirsizliği, laboratuvar testlerinin
ölçüm ve test sonuçlarının değerlendirilmesinde önemli rol oynar. Çalışmamızda EFLM ve Ricos' un toplam
izin verilen hatasına (%TEa) göre trigliserit, demir, fosfor, GGT, kreatin kinaz, ürik asit, lipaz ve CRP
analitlerinin her iki düzeyde de uyumlu olduğu, diğer parametrelerin ise uyumlu olmadığı görülmektedir.
Daha ileri ve kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: Laboratory tests are an important part of clinical diagnostic decision. Therefore, measurement
uncertainty stands out in the context of the accuracy of the laboratory results. In the study, different
quality objectives and results were evaluated by investigating the measurement uncertainty of 29 routine
biochemistry analytes.
Material and Methods: The measurement uncertainty calculation model of 29 analytes were analyzed
with the Mindray BS-800 autoanalyzer between October 2020 and April 2021, and evaluated according
to ISO/TS 20914 Guideline. The external uncertainty and measurement uncertainties consist of definition
of the measured values, determination of the factors affecting the measurement, method measurement
uncertainty, calibration uncertainty , and quality control data were determined.
Results: The measured analytes as triglyceride, iron, phosphorus, GGT, creatine kinase, uric acid, lipase
and CRP were compatible with EFLM and Ricos total allowable error (TEa%) values at both levels. ALT
was compatible with level 2 and level 1 according to Ricos, amylase, AST, total cholesterol, HDL and total
bilirubin were compatible with level 2 according to Ricos. In addition, LDH and BUN were compatible with
level 2 according to EFLM.
Conclusion: Measurement uncertainty shows the distribution of measurement results which displays an
important role in the evaluation of measurement of laboratory tests. In our study, it was determined that
triglyceride, iron, phosphorus, GGT, creatine kinase, uric acid, lipase and CRP analytes were compatible
with both levels according to the total allowable error (TEa%) of EFLM and Ricos. Also, it was observed
that the other parameters were not compatible with both levels. Further and comprehensive studies are
needed.
Cengiz Kılıcaslan, Hüseyin Mutlu, Ekrem Taha Sert, Kamil Kokulu
Amaç: Yanık, özellikle çocukluk döneminde sık görülen bir durumdur. Yanık oluşan çocuklarda, dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) semptomlarının görülme sıklığını belirlemek ve sağlıklı çocuklarla
karşılaştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Ağustos 2019- Nisan 2021 tarihleri arasında yürütülmüştür.
Çalışma grubu, çocuk acil servise yanık nedeni ile başvuran 3-16 yaş arası çocuk hastalardan seçildi.
Kontrol grubu, travma dışı sebeplerle çocuk acil servise başvuran 3-16 yaş arası çocuklardan seçildi. Her
iki grubun da kültürel ve demografik özellikleri benzerdi. Her iki gruba da İlk müdahale ve stabilizasyondan
sonra revize edilmiş Conners Ebeveyn Derecelendirme Ölçekleri ( CPRS-R) uygulandı.
Bulgular: Çalışma grubu 143 kişiden oluşturuldu yaş ortalaması 6,93 ± 2,96 yıl (dağılım: 3-16) ve 69'u
(%48,3) kızdı. Kontrol grubu yaş ortalaması 6.72 ± 2.48 yıl (dağılım: 3-16) olan 140 çocuktan oluşmaktaydı
ve olguların %49.3'ü kızdı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı fark
yoktu (sırasıyla p = 0.36, 0.84). Yanıkların en sık nedeni( %69.2) sıcak su veya yağdan oluşmaktaydı.
Yanıkların büyük bir kısmı (%89,5) ayaktan müdahale sonrası acil servisten taburcu edildi. CPRS-R'nin
hesaplanan tüm alt ölçek puanları; -bilişsel problemler/dikkatsizlik alt ölçek puanları dışında- çalışma
grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Çalışma grubundaki ebeveynlerin eğitim
durumu kontrol grubundakilere göre daha yüksekti.
Sonuç: Bizim bulgularımız acil servise yanık yaralanmaları nedeniyle başvuran çocuklarda DEHB
belirtilerinin görülme sıklığının yüksek olabileceğini gösterme ktedir.
Aim: Burns are common, especially in children. Here, we aimed to determine incidence of attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) symptoms in children with burns a nd compare them with healthy children.
Patients and Methods: This prospective study was conducted between August 2019 and April 2021. The
study group consisted of pediatric patients aged between 3-16 years admitted to the pediatric emergency
with burns. Children aged between 3-16 years admitted for non-traumatic reasons also constituted the
controls. Cultural and demographic characteristics of both groups were similar. After initial intervention
and stabilization, the revised Conners’ Parental Rating Scale (CPRS-R) was applied to both groups.
Results: The study group consisted of 143 individuals with a mean age of 6.93±2.96 years, and 69
(48.3%) were girls. The control group consisted of 140 children (mean age: 6.72±2.48 ranging between
3-16 years), and 49.3% were girls. There was no statistically significant difference between both groups
regarding age and gender (p=0.36, 0.84, respectively). The most common cause of burns (69.2%)
was exposure to hot water or oil spill. Most of the victims due to burns (89.5%) were discharged from
emergency after outpatient intervention. All subscale scores calculated through CPRS-R, except for
cognitive problems/inattention subscale scores, were significantly higher in the study group than the
controls. The educational status of the parents in the study group was hi gher than those of the controls.
Conclusion: Our findings indicated that the incidence of ADHD symptoms may be higher in children
admitted to the emergency department due to burn injuries.
Fakıh Cıhat Eravcı, Necdet Poyraz, Celalettin Korkmaz, Hilmi Alper, Miyase Orhan, Mehmet Akif Dündar, Pınar Diydem Yılmaz, Hamdi Arbağ
Amaç: Literatür, koku ve tat kaybı semptomları yaşayan COVID-19 hasta grubunun daha genç olduğunu,
ağırlıklı olarak kadın olduğunu ve bunlarda hastalığın daha hafif seyrettiğini ortaya koydu. Mevcut
çalışmada COVID-19 ile hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığının pnömoni
şiddeti ve laboratuvar test sonuçları ile ilişkisinin değerlend irilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Ekim 2020-Mart 2021 tarihleri arasında Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı tarafından
yatırılan ve toraks bilgisayarlı tomografisi (BT) çekilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.
Hastaların toraks BT bulguları, her bir lob için şiddet skoru ile skorlandı ve toplam skor elde edildi.
Pnömoni lezyonların şekline, dağılımına ve görünümüne göre sınıflandırıldı ve laboratuvar test sonuçları
kayıt edildi. Bu bulgular koku ve tat kaybı varlığına göre karş ılaştırıldı.
Bulgular: Yaş ortalaması 53.0±14.5 yıl (18-89 yıl) olan, 89'u (%50.2) erkek ve 88'i (%49.8) kadın olmak
üzere toplam 177 hasta değerlendirilmeye dahil edildi. Anosmi ve ageusia semptomlarından en az birini
yaşayan (Grup 1) hasta sayısı 67 (%37.9) olup, geri kalanı (Grup 2) bunlardan hiçbirini yaşamamıştır. Bu
semptomları olan, Grup 1 hastalarının yaş ortalaması, Grup 2’ye kıyas ile daha gençti (p=0,009). Toplam
pnömoni skoru ve tutulum paternleri açısından gruplar arasında fark saptanmadı (p> 0.05). Bu gruplar
laboratuvar sonuçları açısından da benzer bulundu (p> 0.05).
Sonuç: Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı prevalansı az değildir ve bu semptomlar gençlerde
daha sıktır. Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığı ile pnömoni şiddeti ve
laboratuvar sonuçları arasında ilişki saptanmadı. Bu semptomların hastanede yatan hastalarda, hastalığın
şiddeti açısından prognostik değeri yoktur .
Aim: The literature revealed that group of COVID-19 patients who experience anosmia and ageusia
symptoms is younger, is predominantly female, and experiences a milder course of the disease. This
study aimed to evaluate the relationship of the presence of anosmia and ageusia symptoms with the
severity of pneumonia and laboratory test results in hospitaliz ed patients with COVID-19.
Patients and Methods: A retrospective evaluation was made of patients who were hospitalized by
the Department of Pulmonology between October 2020-March 2021 and underwent thorax computed
tomography (CT). Thorax CT findings of the patients were scored with a severity score for each lobe and
a total score was obtained. Pneumonia was classified according to the shape, distribution and appearance
of the lesions, and laboratory test results were obtained. These findings were compared according to the
presence of anosmia and ageusia symptoms.
Results: Evaluation was made of a total of 177 patients, comprising 89(50.2%) males and 88(49.8%)
females with a mean age of 53.0±14.5 years (range, 18-89 years). The number of patients who experienced
at least one of the symptoms of anosmia and ageusia (Group 1) was 67(37.9%) and the rest (Group 2)
did not experience any of these symptoms. The Group 1 patients who experienced these symptoms was
younger (p=0.009). No difference was determined between groups regarding the total pneumonia score
and involvement patterns (p> 0.05). The groups were similar in terms of laboratory results(p> 0.05) .
Conclusion: The prevalence of anosmia and ageusia in hospitalized patients is not a small number and
is more common in the younger population. No association was seen between the presence of these
symptoms and milder pneumonia severity and laboratory results. These symptoms do not have prognostic
value for the severity of the disease in hospitalized patients.
Burhan Apillioğulları, Buğra Kaya
Amaç: Özofagus kanseri(ca) tanısı alan ve 18F-Florodeoksiglukoz (18F-FDG) Pozitron Emisyon Tomografi /
Bilgisayarlı Tomografi (PET/BT) görüntüleme kullanılarak evrelemesi yapılan hastaların bulgularını retrospektif
olarak analiz etmeyi ve sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Şubat 2015 ile Şubat 2020 tarihleri arasında hastanemizde 18F-FDG PET/
BT ile evrelemesi yapılmış 37 özofagus ca tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün
lokalizasyonu ve 18F-FDG PET/BT maksimum standardize alım değeri (SUVmax), mediastinal, abdominal
ve servikal lenf nodları, akciğer(AC), karaciğer(KC), kemik ve diğer alanlara olan metastazlarına ait bulgular
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 66,97± 4,54 yıl bulundu. 20 hasta (%54) erkek, 17 hasta (%46) kadındı. 10
hasta (%27) özofagus üst bölge tümörü, 23 hasta (%62) özofagus alt bölge tümörü, 4 hasta özofagus orta bölge
tümörüydü (%11). 23 hastanın patolojik tanısı squamöz hücreli ca, 14 hastanın adeno ca olarak tespit edildi. Tüm
hastalarda primer tümör SUVmax ortalaması 14,09±6,36 olarak ölçüldü. Squamöz ca tanılı hastaların primer tümör
SUVmax ortalaması 14,51±6,63, adeno ca tanılı hastaların primer tümör SUVmax ortalaması 13,40±6,03 olarak
bulundu. 8 hastada hiçbir metastaz bulgusuna rastlanmazken 29 hastada metastaz belirlendi. Ayrıca 3 hastada
ise ikinci bir primer malignite (ikisi kolon ca, birisi nazofarenks ca) saptandı. Tedavi ve takiplerine hastanemizde
devam edilen 9 hastanın 7’ sinde progresyon, 2’sinde ise regresyon izlendi.
Sonuç: Özofagus ca tanısı alan hastaların ilk evrelemesinde, 18F-FDG PET/BT günümüzde kullanım sıklığı
gittikçe artan faydalı bir görüntüleme yöntemidir . Bizim çalışmamızda bunu destekler niteliktedir .
Aim: We aimed to retrospectively analyze and present the findings of patients diagnosed with esophageal
cancer and staged using 18F-Fluorodeoxyglucose (18F-FDG) Positron Emission Tomography/Computed
Tomography (PET/CT) imaging.
Patients and Methods: Thirty-seven patients diagnosed with esophagus who were staged with 18F-FDG
PET/CT in our hospital between February 2015 and February 2020 were included in this study. Patients'
age, gender, localization of the primary tumor and 18F-FDG PET/CT maximum standardized uptake value
(SUVmax), findings of metastases to mediastinal, abdominal and cervical lymph nodes, lung, liver, bone and
other areas were retrospectively evaluated as.
Results: The meanage of the patients was 66,97 ± 14,54 years. 20 patients (54%) were male, 17 patients
(46%) were female. 10 patients (27%) had upper esophagus tumors, 23 patients (62%) had lower esophagus
tumors, 4 patients had middle esophageal tumors (11%). The pathological diagnosis of 23 patients was
squamous cell ca, 14 patients were adeno ca. The mean of primary tumor SUV max was measured as 14,09
± 6,36 in all patients. The mean primary tumor SUVmax of the patients diagnosed with squamous ca was
14,51 ± 6,63, and the mean of primary tumor SUV max of the patients diagnosed with adeno ca was found to
be 13,40 ± 6,03. Progression was observed in 7 of 9 patients whose treatment and follow-ups were continued
in our hospital, and regression was observed in 2 of them.
Conclusion: In the initial staging of patients diagnosed with esophageal ca, 18F-FDG PET/CT is an
increasingly useful imaging method. Our study supports this.
Halil Kara, Mahmoud Almbaidheen, Ebru Sağlam
Amaç: Evlilik izni için yönlendirilen adölesan annelerin sosyodemografik özelliklerinin, anksiyete ve depresyon düzeylerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2018-2020 tarihleri arasında evlilik izni için polikliniğe başvurduğu dönemde anne olan 65 ergen olgu dahil edilmiştir. Olguların psikiyatrik değerlendirmelerini içeren hastane kayıtları, sosyodemografik verileri ve düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Değerlendirildiği dönemde depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemek amacıyla Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) öz bildirim ölçeğini doldurmaları istenmiştir ve bilişsel gelişimin değerlendirilmesi için psikolog tarafından uygulanan Kent E-G-Y ve Porteus Labirentleri zeka testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 16,33±0,307 yıldı. Gayriresmi evlilik yaptıkları yaşlar değerlendirildiğinde ise ortalama evlilik yaşının 15,44±0,499 yıl olduğu tespit edildi. Ortalama eğitim sürelerinin 5,08± 1,461 yıl olduğu görülmüştür. Gayriresmi evlilik yapmadan önce olguların %70,8’i köyde, %29,2 kentte yaşıyorken evlilik sonrası ise olguların %53,8’i köyde, % 46,2 ‘sinin kentte yaşıyordu. Yapılan gayriresmi evliliklerin % 27,7’sinin ise akraba evliliği olduğu tespit edilmiştir. Olguların kliniğe başvurdukları esnada sahip oldukları çocukların yaş ortalaması 4,05±3,701 ay olduğu saptanmıştır. Sonuç: Erken evlilik yapan ve 18 yaş öncesi doğum yapan kızların eğitim sürelerinin ve sosyoekonomik düzeylerinin düşük, eşleri ile aralarındaki yaş farkının fazla, eşlerinin iş imkanlarının kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır. Erken yaş evlilikleri önlemeye yönelik müdahale programlarının ve yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, hem ergen evliliklerin hem de ergen anne olmanın ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların engellenmesine katkıda bulunabilir.
Objective: ıt was aimed to retrospectively evaluate the sociodemographic characteristics, anxiety and depression levels of adolescent mothers who were referred for marriage leave. Material and methods: 65 adolescent cases who became mother when they applied to the outpatient clinic for marriage permission between 2018-2020. Hospital records, sociodemographic data and edited forensic reports including psychiatric evaluations of the cases were reviewed retrospectively. In order to determine their depression and anxiety levels during the evaluation period, they were asked to fill in the anxiety and depression scale-revised self-report scale and kent e-g-y and porteus labyrinths intelligence tests applied by the psychologist were applied to evaluate the cognitive development.
Results: The mean age of the subjects included in the study was 16.33±0.307 years. It was determined that the mean age at which they were married unofficially was 15.44±0.499 years. It was observed that the average education period was 5.08±1.461 years. Before the unofficial marriage, 70.8% of the cases lived in the village and 29.2% in the city, after the marriage, 53.8% of the cases lived in the village and 46.2% in the city. It has been determined that 27.7% of unofficial marriages are consanguineous marriages. It was determined that the mean age of the children of the patients when they applied to the clinic was 4.05±3,701 months.
Conclusion: Girls who married early and gave birth before the age of 18, ıt reveals that their education period is short, their socioeconomic level is low, the age gap with their spouses is high, and their spouses' job opportunities are limited. The development of intervention programs and legal regulations aimed at preventing early marriages may contribute to the prevention of both adolescent marriages and the negative consequences of being an adolescent mother.
İsmail Hakkı Korucu, Osman Serhat Tokgöz, Sami Küçükşen, Hasan Hüseyin Kır, Sinan İyisoy
Amaç: Lateral dirsek tendinopatisi öncelikle ekstansör digitorum communis, ekstansör karpi radialis brevis
ve ekstansör karpi ulnaris kaslarının ekstansör disfonksiyonu ile ilişkilidir.Ekstansör karpi radialis brevis
ve ekstansör karpi ulnarisin ikincil işlevleri, sırasıyla bileğin radyal ve ulnar deviasyon hareketidir. Bileğin
(radio-ulnar) bu antagonistik kuvveti nedeniyle bir kısır döngü olarak ortak ekstansör tendonun tam olarak
dinlenemeyeceğini varsaydık. Bu çalışmada tam iyileşmeyi engelleyen kronik persistan patofizyolojik
mekanizmayı açıklamayı ve bu yeni egzersiz yönteminin sonuçları nı sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: 2015-2016 yılları arasında 47 LET hastası (egzersiz: 27; kontrol: 20) vaka kontrol
çalışmasına dahil edildi. Egzersiz, egzersiz grubu için ulnar-radial deviasyondan oluşuyordu. Hasta
dereceli tenisçi dirseği değerlendirme (PRTEE) testi başlangıç, 1., 6. ve 12. aylardaki ölçümler için
kullanıldı. İki grubun bu puanlarını karşılaştırmak için karma modeller kullanıldı.
Bulgular: Egzersiz ve kontrol gruplarının PRTE başlangıç puanları arasında fark yoktu (t:-0.22, p:0.830).
1., 6. ve 12. aylardaki PRTE puanları, egzersiz grubunda kontrollere göre anlamlı olarak daha düşüktü (t:
-3.71, p: 0.0003; t: -3.88, p:0.0002; t: -2.28, p:0.024 , sıras ıyla).
Sonuç: Ortak ekstansör tendon bu antagonistik kuvvet nedeniyle tam olarak dinlenemez. Tendon
üzerindeki antagonistik gerilimi azaltmayı amaçlayan egzersiz yönteminin, uzun süreli inflamasyon ve/
veya tendinoz mekanizmasının anlaşılmasına katkı sağlayabilecek etkili olduğu bulundu.
Aim: Lateral elbow tendinopathy is primarily associated with an extensor dysfunction of extensor digitorum
communis, extensor carpi radialis brevis and extensor carpi ulnaris muscles. The secondary functions
of extensor carpi radialis brevis and extensor carpi ulnaris are radial and ulnar deviation movement
of the wrist, respectively. We hypothesized that common extensor tendon cannot fully rest, due to this
antagonistic strength of wrist (radio-ulnar) as a vicious circle. We aimed to explain the chronic persistent
pathophysiological mechanism that prevented complete recovery and to present results of this novel
exercise method in the study .
Patients and Methods: 47 LET patients (exercise: 27; control: 20) were included in the case-control
study between 2015 and 2016. The exercise consisted of ulnar to radial deviation for the exercise group.
The patient-rated tennis elbow evaluation (PRTEE) test was used for measurements at baseline, 1st , 6th,
and 12th months. Mixed models were used to compare these score s of the two groups.
Results: There was no difference between the PRTEE baseline scores of the exercise and control groups
(t:-0.22, p:0.830). The PRTEE scores in the 1st ,6th, and 12th months were significantly lower in the
exercise group than in the controls ( t: -3.71, p: 0.0003; t: -3.88, p:0.0002; t: -2.28, p:0.024, respectively).
Conclusion: Common extensor tendon cannot fully rest, due to this antagonistic strength. The exercise
method, which aims to decrease the antagonistic tension on the tendon, was found to be effective, which
may contribute to understand the prolonged inflammation and/or tendinosis mechanism.
Zafer Bağcı
Amaç: Bu çalışmada, Orta Anadolu’daki bir eğitim ve araştırma hastanesi’nin çocuk kliniğinde bir
yıl boyunca belirlenen D Vitamini düzeylerinin yaş gruplarına, cinsiyete ve mevsim özelliklerine göre
değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif çalışma, bir hastanenin çocuk polikliniğine Ocak 2019-Aralık 2019
tarihleri arasında başvuran ve D vitamini düzeyi belirlenen 0-18 yaş arası çocukların verileri kullanılarak
yapılmıştır. Çocuklar, Standart 6 önerilerine göre 28 gün-12 ay, 13 ay-2 yaş, 2-5 yaş, 6-11 yaş ve 12-
18 yaş olmak üzere beş farklı yaş grubuna ayrıldı. D vitamini düzeyleri yaş grubu, cinsiyet ve başvuru
mevsimi açısından değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 5360 (56.4%)’i kız, 4136 (43.6%)’sı erkek olmak üzere toplam 9496 çocuk dahil
edildi. Katılımcıların 6472 (%68.2)’sinin 25(OH)D düzeyi 20 ng/mL’nin altında (eksikliği temsil eder), 2085
(%21.9)’inin 21-29 ng/mL arasında (yetersizliği temsil eder), 939 (%9.9)’unun ise 30 ng/mL’nin üzerinde
(yeterliliği temsil eder) idi. Kızlarda D vitamini düzeylerinin erkeklere göre daha düşük olduğu, D vitamini
düzeylerinin yaşla ters orantılı olduğu, D vitamini düzeylerinin en düşük değerlerine kışın, en yüksek
değerlerine ise yazın ulaştığı belirlendi. Yaş grubu, cinsiyet ve başvuru mevsiminin D vitamini düzeyleri
üzerindeki etkileri istatistiksel olarak anlamlıydı (P < 0,001).
Sonuç: Tüm yaş grupları için ortalama D vitamini düzeyleri ya yetersiz ya da eksikti. 0-18 yaş arası
çocuklarda D vitamini seviyeleri yaş, cinsiyet ve mevsim ile ilişkilidir. Özellikle risk altındaki gruplarda D
vitamini eksikliğini veya yetersizliğini önlemek için gerekli ö nlemler alınmalıdır.
Aim: This study aimed to evaluate vitamin D levels, which were determined over a year in the pediatric
clinic of a training and research hospital in Central Anatolia, according to age groups, gender, and
seasonal characteristics.
Patients and Methods: This retrospective study was conducted using the data of children aged 0–18
years who applied to the children’s clinic of a hospital between January 2019 and December 2019 and
whose vitamin D levels were determined. Children were divided into five different age groups, 28 days–12
months, 13 months–2 years, 2–5 years, 6–11 years, and 12–18 years, in accordance with Standard 6
recommendations. Vitamin D levels were evaluated in terms of age group, gender, and admission season.
Results: A total of 9496 children, 5360 (56.4%) females and 4136 (43.6%) males, were included in the
study. A 25(OH)D level below 20 ng/mL (representing a deficiency) was found in 6472 (68.2%) of the
participants, while 2085 (21.9%) participants had a 25(OH)D level between 21–29 ng/mL (representing an
insufficiency) and 939 (9.9%) participants had a 25(OH)D level over 30 ng/mL (representing sufficiency).
It was determined that vitamin D levels are lower in girls than in boys, vitamin D levels are inversely
proportional to age, and vitamin D levels reach their lowest values in winter and highest values in summer.
The effects of age group, gender, and season of admission on vitamin D levels were statistically significant
(P < 0.001).
Conclusion: The mean vitamin D levels for all age groups were either insufficient or deficient. Vitamin D
levels in children aged 0–18 is related to age, gender, and season. Necessary measures should be taken,
especially for at-risk groups, to prevent vitamin D deficiency or insuf ficiency.
Aysun Acun, Nurcan Çalışkan
Bu derlemenin amacı, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemeye yönelik yapılan ve yayınlanan
müdahale çalışmalarının sistematik olarak incelenmesidir. Bu çalışmada anahtar kelime olarak “Preventing
CLABSI infections” (Central Line-associated Bloodstream Infection=CLABSI) kullanılarak MEDLINE, CINAHL
COCHRANE Library ve PUBMED veri tabanları taranmıştır. 1 Ocak 2016-10 Kasım 2020 tarihleri arasında
uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalar değerlendirilmiş olup, yapılan tarama sonucunda 99 yayına
ulaşılmıştır. Dahil edilme/çıkarılma kriterleri doğrultusunda yedi çalışma derleme kapsamına alınmıştır. İncelenen
çalışmaların sonucunda, el hijyeni, kateter yerleştirilmesi sırasında maksimum bariyer önlemlerine uyulması,
%2’lik klorheksidin ile cilt antisepsisi, uygun pansuman uygulaması, femoral venden kaçınma ve günlük kateter
gerekliliğinin sorgulanması gibi kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygun yöntemler aracılığıyla
uygulanmasının santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemede etkin olduğu saptanmıştır. Bu
sistematik derlemenin sonucunda, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu insidansının düşürülmesi için
kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin özellikle yetişkin yoğun bakım ünitelerinde uygun yöntemler eşliğinde
uygulanmaya devam edilmesinin gerekliliği saptanmıştır.
The purpose of this review is to systematically review the intervention studies conducted and published to
prevent central catheter-related bloodstream infections. In this study, MEDLINE, CINAHL COCHRANE Library
and PUBMED databases were searched using “Preventing CLABSI infections” (Central Line-associated
Bloodstream Infection = CLABSI) as a keyword. Studies published in international journals between January
1, 2016 and November 10, 2020 were evaluated, and 99 publications were reached as a result of the search.
Seven studies were included in the scope of the review in line with the inclusion / exclusion criteria. As a
result of the investigated studies, the application of evidence-based infection control measures such as
hand hygiene, adherence to maximum barrier precautions during catheter insertion, skin antisepsis with 2%
chlorhexidine, appropriate dressing, avoiding the femoral vein and questioning the need for daily catheters
through appropriate methods It has been found to be effective in preventing associated bloodstream infections.
As a result of this systematic review, it was determined that evidence-based infection control measures
should be continued to be applied in adult intensive care units, especially in adult intensive care units, in order
to reduce the incidence of central catheter-associated bloodstr eam infections.
Murat Çakır, Mehmet Biçer
Erken evre distal özofagus kanserleri ve proksimal mide kanserlerinde en yaygın tedavi yöntemi cerrahidir.
Özofagus cerrahisinin zorluklarından biri gastrointestinal devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amaçla mide,
ince barsak ve kolon kullanılabilir. Neoözofagus posterior mediastinal veya retrosternal alandan servikal
bölgeye ulaştırılır. Distal özofagus kanseri nedeniyle opere edilip özofagusu güdük halinde bırakılan
hastanın yapılan presternal kolonik transpozisyonu literatür eşliğinde tartışılması amaçlandı. 61 yaşında
erkek hasta, özofagus ca nedeniyle transhiatal olarak total gastrektomi ve distal özofajektomi cerrahisi
uygulanmış. Anastomoz kaçağı nedeniyle sağ torakotomi yapılmış ve özofagus güdük olarak bırakılmış.
Beslenme jejunostomisi açılmış. Akciğer metastazı nedeniyle sol torakotomi ile metastazektomi yapılmış.
Rekonstruksiyon amaçla sol kolon presternal alandan ilerletilerek servikal bölgeye ulaştırılarak özofagus
amastomozu yapıldı. Özofagus cerrahisinde konduitin lokalizasyonunda son çare olarak presternal alanda
ilerletilmesi akılda tutulmalıdır .
The most common therapeutic method for early stage distal esophageal cancers and proximal stomach
cancer is surgery. One of the challenges in esophageal surgery is to maintain gastrointestinal continuity.
The neoesophagus is transferred from the posterior, mediastinal, or retrosternal areas to the cervical
region. A 61-year-old male patient with esophageal cancer had received transhiatal total gastrectomy,
distal esophagectomy, and Roux-en-Y esophagojejunostomy. Right thoracotomy had been performed due
to anastomotic leak with the esophageal stump left behind. Left thoracotomy and metastasectomy were
also performed due to lung metastasis. The left colon was transpositioned from the presternal area to
the cervical region for reconstructive purposes. Physicians should bear in mind that the conduit can be
advanced in the presternal area as the last resort for its localization in esophageal surgery. The aim of this
study was to present, along with literature review, the case of a patient with distal esophageal cancer for
whom presternal colonic transposition was performed with the es ophageal stump left behind.
Aslı Datlı, Cem Yıldırım, Karaca Başaran
Endoskopik kaş kaldırma ameliyatının geleneksel yöntemlere kıyasla ameliyat sahasının daha iyi görülmesi,
daha kısa yara izleri, alopesi riskinin ve kafa derisi duyusal değişikliklerinin daha az olması gibi birçok
avantajı vardır. Kaş kaldırma ameliyatlarında doğru diseksiyon tekniği, yumuşak doku bağlantılarının etkili
bir şekilde gevşetilmesi ve alın flebinin etkin bir şekilde sabitlenmesi ameliyat sonucunda önemli rol
oynar. Bu yazıda, fiksasyon amacı ile kortikal kemikte açılan dar tünelden, kalın, ağırlık taşıyan sütürlerin
taşıyıcı ilmek ile kolayca geçirilmesine olanak sağlayan kortikal fiksasyon tekniğinin bir modifikasyonunu
tanımlıyoruz
The endoscopic approach for brow lifting has many advantages such as better exposure of the operative
field, shorter scars, reduced risk of alopecia and scalp sensory changes. Correct dissection technique,
release of the soft tissue attachments and efficient fixation of the forehead flap play an important role
in the outcome of the procedure. In this paper, we describe a modification of cortical tunnel fixation
technique, which allows delivering thick, weight-bearing suture s easily from the tight cortical tunnel.