Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
Ali Acar, Recai Gürbüz, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
The ApplIcatIon Of IntravesIcal MItoxantrone On SuperfIcIal Bladder T Umors
Kliniğimizde süpeıfisiyel mesane tümörü nede-niyle transüretral rezeksiyon uygulanan ve patolojik tetkikleri grade 1 ve 2 transisyonel hücreli karsinom olduğu belirlenen 14 hastaya, postoperatif bir ay sonra başlamak üzere intrakaviter mitoxantrone uy-gulandı. Vakaların ortalama izleme süresi 13 aydır (3 ay-19 ay arası). Uygulamalarda klinik olarak belirlen-miş sistemik bir yan etki ve şimik sistit belirtisine rastlanılmadt. Uygulamalar tümörsüz periyodu kesin olarak belirleyecek uzunlukta olmamakla beraber, simik sistit meydana getirmemesi ve sadece bir hastada rekürrens görülmesinin ümit verici bir gelişme ola-rak kabul edilmesi gerektiği kanısına varıldı.
The intracaviter mitoxantrone was applied to the 14 patients who was evaluated having grade 1 and 2 transitional cell carcinoma in the pathologic examinations by using transurethral resection for the bladder tumor in our Mean follow-up period was 13 months (range 3-19 months). Any systemic complications and chemic cystitis sings weren't enough to determine the period without tumor,since they didn't cause any chemic cystitis and only one patient had recurrence, they found very hopeful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
Çağdaş Yavaş, Ahmet Büyükyörük, Güler Yavaş, Murat Araz, Özlem Ata
Olgu sunumu
Özeti
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
BIceps MetastasIs From Non-Small Cell Lung Cancer
Küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) iskelet kasına metastazı nadir görülen bir durumdur ve en etkin tedavi seçeneği tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada KHDAK’nin biseps kası metastazı nedeni ile palyatif radyoterapi uygulanan bir olgunun özellikleri ve tedavi sonucu sunulmuştur. Elli yaşında, küçük KHDAK’ne bağlı biseps metastazı olan hasta sunuldu. Kemoradyoterapiden 1 ay sonra hasta sağ kolunda ağrılı kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sağ biseps braki kasındaki ağrılı kitleden alınan biyopsinin sonucu akciğer adenokarsinom metastazı ile uyumlu geldi. Hastanın ağrılı kitlesine yönelik palyatif radyoterapi uygulandı ve sistemik kemoterapi planlandı. Palyatif radyoterapi sonrasında sağ biseps kasındaki metastatik kitlenin ağrısı kayboldu. Palyatif radyoterapiden 2 ay tanı anından ise 18 ay sonra hasta solunum yetmezliği nedeni ile kaybedildi. KHDAK’nin kas metastazı yaptığı olgularda palyatif radyoterapi iyi bir tedavi seçeneği olabilir.
Skeletal muscle metastasis from non-small-cell lung cancer (NSCLC) is a rare event and the optimal treatment strategy is still unknown. Herein we report a case with biceps metastasis from NSCLC. A 50-year-old man with a distant biceps metastasis due to NSCLC is presented. One month after chemo-radiotherapy and adjuvant chemotherapy the patient was readmitted with a painful mass located on the right biceps brachii muscle. A biopsy of the painful mass disclosed the muscle metastasis pulmonary adenocarcinoma. The patient was treated with palliative radiotherapy and systemic chemotherapy was planned. At the end of the palliative radiotherapy his pain was disappeared. Two months later (18 months after the diagnosis) the patient died of respiratory failure. Palliative radiotherapy may be a good treatment option for patient with muscle metastasis from NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
İnci Mevlitoğlu, Zeynep Olcay Ekinci, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
Herpes Zoster And MalIgnant DIseases
Son 5 yılda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğe başvuran herpes zosterli ( HZ) hastalar malign hastalıklar yönünden araştırıldı. 213 HZ’ Ii hastanın 12 ( %5,68) sinde akciğer, karaciğer, över, mesane kanseri, skuamöz hücreli karsinomf SCC), kronik lenfositik lösemi (KLL) ve non- hodgkin lenfoma gibi malign hastalıklar saptandı. Herpes Zoster geçiren hastalarını malign hastalıklar yönünden araştırılmasının uygun olacağı ancak hastalığın, bir kanser habercisi gibi ele alınmaması gerektiği düşünüldü.
/Ve observed patients with Herpes Zoster for the malignant diseases who came to dermatology elinle in the last five years. Of the 213 patients, in 12 ( % 5.68) we found malignant diseases such as pulmonary, hepatic, ovary, bladder cancers, squamous celi carcinoma, chronic lymphositic leukemia and non- hodgkin lymphoma. We suggest that, patients with Herpes Zoster must be searehed for malignant diseases, but it doesn ’ t mean that Herpes Zoster is a cancer marker.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
Hasan Esen, Metin Çapar, Gülşah Şafak
Olgu sunumu
Özeti
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
FlorId ReactIve LymphoId HyperplasIa (lymphoma-LIke LesIon) Of UterIne CervIx
Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazisi (lenfoma benzeri lezyon), başlıca kadınların üreme dönemlerinde görülen reaktif bir olaydır. Histolojik olarak bu lezyonlar lenfomaya benzer. Bu lezyonların etyolojileri multifaktöriyeldir fakat çoğu olguda neden tespit edilememiştir. 49 yaşında bayan hasta adet düzensizliği ve pelvik ağrı şikayetleri nedeni ile başka bir merkeze başvurmuş. Serviks biopsisi yapılmış ve biyopsi sonucu, serviks karsinomu ile uyumlu olarak rapor edilmiş. Hastanemize başvuran hastaya bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. BT’ de serviks hipodens ve volümü artmış görünümde idi. Probe küretaj, endoservikal küretaj ve vajinal smearinde spesifik bir özellik görülmedi. Mevcut bulgular ve şikayetleri sonrası hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi yapıldı. Makroskopik olarak serviks büyümüş ve düzensiz görünümdeydi. Subserozal yerleşimli bir adet 1,8 cm çapında myom tespit edildi. Histopatolojik incelemede serviks epitelinde erezyon ve epitel altında yoğun lenfoid hücre infiltrasyonu görüldü. Görünüm lenfomaya benzemekteydi fakat İmmunhistokimyasal CD3 ve CD20 boyamalarda lenfoid hücrelerde heterojen boyanma görüldü. Bu bulgular sonucunda olgu lenfoma benzeri lezyon olarak rapor edildi. Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazileri reaktif lezyonlardır. Yanlış tanıdan kaçınmak için; dikkatli klinik, histolojik ve immunfenotipik korelasyon gereklidir. İmmunhistokimyasal reseptör çalışmaları bu olgularda en güvenilir tanı yönetimidir.
Florid reactive lymphoid hyperplasia of uterine cervix is a reactive inflammatory process that mainly occurs in women during their reproductive years. These lesions are histologically similar to lymphoma. Etiology of these lesions are multifactorial but in many cases the cause has not been identified. A 49-year-old female patient admitted to another center with menstrual irregularity and pelvic pain complaints. A cervical biopsy was performed in that examination and the biopsy findings were compatible with cervix carcinoma. The patient referred to our hospital and computerized tomography(CT) was performed. At CT imaging cervix was hypodense and there was an enlargement in cervical volume. There were no specific findings in patient’s endometrial curettage, endocervical curettage and vaginal smear preparations. After the current findings and complaints of the patient, total abdominal hysterectomy and bilaterally Salpingo-oophorectomy were performed. Cervix was enlarged and it was in irregular appearance in the macroscopic examination. A subserosal located myoma in 1,8 cm diameter was detected. In the histopathological examination, erosion of cervical epithelium and dense lymphoid cell infiltration was observed under the epithelium. The appearance was similar to lymphoma, but immunohistochemical staining of CD3 and CD20 staining was heterogeneous in lymphoid cells. As a result of these findings, the case was reported as lymphoma-like lesion. Florid reactive lymphoid hyperplasia of cervix uteri are reactive lesions. Careful clinical, histologic and immunphenotypic correlations are required to avoid misdiagnosis. Immunohistochemical receptor studies are the most reliable diagnosis and management method of these cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
Recep Bedir, Hasan Güçer, Hakkı Uzun, İbrahim Şehitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
MucInous AdenocarcInoma Of The Prostate
Prostat kanseri dünyada erkeklerde cilt kanserlerinden sonra en sık görülen kanserdir. En sık görülen histolojik tip asiner adenokarsinomlar olup, müsinöz adenokarsinom çok daha nadir görülen bir alt tiptir. Burada 64 yaşında prostatın benign hiperplazisi nedeni ile ameliyat edilen ve rezeksiyon materyalinin histopatolojik incelemesinde müsinöz adenokarsinom tanısı alan bir olgu literatür eşliğinde tartışılmıştır.
Prostate cancer is the most common cancer after the cutaneous cancers in men worldwide. Acinar adenocarcinomas are the most common histologic type and musinous adenocarcinomas are very rare seen subtype. Here we discuss a 64-year-old man operated benign prostatic hyperplasia case whose resection material’s histopathological examination diagnosed as musinous adenocarcinoma with other literature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilomatriks Karsinoma
Yaşar Ünlü, Pınar Karabağlı, Hüseyin Kılıç, Ceyhan Uğurluoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pilomatriks Karsinoma
PIlomatrIx CarcInoma
Amaç: Pilomatriks karsinoma tanısı konulan bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hastada, sol ön kolunda yerleşim gösteren pilomatriks karsinoma olgusunu sunduk. Hasta hikayesinde lezyonun bir yıl önce geliştiği, ilk 6 aydan sonra boyutlarının hızla arttığı bildirildi. Pilomatriks karsinoma tanısı başlıca histopatolojik olarak verilir. Tümör, sıklıkla atipik mitozis gösteren, nükleolusları belirgin pleomorfik hücrelerden oluşmakta ve santralde keratotik materyal, gölge hücreleri, ve nekroz alanları ile karakterizeydi. Damar veya sinir infiltrasyonu görülmedi. Hasta 22 aydır lezyondan arınmış olarak izlenmektedir. Sonuç: Pilomatriks karsinoma düşük dereceli bir tümör olup, pilomatriksoma ve tiplerinden ayırımı yapılmalıdır. Klinisyenler ve patologların uzak metastaz potansiyeli yönünden, bu olgulara dikkatli yaklaşımı gerekmektedir. Literatürü gözden geçirerek olgunun diğer deri tümörleri ile ayırıcı tanısını tartıştık.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnossed as pilomatrix carcinoma. Case Report:We report the case of a 50-year- old man with a pilomatrix carcinoma in his left forearm. In his history the patient announced taht the lesion had developed one year ago, and its size had expanded rapidly after the first six- month period. Diagnosis of malignant pilomatricoma is essentially histopathological .The tumor was composed of pleomorphic basaloid cells with prominent nucleoli and frequent atypical mitoses accompanied by central areas with keratotic materials, shadow cells, and foci of necrosis. Vascular or perineural infiltration was not observed. The patient remained disease-free at the 22 months follow- up. Conclusion: Pilomatrix carcinoma is a neoplasm of low-grade malignancy that should be distinguished from the conventional pilomatrixoma and its variants. Clinicians and pathologists should be aware of the occurrence of pilomatrix carcinoma because of its potential for distant metastases. We reviewed the literature and comment on the histopathologic differences from other cutaneous tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Anal Submucosal Methotrexate Applıcatıons In Inoperable Bladder Tumors
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında Temmuz 1990-Temmuz 1991 tarihleri arasında inoperabıl olduğu belirlenen ve biyopsi ile transisyonal hücre!' karsinom olduğu anlaşılan biri bayan 5 hastaya anal subınukozal methotrexate uygulandı. Anal submukozal uygulamanın amacı; anal kanal ile mesane arasındaki venöz bağlantılardan ya-rarlanarak sistemik olmaktan ziyade mesanede yoğun konsantrasyonlarda drog tutulumu sağlamaktır. Uygulamalar CT, ultrasound ve endoskopik mu-ayene sonuçlarına göre belirgin düzeyde fayda sağlamaktadır. Drag uygulamalarında, uygulama bölgesinde injeksiyona bağlı yan etki belirlenmemiştir.
Anal submucosal methotrexate was applied ta totaly 5 patients; one women and 4 men with transi-tional cell carcinoma which was evaluated that it was inoperable between the dates of july 1990 and july 1991 in the urology department of Konya Selçuk Medical Faculty. The aim of applying anal submu-cosal was to provide drug involments with high con-centrtions in the bladder rather (han its being system-ic by making use of the venous comminications between anal sanal and the bladder. CT, ultrasound and endoscopic examinations proved that these applications had been useful mark-edly. Any complications hadn't been observed due to drug applications on the application area because of injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
Çağatay Han Ülkü, Yavuz Uyar, Salim Güngör
Olgu sunumu
Özeti
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
AdenoId CystIc CorcInoma Of The Base Of The Tongue
Tükrük bezi tümörleri nadirdir ve çoğunlukla parotis bezinde gelişirler. Minör tükrük bezi tümörleri, majör tükrük bezi tümörlerinden yaklaşık 10 kez daha az görülürler. Buna karşın, malignite insidansları daha yüksektir. Malign minör tükrük bezi tümörleri en sık sert damakta gelişir. Bunu dil kökü lokalizasyonu izler. Histopatolojik olarak çoğunluğunu adenoid kistik karsinom ve mukoepidermoid karsinom oluşturur. Bu çalışmada, dil kökünde adenoid kistik karsinom tanısı alan 53 yaşındaki bir bayan hasta, nadir bir olgu olması nedeniyle sunulmuştur. Literatür göz den geçirilerek tümörün karakteristikleri tartışılmıştır.
Salivary gland tumours are rare, and majority occur in the parotid gland. Minör salivary gland tumors are approx- imately 10 times less frequent than the majör salivary gland tumors. However they have a higher incidence of malignancy. The most common site of malignant minör salivary gland tumors is the hard palate. The base of tongue is the second common site. The majority of these tumours are adenoid cystic carcinoma and mucoepider- moid carcinoma. We present here a 53-year-old female with adenoid cystic carcinoma of the base of the tongue as a rare case. The literatüre was revievved and characteristics of this tümör are discussed
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Asım Duman, Cemil Ceviz, Seyfettin Sönmez, Muharrem Kalbisade, Ferit Eğriparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Research ConcernIng ColonIc And Rectal CarcInoma
Ağustos 1969 ile Ocak 1982 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde yatan kolon ve rektum kanserli 186 hastanın dosya notları incelenmiştir. Bunların 156'sında cerrahi girişimde bulunulmuş, 30 unda ise cerrahi tedavi uygulanmamıştır. Vakalarımızda lezyonun % 55,9 u rektum veya rektosigmoidte, %26,8'i sağ kolonda ve %17,3'ü ise sol kolonda yerleştiği tespit edilmiştir. Karsinomanın 156 hastanın 98'inde nonkürabl, 58'inde kürabl olduğu anlaşılmıştır. 58 hastada radikal, 98 vakada ise palyatif ameliyat tatbik edilmiştir. 156 hastada genel mortalite oranı % 26,2'dir. 89 kalın barsak kanserli hasta kliniğimize acil olmayarak başvurmuş, bunların 60'ında kanser nonkürabl olup postoperatif mortalite % 23,3 ve 29 unda kanser kürabl olup % 10,3 idi.
Between August 1969 and January 1982, D.Ü.T.F. The file notes of 186 patients with colon and rectal cancer hospitalized in the General Surgery Clinic were examined. Surgical intervention was performed in 156 of these, and surgical treatment was not performed in 30 of them. In our cases, 55.9% of the lesion was found in the rectum or rectosigmoid, 26.8% in the right colon and 17.3% in the left colon. Carcinoma was found to be non-curable in 98 and curable in 58 of 156 patients. Radical surgery was performed in 58 patients and palliative surgery in 98 patients. Overall mortality rate in 156 patients was 26.2%. Eighty-nine colon cancer patients applied to our clinic without an emergency, 60 of them cancer is non-curable and postoperative mortality was 23.3% and cancer was curable in 29 and 10.3%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
The Effects Of Cıgarette Smoke On Bronche Mucosıs
The airway epithelium of smokers demonstrates hyperplasia, loss of cilia, celluler atypia, squamous metap-lasia, dysplasia, carcinoma in situ, and finally invasive carcinoma. Alt of the premalignant histologic findings are very rare in the lung of nonsmokers. In this study, we examined the changes in the bronch epithelium of the 10 people whom smoke cigarette and people whom do not smoke cigarette by lung, segment and open
Sigara içerenlerin bronş epitellerinde hiperplazi, siliya kaybı, selüler atipi, çok katlı yassı epitel metaplazisi, displazi, karsinoma in situ, nihayet invaziv karsinom görülür. Bütün bu premalign histolojik bulgular sigara içmeyenlerde çok nadirdir. Biz bu çalışmamızda, sigara içen ve sigara içmeyen onar hastadan alınan akciğer, akciğer lobu,akciğer segmenti ve açık akciğer biyopsilerinde bronş epitelinde meydana gelen değişiklikleri inceledik. Sigara içen hastalarda bronş bazal membranlarında kalınlaşma epitel hiperplazisi, Goblet hücrelerinde artış, bronş epitelinde siliya kaybı bulduk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
ActInomycosIs Of SIgmoId Colon: MImIckIng A Colon Cancer
Abdominal aktinomikoz anaerobik bir bakteri olan Actinomyces İsraeli’nin neden olduğu nadir görülen bir enfeksiyöz hastalıktır. Pelvik aktinomikoz sıklıkla intrauterin araç (İUA) kullanımıyla birliktedir. Kronik süpüratif enfeksiyon pelvik maligniteyi taklit edebilir. Preoperatif dönemde doğru tanı konulması genellikle mümkün olmamaktadır. İUA kullanımının bu nadir komplikasyonunu farketmek hastayı gereksiz ameliyattan kurtarabilir. Olgu: 31 yaşında ve İUA kullanım öyküsü olan kadın hasta karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvurdu. Fizik muayenesinde sağ alt kadranda hassasiyeti mevcuttu. Bimanuel pelvik muayenesinde 8x10 cm’lik kitle mevcuttu. Transvajinal ultrasonda sağ overden köken alan 9x9 cm’lik kistik kitle saptandı. Hasta sağ over kist torsiyonu tanısıyla acil ameliyata alındı. Ameliyatta sağ adneks, sigmoid kolon, sakrum ve sağ pelvik duvarı infiltre eden kitle lezyonu saptandı. 10 cm’lik bir jejunum ansı’da bu kitle lezyonuna yapışıklık gösteriyordu ve sigmoid kolonda yaklaşık 5x6 cm boyutunda kitle palpe ediliyordu. Bu bulgular kolon karsinomunu destekliyordu ve intraoperatif genel cerrahi konsültasyonu istendi. Hastaya sağ salfingo ooferektomi + sigmoid rezeksiyon + segmental jejunum rezeksiyonu yapıldı. Rezeksiyon materyalinin patolojik incelemesinde aktinomikozla uyumlu kronik inflamasyon doku saptandı. Sonuç: Özellikle İUA kullanan hastalarda pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında nadir görülen bu infeksiyöz hastalık akılda tutulmalıdır.
Abdominal actinomycosis is a rare infectious disease caused by an anaerobic bacterium actinomyces israeli. Pelvic actinomycosis is generally associated with the use of intrauterin devices (IUD). This chronic suppurative infection can mimic pelvic malignancy. The diagnosis of the disease is frequently miss preoperatively. The surgeons must be aware of this rare complication in order to avoid an extensive surgical procedure. Case: We present the case of a 31 year old premenoposal woman with an abdominal pain and a history of IUD us efor 6 years. On physical examination the patient had tenderness on right lower abdomen and a palpable cystic mass 8x10 cm in size on pelvic bimanual examination. A preoperative transvaginal USG showed a 9x9 cm cystic mass originated from right ovary. The patient was taken to the emergency operating suite with the diagnosis of torsion of the right cystic ovary by gynaecologist. During the exploratory laparotomy we observed an extensive diffusely infiltrating process involving right adnexa, sigmoid colon sacrum and right pelvic Wall. A loop of jejunum was adherent to this infiltrating process and a mass 5x6 cm in size was palpated in sigmoid colon. These findings were highly suggestive of a colonic carcinoma and the patient was consulted with a general surgeon intraoperatively. Right salpingo -ooferectomy + sigmoid resection + segmental jejunal resection was performed. Pathologic findings showed chronic inflammatory tissue with evidence of actinomycosis. Conclusion: The case described here underlines that surgeons must be aware of this unusual infectious disease in the differential diagnosis of pelvic mass.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
Nezahat Yıldırım
Araştırma makalesi
Özeti
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) ExpressIon In Cutaneous KeratInous Neoplasms
Proliferasyon belirleyicilerin büyük çoğunluğunda taze dokuya ihtiyaç vardır. Bu nedenle retrospektif çalışma mümkün olamamaktadır. Prolifere olan hücre nükleus antijeni (PCNA) ise parafin kesitlere kolayca uygulana bilmektedir. Bu çalışmada, keratinöz deri tümörlerinde PCNA’nın 19A2 klonu immunohistokimyasal boya uygula narak incelendi. Skuamöz hücreli karsinom (SHK)’ da PCNA pozitifliği tüm keratinositlerin nüvelerinde görüldü. Verruka vulgaris’te de benzer PCNA görüntüsü izlendi. PCNA pozitifliğinin diğer keratinositik tümörlerle karşılaştırıldığında SHK ve VV 'te belirgin olarak arttığı gözlendi.
Usually markers for proliferating cells need freshly frozen tissues for evaluation; therefore retrospective study is impossible. Proliferating celi nuclear antigen (PCNA) isapplicable to formalin-fixed, paraffin embedded tissues. İn this study, PCNA expression in cutaneous keratinous neoplasms were determined by immunohistochemical stain- ing using the 19A2 done. Sçuamous celi carcinoma (SCC) a unique expression of PCNA, which frequently involved the nuclei of ali keratinocytes vvithin the lesion was found. PCNA expression in verruca vulgaris (VV) and found a pattern similar to that in SCC. SCC and VV showed significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared with other keratinocytic neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
İbrahim H. Özercan, Bengü Çobanoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
The Value Of Agnors In DIfferantIated PreneoplastIc And NeoplastIk EndometrIal LesIons
Endometriumun preneoplastik ve neoplastik lezyonlarının ayırıcı tanısında AgNOR sayılarının önemini araştırmak amacıyla, basit endometrial hiperplazi (n=10), atipili basit endometrial hiperplazi (n=10), atipisiz kompleks hiper plazi (n=10), atipili kompleks hiperplazi (n=10) ve iyi diferansiye endometrial adenokarsinom tanısı almış toplam 50 olgu AgNOR yöntemiyle boyandı. İyi diferansiye endometrial adenokarsinom ile karşılaştırıldığında atipili ve atipisiz basit hiperplazi ve kompleks hiperplazide görülen ortalama AgNOR sayıları arasında farklılık istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001).
The aim of the study was carried out to investigate the diagnostic value of the AgNOR to distinguishing betvveen preneoplastic and neoplastic lesions of the endometrium. Retrospective analysis included tissue material obtained from 50 patients with simple and complex hyperplasia with and without atypia and well differantiated endometrial adenocarcinoma. Sections were stained with AgNOR technique. The results obtained indicate that AgNOR counts have statistical significant in differantiating betvveen well differantiated endometrial adenocarcinoma and, simple hyperplasia and complex hyperplasia with and vvithout atypia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Melanoma Taklitçisi Olarak Mavi-Beyaz Varyant Bazal Hücreli Karsinoma: Dermoskopik Analiz
Ömer Faruk Elmas
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Melanoma Taklitçisi Olarak Mavi-Beyaz Varyant Bazal Hücreli Karsinoma: Dermoskopik Analiz
Blue-WhIte VarIant Of Basal Cell CarcInoma As A MImIcker Of Melanoma: DermoscopIc AnalysIs
Amaç: Bazal hücreli karsinomun dermoskopik özellikleri iyi bilinmekle beraber, mavi beyaz varyant bazal hücreli karsinom yakın zamanda tanımlanmış ve melanomayı taklit eden yönüne vurgu yapılmıştır. Bilgilerimize göre, literatürde bu özel varyant ile ilgili tek bir orjinal araştırma mevcuttur. Biz çalışmamızda, bazal hücreli karsinomun bu özel varyantını; klinik, dermoskopik ve histopatolojik yönüyle incelemeyi amaçladık.
Gereç ve yöntem: Çalışmamızda, iki farklı merkezde 2015-2018 yılları arasında histopatolojik olarak bazal hücreli karsinom tanısı alan vakalar retrospektif olarak incelenmiştir. Dermoskopik olarak diffüz mavi beyaz alanlar ile prezente olan olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm olguların klinik, histopatolojik, demografik ve dermoskopik özellikleri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmamızda histopatolojik olarak tanısı doğrulanmış 154 bazal hücreli karsinom vakası gözden geçirilmiş ve bu vakalardan 15'inin (% 9.74) diffüz mavi beyaz dermoskopik patern ile prezente olduğu saptanmıştır. Vakaların tümü baş bölgesinde lokalizeydi. Tüm vakalarda histolojik inceleme, melanom ve bazal hücreli karsinom olmak üzere iki temel ön tanı ile yapılmıştı. Diffüz mavi beyaz alanlardan sonra en sık rastlanan dermoskopik bulgular sırasıyla irregüler serpentin damarlar (%60), periferal akça ağaç yaprağı benzeri alanlar (%46.6) ve ülserasyondu (%46.6). Tüm olguların histopatolojik incelemesi nodüler ya da nodüloülseratif bazal hücreli karsinom olarak raporlanmıştı.
Sonuç: Çalışmamız, bilgilerimize göre, mavi beyaz varyant bazal hücreli karsinom ile ilgili literatürdeki en geniş kapsamlı çalışma olma özelliğini taşımaktadır. Bu özel varyant, bazal hücreli karsinomun oldukça sıradışı ve tanısı güç bir prezentasyonudur. Ayırıcı tanıda en önemli antite, melanomadır. Dermoskopik olarak diffüz mavi beyaz alanlar gösteren lezyonlarda bazal hücreli karsinomanın bu varyantı göz önüne alınmalıdır. Bazal hücreli karsinomu spesifik dermoskopik ipuçlarının saptanması açısından dikkatli bir dermoskopik muayene, eksizyon öncesi diagnostik sürecin daha iyi yönlendirimesine katkı sağlayabilir.
Objective: Dermoscopic features of basal cell carcinoma (BCC) have been well described in the literature, however, blue white variant of BCC has recently been described as a mimicker of melanoma. When reviewing the literature, it seems that there is just one original research about this special type of BCC. Here we aimed to evaluate this special and challenging variant of BCC cases of two dermatology departments from different regions of Turkey.
Material and methods: Dermoscopic images of the histopathologically approved BCC cases from two centers between the years 2015-2018 were reviewed. The cases showing diffuse blue white areas on dermoscopy were included in the study. The clinical and histopathological features, dermoscopic images and demographic data of all the cases were evaluated
Results: We detected 15 (9.74 %) lesions of BCC with diffuse blue-white dermoscopic pattern from 15 different patients among 154 cases of histopathologically confirmed basal cell carcinomas. All of the cases were located on the head region. All of the cases were excised with two main differantials: melanoma and BCC. The most common findings after blue white diffuse areas were irregular serpentine vessels (60.0 %), peripheral maple leaf like areas (46.6%) and ulceration (46.6%). The histopathological examination of all the cases were in keeping with nodular or noduloulcerative subtypes.
Conclusion: The present study, to the best of our knowledge, is the most comprehensive study regarding this rare and challenging presentation of BCC. The main differential diagnosis is melanoma. We suggest that it would be logical to consider blue white BCC in the lesions showing diffuse blue-white color. A careful dermoscopic examination regarding the presence of specific dermoscopic clues to basal cell carcinoma can provide a well-directed preliminary diagnostic evaluation.
Keywords: Basal cell carcinoma, blue white, dermoscopy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Saim Açıkgözoğlu, Demet Kıreşi, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
EvaluatIon Of AdnexIal Masses: PozItIve PredIctIve Value In Us, Ct, And Mrı
Amaç: Pelvik ve tubo-ovarian lezyonların tanısında önce ultrasonografi, sonra bilgisayarlı tomografi ve magnetik rezonans görüntüleme kullanılmaya başlanmıştır. Tubo-ovarian lezyonları olan olgularımızda her üç yöntemin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya pozitif prediktif katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 41 tubo-ovarian lezyon alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1A, T2A, fat saturasyonlu ve kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalitede tanılarımızın pozitif prediktif sonuçlarını değerlendirdik. Bulgular: Olgularımızın 3'ü korpus luteum kisti, 4'ü folliküler kist, 10'u kistadenom, 7'si över karsinomu, 7'si dermoid kitle, 4'ü endometrioma, 3'ü abse, 2'si kist hidatik ve Ti över fibromu olarak patolojik tanı aldı. Ultrasonografi ile 41 lezyonun 33'üne(%80), bilgisayarlı tomografi ile 36 lezyonun 29'una(%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 40 lezyonun 33'üne(%83) doğru tanı koyduk. Her üç yöntemin birlikte uygulandığı 36 olguda ise pozitif prediktif değerleri US’de %83.3, BT’de %77.7 ve MRG’de %86.1 olarak bulduk. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of pelvic and tubo-ovarian lesions. We discussed the primary contribution of these methods in the diagnosis of uterine masses in the patients with tubo-ovarian lesions. Materials and Method: IVe present 41 tubo-ovarian lesion with pathologic correlation. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover sagittal and axial T1-weighted as well as T2- vveighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium- enhanced MR images of the pelvic region. kVe compared our radiologic findings with histopathological results. Results: Three of 41 cases had corpus luteum eyst, 10 had eystadenoma, 7 had ovarian carcinoma, 7 had dermoid eyst, 4 had endometrioma, 3 had abcess, 2 had eyst hydatid, and 1 had ovarian fibroma on histopathological examination. Correct diagnosis was established in 33 (80%) out of 41 lesions with US, in 29 (80%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (83%) out of 40 lesions with MRI. Correct diagnosis was established in 33 (83.3%) out of 36 lesions with US, in 29 (77.7%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (86.1%) out of 36 lesions with MRI. Conclusion: Because of ability to detect invasion and in defining the extent of disease, MRI is better than sonography, and CT, and appears to be the modality of choice for evaluated of the pelvic masses. Although US pas potantial advantages and limitations, it should be preferred as the first method of searching for pelvic pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
Nezahat Yıldırım, İbrahim H. Özercan
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) In ThyroId Tumors
Bu çalışmada tiroid tümörlerinde proliferatif aktivitenin gösterilmesi amacıyla Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'na gelen 47 adet tiroidektomi materyali çalışmaya alındı. Normal tiroid (9), nodüler guatr (11), folliküler adenom (7), papiller karsinom (16), folliküler karsinom (2) ve anaplastik karsinom (2)'a immünohistokimyasal olarak PCNA yöntemi uygulandı. Parafine gömülen dokulardan hazırlanan kesitler PCNA/cydin monoklonal antikorları ile boyandı. Pozitif boyanan nüveler değerlendirmeye alındı ve yüzde olarak PCNA indeksleri hesaplandı. PCNA indeksleri normal tiroid dokusunda % 0.5, nodüler guatrda % 2.1, folliküler adenomda % 2.6, papiller karsinomda % 6.2, folliküler karsinomda % 15.7 ve anaplastik karsinomda % 32.2 olarak değerlendirildi. Sonuç olarak benign tiroid tümörleri ile malign tiroid tümörleri karşılaştırıldığında PCNA indeksinin malign tiroid tümörlerinde belirgin artmış olduğu tesbit edildi.
We have studied on 47 thyroidectomy material that vvere came to Fırat University Medical Faculty Department of Pathology for the determination of proliferative activity. PCNA method vvere applied, normal thyroid(9), adenomatous goiterfl 1), follicular adenoma(7), papillary carcinoma(l6), follicular carcinoma(2) and anaplastic carcinoma(2). Ali cases paraffin sections stained PCNA/cydin monoclonal antibody. Positive painted nuclei vvas evaluated and PCNA indices vvere calculated as percentage. PCNA indices vvere evaluated normal thyroid %0.5, adenomatous goiter %2.1, follicular adenoma %2.6, papillary carcinoma %6.2, follicular carcinoma %15.7 and anaplastic carcinoma %32.2. As a conclution, thyroid carcinomas shovved significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared vvith benign thyroid tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Tüberkülozu: Üç Olgu Sunumu
Hamdi Arbağ, Yavuz Uyar, Mustafa Cihat Avunduk, Kayhan Öztürk, Çağatay Han Ülkü
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Tüberkülozu: Üç Olgu Sunumu
TuberculosIs Of The ParotId Gland: Three Case Report
Bu makalede üç olgu sunularak parotis tüberkülozunun patolojik tipleri ve ameliyat öncesi tanı konulamayan vakalarda açık biyopsinin önemi tartışıldı. Olgulardan ikisi lokalize, biri diffüz tutulumlu parotis tüberkülozu idi. Lokalize olgularda ekstrakapsüler diseksiyon ile, diffüz tip olan olguda ise açık biyopsi ile tanı konuldu. Parotis bezi kitlelerinde minimal cerrahi süperfisyel parotidektomi olup, açık biyopsi ve enükleasyon tarzında cerrahi rutin olarak uygulanmaz. Parotis tüberkülozlarında ise geleneksel olarak süperfisyel parotidektomi yapılarak spesmenin histopatolojisi ile tanı konulur ve medikal tedavi uygulanır. Parankimatöz tipteki olgumuzda, mukoepidermoid karsinoma benzerliği ve yaygın fibrozis olduğu için, kitlenin histopatolojisine göre cerrahi planlanarak açık biyopsi yapıldı. Ameliyat öncesi, ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ile kesin tanı konulamayan bu gibi olgularda, ayırıcı tanı amacıyla açık biyopsi yapılabilir.
In this study, the pathologic types of the tuberculosis of the parotid gland and the necessity of performing open biopsy in the cases who can not be diagnosed preoperatively were discussed in the three cases. Two of these cases were nodular (localized) type and the other was diffuse type. The diagnoses were established in the localized type and the other was diffuse type. The diagnoses were established in the localized type by extracapsular dissection and the diffuse type by open biopsy. In the parotid gland mass, minimal surgical approach is superficial parotidectomy and open biopsy or extracapcular dissection surgeries should not be performed routinely. The diagnosis of the parotid gland involvement with tuberculosis has traditionally been made after superficial parotidectomy, then applied medical therapy. Due to similarity to mucoepidermoid carcinoma and diffuse fibrosis was in the paranchymatous case, open biopsy was performed planning the surgery according to the histopathologic diagnosis. If the differential diagnosis cannot be made with fine needle aspiration biopsy (FNAB) in as these cases preoperatively, open biopsy can be performed for diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
Özden Vural, Osman Yılmaz, Adil Kartal, Ömer Karahan, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
The RelatIon Of FIbrocystIc DIsease And CarcInoma Of The Breast
Fibrokistik hastalık ile meme karsinomu arasında bir ilişki olabileceğini araştırmak için Fakültemiz Genel Cerrahi Anabilim Dalı tarafından karsinom nedeniyle rnastektomi yapılıp Patoloji Laboratuvartna gönderilen meme piyeslerinde her dört kadrandan da parça alarak karsinom ile birlikte fibrokistik hastalık bulunup bulunmadığını inceledik. 18 vakanın 10`unda (%55.6) fibrokistik hastalık bularak, bu iki hastalık arasında ilişki olabi-leceğini ve fibrokistik hastalığın kansere zemin hazirliyabileceğini düşündük.
in this study, we investigated the relation of fibrocystic disease and carcinoma of the breast. We tok specimens from every quadrani of breasts removed for carcinoma, which have been sent to Department of Pathology from Department of Sur,gery for pathologic examination. We wanted to investigate the fibrocystic disease together with carcinorna. Among 18 specimens we found that fibrocystic disease together with carcinoma was 55,6%, and thought that there might be a relation between fibrocystic disease and carcinoma of the breast, we tizus concluded that fibrocystic disease might be a predispose to a breast carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ones Isınları Ile Dorudan Temas Halınde Olmayan Vucut Alanlarında Ortaya Cıkan Der' Malıgnıteler
Mehmet Oğuz Yenidünya, Hüseyin Tol, Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ones Isınları Ile Dorudan Temas Halınde Olmayan Vucut Alanlarında Ortaya Cıkan Der' Malıgnıteler
SkIn MalIgnancIes Occurred On Unexposed Areas
Stk goriikn deri maligniteleri bazo.veliikr kar-sinom. yassi hiicreli karsinom Ye malign me-lanomdur_ Bunlarin ultraviole ile degi§lk de-recelerde oldugu bilinmektedir. Ancak . bazen ultraviolenin dogrudan etkisi altinda olmayan recut alanlarinda da bu ter malignikkre rast-lanmaktadir. Bu. erg azindan ultraviole difEndaki ha4ka bazi faktorlerin de etyolojide rol aldtgrrcl gas-termektedir. Bu makalede son 5 yrlda takip ettigimiz hastalar arasindan bu c$zelliklere sahip olanlar, li-teratiir iltginda sunulmuftur.
The common skin malignancies are basal cell carcinoma, squamous cell carcinoma and malign melanoma. It is well known that they are more or less related to ultraviolet light. However one may encounter these type lesions on unexposed areas. The cases so far treated and followed -up for at least 5 years showed that apart from ultraviolet light, some other predisposing factors are influential on the onset of the diseases. In this presentation the cases that might prone to these predisposing factors are also discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
Ünal Şahin, Ahmet Akkaya, Erhan Turgut, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
A Three Year AnalysIs Of Lung Cancer Cases
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Haziran 1995- Mayıs 1998 yılları içinde yatarak tedavi gören 95 akciğer kanserli hastayı çeşitli yönlerden analiz ettik ve olgularımızın genel bir değerlendirmesini yaptık. Olguların histolojik tipleri; 32 (%33.7) epidermoid karsinom, 24 (%25.3) adenokarsinom, 13 (%13.7) küçük hücreli karsinom, 2 (%2.1) büyük hücreli karsinom, 8 (%8.4) metastatik akciğer kanseri ve 16 (%16.9) tip tayini yapılamayan şeklindeycli. Küçük hücre dışı ve tip tayini yapılamayanların 7' si evre I, 10' u evre Il, 14' ü evre Ili A, 20' si evre IIIB' de ve 23 tanesi ise evre IV olgulardı. Küçük hücreli akciğer kanseri olan 13 ol-gunun 3' ü toraksa sınırlı, 10 tanesi ise yaygın hastalık grubundaydı. Olguların 77' sinde (%81.05) sigara anam-nezi olup; küçük hücreli akciğer kanseri (50.711 piyıl), metastatik akciğer kanseri (44.75 piyıl), epidermoid kar-sinom (43.75 piyıl), adenokarsinom 38.00 piyıl olarak saptanmıştır. Hastalarda en stk görülen semptomlar, öksürük (°/068.4) ve kilo kayblydı (%63.4). Olgularımızda santral yerleşim en sık küçük hücreli akciğer kanseri (c/076.9) ve epidermoid karsinom %62.5 iken, periferik yerleşim en sık (%71) ile adenokarsinomda saptanmıştır. Parankimal infiltrasyon en sık (°/072) epidermoid karsinomada, soliter nodül (%63) metastatik akciğer karsinomu, kavitasyon (%50) büyük hücreli karsinom, plevral ef-tüzyon (%46) adenokarsinom ve mediasten genişlemesi (c/054) küçük hücreli akciğer kanserinde saptanmıştır. Olgularımızın %51.891 una bronkoskopik biopsi+lavaj, %17.73' üne balgam sitolojisi, 3/017.73' üne plevra ponksiyonu ve biopsisi ve %12.65' ine de transtorakal ince iğne biopsisi ile histopatolojik tanı konulmuştur.
We analyzed the different parameters of the 95 cases with pulmonary carcinoma hospitalized in Chest De-partment of Süleyman Demirel University Medical Faculty rn June1995- July1998 years and we made a general evaluatiorı of the cases. Squamous cell carcinoma was present in 33.7%, adenocarcinoma in 25.3%, small carcinoma in 13.7%, large cell carcinoma in 2.1% and metastatic carcinoma in 8.4%. 16.9% of patients had na histapathologic diagnoses. Of these patients, 9.46% was in stage I, 13.51% was in stage Il, 18.92% was in stage II1A, 2702% was in stage I/IB and 31.08% was in stage IV. 81.05% of patients were smokers, when amount was considered, it was 50.70 packlyear for small cell carcinoma, 44.75 packlyear for metastatic lung cancer, 43.75 packlyear for squamous celf carcinoma and 38.00 packlyear for adenocarcinoma. When clinical findings were considered, cough (68.4%) and weight loss (63.4%) were seen most in patients. While central localization was seen 76.9% in small cell carcinoma, 62.5% in squamous cell carcirıoma; peripheric localization (71.0%) was seen mostly in adenocarcinoma. Parancimal infiltration was detected most often in squamous cell carcinorrıa (72%), soliter nodule in metastatic lung carcinoma (63%), neoplastic cavity in large cell carcinoma (50%), pleural effusion iri adenocarcinoma (46%) and mediastinal enlargement in small cell carcinoma (54%). Histopathologic diagnoses were detected by means of bronchoscopic biopsy and lavage (51.89%), sputum cytology (17.73%), pleural punc-Non and biopsy (17.73%) and transthoracal fine needle biopsy (12.65%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
PozItIve PredIctIve Value Of UterIne Masses: Us, Bt And Mrı
Amaç: Uterus lezyonlarının ayırıcı tanısında kesitsel radyolojik incelemeler yeni bir çığır açmıştır. Çalışmamızda US, BT ve MRG’nin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya olumlu katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 15 uterus lezyonu alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1 ağırlıklı, T2 ağırlıklı, fat saturasyonlu ve Intravenöz kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalite ile konulan ayırıcı tanılarımızı patolojik tanılar ile karşılaştırdık. Bulgular: Olgularımızın 7'si myom, 3'ü adenomyozis, 3'ü endometrial karsinom ve 2'si servikal karsinomdu. Ultrasonografi İle 15 olgunun 11'ine(%73), bilgisayarlı tomografi İle 12'sine (%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 13'üne (%87) ayırıcı tanı konuldu. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of uterine lesions. We discussed the primary contribution of US, CT, and MRI methods in the diferential diagnosis of uterine masses. Materials and methods: We evaluated the spectrum of US, CT, and MRI findings of the 15 uterine masses. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover, sagittal and axlal T1 weighted as well as T2 weighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium-enhanced MR images of the pelvic region. We compared our radiologic diferential diagnosis with pathologic diagnosis. Results: Seven of 15 cases had myoma, 3 had adenomyosis, 3 had endometrial carsinoma, and 2 had servix carcinoma. Correct diferential diagnosis was established in 11 (73%) out of 15 cases with US, in 12 (80%) with CT, and in 13 (87%) with MRI. Conclusion: MRI is the imaging method best suited for evaluation of uterine lesion than other imaging technigues. Since ultrasonography allows deiiation of the uterine masses in at least two scanning planes, this method should be preferred as the first method of searehing for uterine lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
Ülkü Kerimoğlu, Deniz Akata, Tuncay Hazırolan, Faruk Köse, Enis Özyar, Lale Atahan
Araştırma makalesi
Özeti
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
SonographIc EvaluatIon Of RadIotherapy Response In CervIcal Cancer: CorrelatIon Of Mrı FIndIngs WIth ResIstIve IndIces
Amaç: Bu prospektif çalışmada serviks karsinomunun radyoterapiye cevabının değerlendirilmesinde transvajinal renkli doppler ultrasonografi ile ölçülen rezistiv indeksin rolünü incelemek ve manyetik rezonans bulguları ile karşılaştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: İleri evre (>IIA) serviks kanseri histopatolojik tanı alan 13 hastaya radyoterapi öncesi ve 6 ay sonrası MRG ve TVRDUS yapıldı. Tümör santral ve perifer kesiminden ölçülerek ortalaması alınan rezistiv indeks tedavi öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Bu değerler MRG bulguları ve kontrol grubunun rezistiv indeks değerleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: B-mod transvajinal ultrasonografi (TVUS) ile tedavi öncesi tüm hastalarda tümöral kitle görüntülenebildi.Tedavi öncesi ve sonrası rezistiv indeks değerleri sırasıyla 0.20-0.82(ortalama: 0.52), 0.70-0.99 (ortalama:0.81) olarak ölçüldü. 13 hastadan 11’i tedaviye tam cevap verdi ve MR tetkikinde hiçbir kitle saptanmadı. TVUS ile yapılan incelemede servikste kitle gözlenmedi. 2 hastada ise MR tetkiki ve ultrasonografi ile rezidüel kitle izlendi. Tedaviye tam cevabı olanlarda radyoterapiye bağlı rezistiv indeks değerindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.001). Rezidüsü olan 2 hastada ise rezistiv indeksler artmadı. Kontrol grubunun rezistiv indeks ortalaması 0.65 olarak ölçüldü ve hastaların tedavi öncesi rezistiv indeks değerinden istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksekti. Sonuç: TVRDUS ile elde edilen spektral değerler serviks karsinomunun tedaviye cevabının değerlendirilmesinde MRG’ye iyi bir alternatif olabilir çünkü MRG bulguları ile rezistif indeks değerleri anlamlı korelasyon göstermektedir.
Aim: To assess prospectively the role of resistive indicies (RI) in determining the response to radiotherapy by transvaginal color doppler ultrasound (TVCDUS) and to correlate the results with MRI findings. Material and Method: 13 patients with advanced stage (>stage IIA) cervical cancer evaluated by MRI of the pelvis and TVUS before and 6 months after radiotherapy treatment. The mean resistive indicies before and after daiotherapy were measured from the periphery and the center of the tumor and were compared. These values were further correlated with both MR findings and RI values of the control group. Results: B mode TVUS identified the mass of all patients before therapy. RI measured 0.20-0.82 (mean=0.52) and 0.70-0.99 (mean=0.81) before and after the radiotherapy respectively in 13 patients. 11 showed full response clinically and accordingly, MR showed no residual tumor. MR examination and US showed residual tumor in two patients. The increase in RI before and after the radiotherapy was statistically significant (p=0.001) in the full response group. RI did not increase in two patients with residua. The mean RI measured from the control group was 0.65 and was significantly higher than the RI of the patients measured before therapy. Conclusion: Spectral features of TVCDUS can be a good alternative in the follow up response of cervix carcinoma to therapy, since a significant correlation between MRI findings and RI measurements are found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Bilge Çakır, Şakir Tavlı, Metin Çapar, Nazihat Argon, Adnan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Ultrasonography Iır DIagnosIs Of Breast FIbroadenomas And CarcInomas
67 fibroaderzom ve 40 meme karsinomunun (duk-tal karsinom) sonografik patternleri incelendi. Lezyonların tümü düşük intensitede idi. Fibroadenom-ların %89.6'sında homojen iç eko dağılımı, %91'inde düzgün kontur, %81'inde en az orta derecede posterior akustik şiddetlenme saptandı. Malign lezyonlarin %85'inde heterojen iç çapı, %80'inde düzensiz kon-tur, %90'ında en az orta derecede akustik gölge mevcuttu. Kitlelerin geometrik analizinde, lezyonların meme dokusu planına uygun elongasyonunu gösteren uzunluğun ön-arka çapa oranifibroadenomlarda ortalama 1.89 ± 0.52, karsinomlarda 1.03 ± 0.21 bulundu ve her iki değer arasında istatistiksel olarak anlamı! farklılık belirlendi.
The sonographic patterns of 67 fibroadenotnas and 40 breast carcinomas were studied. All lesions exhibited low-intensity. Fibroadenomas had homogeneus internal echoe distribution in 89.6% of cases, smooth contours in 91% of cases, at least moderately acoustic enhacement in 81% of cases. Malignam lesions had heterogeneus echotexture in 85% of cases, irregular contours in 80% of cases, at least moderately acoustic shadow in 90% of cases. In geometric analysis of tumors, the mean ratio of the length to the anıeroposterior diameter of fibroadenomas was 1.89 ± 0.52, of carcinomas 1.03 ± 0.21, indicating an elongation along the general orientation of the breast tissue planes and statistically signıficant difference between both values were determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
12 Year-Old Case WIth MarjolIn's Ulcer
Marjolin ülser, skar dokusunda ve özellikle de yanık skarlarında gelişen malignensiyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Başlangıç yanık yaralanmasından uzun yıllar sonra yanık skar dokusunda görülür. Bu grup hastalarda en sık görülen malignite skuamoz hücreli karsinom (SCC)’dur. Bazal hücreli karsinom, melanom ve sarkom daha az sıklıkta bildirilmiştir. Biyopsi en önemli tanı prosedürüdür. Tedavi geniş eksizyondur ve bölgesel lenf nodu disseksiyonudur. 12 yaşında bir olgu aksiller bölgede 10 aydır mevcut olan ve iyileşmeyen yara şikayeti ile kliniğimize başvuruldu. Hastanın aksiller bölgeden toraksa uzanan lezyonu mevcuttu. İnsizyonel biyopsi uygulandı. Histopatolojik inceleme SCC olduğunu gösterdi. Geniş cerrahi eksizyon yapıldı. Defektli alan flep ile kapatıldı. Mevcut aksiller kontraktür Z-plastilerle açıldı. Olgu, 10 yıl gibi erken sürede Marjolin ülser gelişmesi nedeniyle sunulmuştur.
Marjolin’s ulcer is a term to describe a malignancy arising from scar tissue, especially burn scars. It appears on burn scar a long period after initial burn injury. The most common malignancy is squamous cell carcinoma (SCC) for these type of patients. Basal cell carcinoma, melanoma and sarcoma have less frequently been reported. Biopsy is the most important diagnostic procedure. The treatment is wide excision and regional lymph node dissection. A 12 year old child admitted to our clinic with unhealed wound in the axillary region for ten months. The patient had an ulcer axillary region through thorax. Incisional biopsy was performed. Histopathologic examination revealed that SCC. Wide surgical excision was done. The defect area was covered with flap. Axillar contracture was reconstructed with Z-platies. The case was presented due to early development of Marjolin’s ulcer as in ten years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
Osman Fatih Boztepe, Taylan Gün, Harun Dogru, Koray Coşkunfırat, Yıldız Keleş
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
A Case Of AggressIve Floor Of The Mouth Cancer DurIng Pregnancy
Oral skuamoz hücreli karsinoma, oral kavitenin en sık görülen tümörüdür. Gebelik sırasında, ağız tabanı karsinomu ise literatürde henüz bildirilmemiştir. 26 yaşında, 34 haftalık gebe hasta kliniğimize ağızda kitle şikayeti ile başvurdu. Yapılan KBB muayenesinde, sol ağız tabanında, ülsere, frajil, 2x1 cm genişliğinde ve 6-7 mm derinliğinde kitle izlendi. 8 günde, tümör iki katına çıktı. Median mandibulutomi yapılarak tümöre transmandibuler yolla ulaşıldı ve en blok olarak boyun disseksiyonu materyali ile çıkarıldı. Gebelik sırasında tespit edilen oral skuamoz hücreli karsinomalar hızlı bir şekilde tedavi edilmeli ve hasta ve yakınları, bekleme durumunda, hastalığın progresyonu konusunda uyarılmalıdır.
Oral squamous cell carcinoma (OSCC) is the most frequent malignancy of the oral cavity. Squamous cell carcinoma of floor of the mouth during pregnancy is not reported in the literature. 26-year-old female patient admitted to our clinic with a lesion in the mouth for 2 weeks. The patient was 34 weeks pregnant and non-smoker. ENT examination revealed that the fragile, ulcerated, 2×1 cm width and 6-7 mm depth lesion was on the left side of the floor of mouth. In eight days, the tumour was almost double in size. Median mandibulotomy was applied to facilitate the resection of the tumor via transmandibular way and the tumour was removed en bloc together with the neck dissection specimen. The patients with oral squamous carcinomas during pregnancy should be treated more quickly, patients and families should be informed about the tumor progression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Pelvisin Skıjamöz Hücreli Karsinoması
Lema Tavlı, İbrahim Ünal Sert, Şakir Tavlı, Alaaddin Vural, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Renal Pelvisin Skıjamöz Hücreli Karsinoması
Skıjamous Cell Carcınoma Of Renal Pelvıce
Bu yazıda, taştı piyonefrozisle birlikte görülen, renal pelvisten kaynaklanmış bir skuamöz hücreli karsinoma vakası literatür bilgileri ile birlikte, bulgular tartışılarak sunuldu.
in this article, a case of renal pelvic squamous cell carcinorn.q is presented and relevant literatüre was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Hepatoblastom Vakası
Osman Yılmaz, Ümran Çalışkan, Adil Kartal, Dursun Odabaş, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Hepatoblastom Vakası
A Case Of Hepatoblastoma
Hepatoblastom büyük oranda yeni doğanlarda, nadiren de 2 yaşın üzerinde görülür. Akciğer, beyin ve lenf ganglionlarına metastaz yapar. Histolojik olarak hepatoblastomun iki tipi vardır: Epitelial tip ve mikst tip. Bu tümörün hepatokarsinomdan histopatolojik olarak ayırımı zordur,. Bu bildiride bir hepatohlastom vakası takdim edilerek, klinikopatolojik özellikleri tartışıldı.
Hepatoblastorna appears largely in infants and are seldorn after 2 years of age. it rnetastasizes to lungs, brain and lymph nodes. Histologically, there are two types of hepatoblastorna: Epithelial type and rnixed type. Differentiation of this turnor from hepatocarcinornais difficult. In this report we presented a case of hepatoblastorna and di.vcussed its elinicopathologic features according to literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
Çağatay Han Ülkü, Ziya Cenik, Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
Sıddıka Fındık, Nazlı Türk, Selman Belviranlı, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Mehmet Uyar
Araştırma makalesi
Özeti
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
HIstopathologIcal AnalysIs Of ConjunctIval LesIons: A 10 Year ExperIence
Amaç: Konjonktiva; çeşitli neoplastik yada nonneoplastik lezyonların gelişebileceği bir bölgedir. Bu çalışmada amaç konjonktival lezyonların histopatolojik olarak analizini yapmak ve prevalansını tespit etmektir.
Gereçler ve yöntem: 2009-2019 yılları arasında patoloji laboratuarına gelen 401 olguya ait konjonktiva biyopsileri retrospektif olarak incelendi. Olgular histopatolojik olarak nonneoplastik ve neoplastik lezyonlar olarak 2 gruba ayrıldı. Neoplastik lezyonlar benign, premalign ve malign lezyonlar olarak alt gruplara bölündü. Lezyonların görülme oranları ile gruplara göre yaş ve cinsiyet dağılımı analiz edildi.
Bulgular: 401 olguya ait serimizde yaş ortalaması 49.89±21.75 olup olguların 209 (%52.1) u erkek, 192 (%47.9) i kadın idi. 296 (%73.8) olguda nonneoplastik,105 (%26.2) olguda neoplastik lezyon tespit edildi. Nonneoplastik lezyonlarda yaş ortalaması 50.79±19.34, neoplastik lezyonlarda ise 47.34±27.39 idi. Neoplastik lezyonlardan 64’ü (% 60.2) benign, 17’si (%16.2) premalign, 24’ü (%22.6) malign idi. Pterygium (n:220; %54.78) en sık görülen nonneoplastik lezyon, nevüsler ve diğer pigmente lezyonlar (n:38; %9.5) en sık görülen benign lezyon, skuamöz hücreli karsinom (n:14; %3.5) ise en sık görülen malign lezyon olarak tespit edildi. Neoplastik lezyonların görülme sıklığı 45 yaş üzerinde anlamlı olarak artmakta idi (p<0.05).
Sonuç: Mevcut çalışmada; laboratuvarımızda10 yıl boyunca tanı almış olan konjonktival lezyonlar gözden geçirilerek histopatolojik analizi yapıldı. Konjonktival lezyonların tanınması, nonneoplastik lezyonlar ve benign lezyonlar ile premalign ve malign lezyonların oranlarının farkında olunması, tedavinin planlanması ve görme fonksiyonlarının korunması bakımından son derece önemlidir.
Objective: Conjunctiva is a region where various neoplastic or non-neoplastic lesions may develop. In this study, we aimed to perform a histopathological analysis of conjunctival lesions and to determine their prevalence.
Material & Methods: Conjunctival biopsies of 401 patients who presented to the pathology laboratory between 2009 and 2019 were retrospectively examined. The cases were histopathologically divided into two groups as non-neoplastic and neoplastic lesions. Neoplastic lesions were further divided into subgroups as benign, premalignant, and malignant lesions. The prevalence of lesions and distribution of age and gender among the groups were analyzed.
Results: In our series of 401 patients, the mean age was 49.89±21.75 years. Of all patients, 209 (52.1%) were male and 192 (47.9%) were female. Non-neoplastic lesions were found in 296 (73.8%) and neoplastic lesions in 105 (26.2%) patients. The mean age was found as 50.79±19.34 years in patients with non-neoplastic lesions, and 47.34±27.39 years in patients with neoplastic lesions. Of neoplastic lesions, 64 (60.2%) were benign, 17 (16.2%) premalignant, and 24 (22.6%) malignant. The most commonly found non-neoplastic lesion was pterygium (n:220; 54.78%) while the most common benign lesions were nevus and other pigmented lesions (n:38; 9.5%), and the most common malignant lesion was squamous cell carcinoma (n:14; 3.5%). The prevalence of neoplastic lesions significantly increased over 45 years old (p<0.05).
Conclusion: In the current study, conjunctival lesions diagnosed in our laboratory over 10 years were reviewed and histopathologically analyzed. Recognition of conjunctival lesions and being aware of the rates of non-neoplastic and neoplastic lesions are crucial for treatment planning and protection of visual functions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş, Gupse Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Results Of Our EndometrIal SamplIngs: AnalysIs Of 400 Cases
Bu çalışmanın amacı Endometrial örnekleme yapılan olgularda, endikasyonlar ile histopatolojik sonuçlar arasındaki ilişkinin araştırılması. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne 2011 yılı içerisinde başvuran ve endometrial örnekleme yapılan 400 olgu alındı. Veriler hasta dosyalarından ve patoloji arşivinden elde edildi. Endometrial örnekleme endikasyonları, menometroraji, postmenopozal kanama, histerektomi öncesi myoma uteri ve servikal polip olarak gruplandırıldı. Sonuçlar SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Olguların yaş ortalaması 46.4 ± 8.3 yaş idi. Endometrial örnekleme endikasyonları sırasıyla menometroraji (%62.3), postmenopozal kanama (%22), histerektomi öncesi myoma uteri (%9.5) ve servikal polip (%6.2) idi. Menometroraji grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 139 (%55.8), endometrial hiperplazi 23 (%9.2) ve endometrial adenokarsinom 1 olguda (%0.4) saptandı. Bununla birlikte, postmenopozal kanama grubunda atrofik endometrium 48 (%54.5) ve adeno karsinom 6 olguda (%6.8) saptandı. Histerektomi öncesi myoma uteri grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 27 olguda (%71) saptanırken adenokarsinom hiçbir olguda saptanmadı. Servikal polip grubunda ise endometrial polip 10 olguda (%40) saptandı. Endometrial örneklemenin, postmenopozal kanama ve servikal polip saptanan olgularda yapılmasının, ancak menometroraji ve histerektomi öncesi myoma uteri olgularında daha seçici davranılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir
Aim of the recent study is to evaluate the relationship between endometrial sampling indications and histopathological results. Four hundred women who applied to Izmit Maternity and Child Health Hospital, and had endometrial sampling in 2011 were included in this retrospective study. Data was retrieved from patient’s files and pathology archives. Patients were grouped as menometrorrhagia, postmenopausal bleeding, pre-hysterectomy for myoma uteri and cervical polyp. Data was analyzed with a statistical processing program (SPSS). The mean age was 46.4±8.3 years. Indications of endometrial sampling were menometrorrhagia (62.3%), postmenopausal bleeding (22 %), pre-hysterectomy for myoma uteri (9.5%) and cervical polyp (6.2%), respectively. Of all the cases, 139 (55.8%) had menometrorrhagia with proliferative/secretory endometrium, 23 (9.2%) had endometrial hyperplasia and 1 (0.4%) had endometrial cancer for diagnosis. However, in postmenopausal bleeding group, 48 (54.5%) had atrophic endometrium, and 6 cases (6.8%) were diagnosed for endometrial adenocarcinoma. In prehsyterectomy for myoma uteri, 27 (71%) had proliferative/secretory endometrium, and no adenocancer was diagnosed. In cervical polyp group, 10 cases (40%) had endometrial polyps for diagnosis. General speaking, endometrial sampling should be applied in cases with postmenopausal bleeding and cervical polyps, but a more selective treat should be conducted in cases with menometrorrhagia and prehysterectomy for myoma uteri
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
Emine Türen, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively. The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion: Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dev Sürrenal Kitle
Serhat Doğan, Adil Kartal, Tevfik Küçükkartallar, Mustafa Şentürk, Yusuf Yavuz, Mehmet Aykut Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Dev Sürrenal Kitle
GIant Surrenal Mass
Kırk bir yaşında kadın ve 64 yaşında bir erkek hasta karın ağrısı nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde her iki vakada da karaciğerde dev hemanjiom olduğu raporlandı. Her iki vakada semptomatik olması ve malignite şüphesi olması nedeniyle operasyon kararı alındı. Operasyon esnasında kitlenin karaciğer kaynaklı olmadığı, sağ sürrenal kaynaklı dev adenom olduğu görüldü, ikinci vakada da kitlenin sağ böbrek kaynaklı olduğu görüldü. Rezeksiyon yapıldı. Sürrenal bölgedeki kitlelerin hemanjiomlarla karıştırılabileceği unutulmamalıdır.
\r\n
Fourty one years old female and 64 years old man were admitted to our clinic because of abdominal pain. In investigating the liver was reported with a giant hemangioma. It was symptomatic and look like malignancy for each cases so they were operated. In operation it was not a liver mass , one of them observed right giant adrenal adenoma and the second one is renal cell carsinoma. Resection was performed for each cases. Adrenal mass could be noted that mixed hemangiomas.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
A Sternal MetastasIs Of FollIculer CarcInoma Of ThyroId Case Report
56 yquidaki bayan hastada saptanan sternuma metastaz yapnus troid folikiiler karsinomu nadir ol-mast sebebiyle literatiir go den gecirilerek su-nuhnnflrir.
Fifty six old year women with sternal metastazis of foliculer carcinoma of thyroid was operated on since it is rarely seen, it is thqught to publish in-volving the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Olgu sunumu
Özeti
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
IntestInal InvagInatIon In An Adult
İnvajinasyon barsağın bir segmentinin diğer segmentinin içine girmesi olarak tanımlanır. Yetişkin invajinasyonu nadir bir durumdur ve sebepleri çocukluk yaş grubundan farklıdır. Otuzüç yaşında kadın hasta acil servise karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleriyle başvurdu. Karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografide invajinasyondan şüphelenildi, hasta acil ameliyata alındı. İnvajinasyon alanında tümöral kitle palpe edilerek segmenter rezeksiyon uygulandı. Ameliyat sonrası süreçte sorun yaşanmayan hasta postoperatif yedinci gün taburcu edildi. Patolojik değerlendirmede dört polibin her birinde iyi diferansiye adenokarsinom tespit edildi. Yetişkin olgularda invajinasyon nadir görülse de preoperatif değerlendirmede invajinasyon düşünüldüğünde bunun habis bir tümöre bağlı olabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda yapılacak rezeksiyonun sınırlarının geniş tutulması önerilir.
Invagination is the condition whereby a segment of intestine becomes drawn into the lumen of the proximal bowel. İnvagination in adults is a rare situation and the causes are different from childhood group. A 33 years old female patient admitted to emergency service with abdominal pain , nousea and vomiting. In ultrasonography and abdominal computed tomography suspected from invagination so the patient was operated urgently.In operation a masswas palpated and segmental resection was applied. Post-operative 7 th day , the patient was discharged from hospital without any complication. In pathological evaluation well-differentiated adenocarcinoma was detected in all polyps. Although invagination is a rare condition in adult patients when suspected from invagination the possibility of malign tumor should be considered. According to this , wide segmental resection is advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multıple Kavıter Pulmoner Nodullu Yassı Hucrelı Karsınom
Kemal Balcı, Mecit Suerdem, Mehmet Gök, Lema Tavlı, Aynur Karasüleymanoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Multıple Kavıter Pulmoner Nodullu Yassı Hucrelı Karsınom
Squa Mous Cell CarcInoma WIth MultIple CavItary Pulmonary Nodules
Radyolojik olarak multiple kaviteli pulmoner nodülleri olan bir hastada balgam sitolojisi ile yasst hiicreli karsinom tantst koyduk. Akciger thy: bir or-ganda yasst hiicreli karsinom olduguna dair bir bulgu tesbit edilernedi. Balganun bakteriyolojik muayenesinde ARB. plantar ve patojen bakteri ne-gatifti. Sonucta akcigerdeki leryonlartn primer bronf karsinomuna ait oldugu kanaatine vartldt. Bil-gilerintke gore multiple pulmoner nodiil goriiniimii yasst hiicreli bran karsitwmunun cok nadir bir rad-yolojki bulgusudur.
We report a patient with nudtiple cavitary pulmonary nodules. Cytologic examination of the sputum revealed squanwus cell carcinoma. It could not befotaid any exrrapulmonary focus that originates this type of carcinoma and spetum cultures gave negative results for acid-fast bacilli, pathogenic bacteria as well as fungi. For this reason multiple cavitary lesions were considered for pulmonary lesions of bronchial squamous cell carcinoma. To our knowledge, this is a very rare radiologic manifestation of squamous cell carcinoma of the bronchus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Alaaddin Vural, Kemal Ödev, Ahmet Candan Durak, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
UltrasonographIc Features Of PrImary And MetastatIc LIver Cancers
Çalışma kapsamtna aldığımız 15 primer, 18 met-astatik karaciğer kanserli hastada, tümörlerin ultraso-nografik (US) özellikleri incelendi. Ilepatosellüer karsinomların ve gastrointestinal sistemden kaynak-lanan metastatik karaciğer tümörlerinin çoğunluğu hiperekoik iken; hedef yapı bull's-eve pattern meta-statik lezyonlar için spesifiktir. Metastatik karaciğer tümörlerinin büyük kısmı hipoekoik yapı arzetmek-tedir. Bu sonuçlar, primer ve metastatik karaciğer karsinomlarının ayırıcı tanısında US`nin faydalı olduğunu gösterir.
Ultrasonographic features of tumor lesions in 15 patients with hepatocellular carcinoma and 18 with metastatic liver cancer were analyzed. Hepatocellular carcinomas and metastatic liver cancers originating from the gastrointestinal tract were frequently hyper-echoic. Bull's-eye (target sign) pattern was spesific for metastases. Most of metastatic liver cancers showed hypoechoic pattern. These results indicate that ultrasonography is useful for the dillerantial di-agnosis of hepatocellular carcinoma and metastatic liver cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vulvada Malign Melanoma
Salim Güngör, Mehmet Cengiz Çolakoğlu, Hakan Kaya, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Vulvada Malign Melanoma
MalIgnant Melanoma Of Vulva
Kadınlarda bütün nevüslerin % 0.17 vulva deri-sinde görülür. Bütün vulva karsinomlartnın % 8- 1 l'ini malign melanomlar oluşturur. Burada seyrek görülmesi nedeniyle vulvada malign melanomu olan bir yaka sunulmuştur.
In women, 0.1 % of the all nevus are found in Mu skin of vulva. About 8-11 % of the vulva carcinoma are malignant melanoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mast Hücrelerinin İltihap Ve Tümörlerle Olan İlişkileri
Özden Vural, Osman Yılmaz, Lema Tavlı, Salim Güngör, Sabiha Serpil Kalkan, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Mast Hücrelerinin İltihap Ve Tümörlerle Olan İlişkileri
RelatIonshIp Of Mast Cells WIth InflammatIon And Tumors
Bu araştırmada mast hücrelerinin iltihap ve tümörlerle olan ilişkileri incelendi. Kontrol grupları ile karşda,stırıldığında deney gruplarındaki mast hücre sayısının akut apandisitlerde azaldığı, kronik kolesistitlerde arttığı, leiomyonlarda azaldığı, bazal hücreli karsinomlarda arttığı tespit edildi.
In this study, the relationship of most cells with inflamınation and tumors were investigated. When compared with control groups, the number of mast cells were found to be decreased in acute appendicitis and leiomyoma while increased in chronic cholecystitis and basa! cell careinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Salim Güngör, Özden Vural, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Squamous Cell CarcInoına Of The Renal PelvIs
Yassı epitel hücreli karsinom, primer malign böbrek tümörlerinin yalnızca % 2 sini teşkil eder. Bu makalede, böbrek pelvisinde yassı eperil karsinomu olan, 53, 54 ve 56 yaşlarında üç erkek hasta, literatür bilgileri eşliğinde tartışılarak sunuldu.
Squamous cell carcinomas represent only 2% of all primary malignant kidney tumors. İn this article, three men, 53,54 and 56 vears old, with squamous cell carcinoma of the renal pelvis are reported and relevant literature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Retroperıtoneal Kıtlelerde Ince '6ne Aspırasyon Bıopsılerının Tanısal Degerı
Ali Acar, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Retroperıtoneal Kıtlelerde Ince '6ne Aspırasyon Bıopsılerının Tanısal Degerı
The DIagnostIc Value Of FIne Needle As-PIratIon BIopsy Of RetroperItoneal Masses
Klinigimizck son 1 icinde rutin •adyolojik uy-gulainalarla retroperitoneal kitle belirlenen 5'i bay ve baran total 6 hastaya ince igne aspirasyon bi-opsisi uygulandt. hastada ince igne aspirasyon biopsisi ile renal cell kat-sit-lama, I hastada hemazont, 1 hastada pe-rirenal apse belirlendi. Renal cell karsinoma ta-mlarz nefrektomi sonrast hiropatolojik olarak. dog-rulandt. Perirenal apse belirlenen vaA-ada apse d•enajt., hematom belirlenen vakaya konservatif te-davi uygulandt. Ince igne aspirasvon biyopsisinin preoperatif doku talitS1 viimincien basil. nisbeten 11011111Vaji ve nett: bit- tarty vonremi olciugu gorii§iine vartich.
Fine needle aspiration biopsy %vas pet:formed in 6 patients with diagnosed retroperitoneal masses by routine •adiologic investigation in our clinic in the last I year. In 4 patients renal cell carcinoma, in 1 patient hematoma, in .1 patient perirenal abscess was di-agnosed with fine needle aspiration biopsies. Renal cell carcinomas MU corrected with histopathologic examination of nephrectomy specimen. The patient ►•ith hematoma was treated conservatively. We conclude that fine needle aspiration biopsy to be a simple, cheap and relatively noninvasive for preoperative tissue diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Lema Tavlı, Özden Vural, Şakir Tavlı, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Adenocarcznomas Of The Gallbladder
Bu yaztda, 17 safra kesesi adenokarsinontunun klinikopatolojik ozellikleri sunuldu. Histolojik tipler ile safra taslart, karaciger invazyonu ye lenf nodiilii metastazlan arasindaki iliskiler incelendi. Lenf no-data metastazlanna ye karaciger invazyonuna en sik, az diferansiye adenokarsinomda rastlandi. Safra taslan papiller adenokarsinomda sik bu-lundu.
In this study, the clinicopathologic cha-racteristics of 17 cases of carcinoma of the gall bladder was presented. The relationship between. histological types, gallstones, liver invasion and lymph node metastasis were investigated. Frequent lymph node metastasis and invasion of the liver, was encountered in the poor differentiated ade-nocarcinoma The presence of gallstones were fre-quent in papillary adenocarcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta