Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Murat Büyükdoğan, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar, Ayşegül Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of AmnIocentesIs Cases Made For GenetIc ExamInatIon In One-Year PerIod
Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan amniosentez olgularının endikasyonlarını, sonuçlarını ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2008 ve Ocak 2009 tarihleri arasında 617 anne adayına değişik endikasyonlarla gebeliklerinin 16–22. haftaları arasında amniosentez işlemi yapılarak sonuçlar incelenmiştir. Çalışmamızda ortalama anne yaşı 32.43±6.66 (18– 44), ortalama baba yaşı 35.79±7.42 (19–61) idi. Olguların ortalama gebelik haftası 17.68±2.82, ortalama gebelik sayısı 3.03±3.76 (1–12) idi. Çalışmamızda en büyük amniosentez endikasyonunu 272 (%44.1) olgu ile prenatal tarama testinde yüksek risk saptanan olgular oluşturmakta idi. İleri anne yaşı 203 (%32.9) olgu ile ikinci sırada yer alıyordu. Sitogenetik inceleme sonuçlarına göre 30 olguda (%4.94) kromozom anomalisi saptanmıştır, bu anomalilerin 18’i (%60) ileri yaş grubundaydı. 15 olguda Trizomi-21, 3 olguda Trizomi-18, 2 olguda Turner, 1 olguda Mozaik (46XX/XY), 4 olguda Translokasyon, 5 olguda İnversiyon tipi kromozom anomalisi saptanmıştır. 617 amniosentez sonucunda 3 (%0.48) olguda fetal kayıp gelişmiştir. İki olgu erken membran rüptürü, 1 olgu kramp ve vajinal kanama sonucu abort olmuştur. Amniosentez prenatal tanıda en çok tercih edilen, güvenilirliği yüksek ve komplikasyonların az olduğu bir invaziv prenatal tanı yöntemidir. Doğru endikasyon konulduğunda mutlaka uygulanması gereken önemli bir prenatal tanı yöntemidir.
The aim of this study is to evaluate the indications, results and complications of amniocentesis that we performed in our clinic. Between January 2008 and January 2009 at the Department of Obstetrics and Gynecology Clinic of Selcuk University Meram Medicine Faculty, 617 amniocentesis procedure were performed for many indications in their 16-22nd weeks of gestations. The outcomes were analyzed. The mean age of mother was 32.43±6.66 (18-44) and the mean age of father was 35.79±7.42 (19-61). The mean gestational week was 17.68±2.82 and mean gravidity was 3.03±3.76 (1-12). The biggest amniocentesis indication group was high risk at prenatal screening test with 272 (44.1%) cases. Followed by the advanced maternal age with 203 (32.9%). Chromosomal abnormality was found in 30 (4.94%) cases after the result of karyotype analyses, 18 (60%) of these abnormalities were found in the group of >35 years old. In 15 patients Trisomy-21, in 3 cases Trisomy-18, in 2 cases Turner, in one case mosaicism (46XX/XY), in 4 cases translocation and in 5 cases inversion type chromosomal abnormality was detected. Of the 617 amniocenteses, 3 (0.48%) had fetal losses. The cause of abortion was early membrane rupture in two cases and cramps and vaginal bleeding in one case. Amniocentesis is the most commonly preferred and reliable invasive prenatal test for prenatal diagnosis of genetic disease with minimal complications. Amniocentesis is an important prenatal diagnostic method which must be used when there is accurate indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
Kazım Gezginç, Elif Utku Dalkılıç
Derleme
Özeti
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
FertIlIty SparIng Surgery In GynecologIcal Cancers
Günümüzde sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle kadınların çocuk sahibi olma yaşı giderek artmaktadır. Her ne kadar jinekolojik kanserler ileri yaşta görülseler de bunların önemli bir kısmı reprodüktif çağda karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda patoloji, cerrahi ve kemoterapi alanlarındaki gelişmelerle birlikte artık jinekolojik kanserli hastalarda düşük riskli gruplar saptanabilmektedir. Tüm bunlar sonucunda çağdaş kanser tedavisinde; hastanın duygu durumu, fiziksel görünümü, cinsel işlevleri ve fertilite isteği göz önüne alınarak fertilite koruyucu tedavi yaklaşımları ön plana çıkmaktadır.
Today, age of childbearing women is increasing because of social and economic conditions. Although gynecological cancers are seen in old age, some of them may occur in reproductive age. With recent advances in the fields of surgery, pathology and chemotherapy, low risk patient group can be identified in gynecological cancers. Fertility sparing surgery appears as a parallel development in current cancer treatment, when considering the emotional condition, physical appearance, sexual function and fertility desire of the patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehdi Yeksan, Mehmet Gök, A. Nuri Sezer, Yusuf Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
The RelatIons Between The LocatIon And ComplIcatIons PatIent WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim Dalı Koroner Bakım Ünitesinde akut miyokard infarktüsü tanısı ile yatan, hastalarda oluşan komplikasyonları ve bu komptikasyonların miyokard infarktüsünün lokalizasyonuyla olan ilişkisini araştırmaya çalıştık. 50 vak'alık serimizde en çok yaygın anterior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü tespit edilmiştir, bunu inferior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü takip etmiştir. Yine en çok kompIikasyona yaygın anterior miyokard infarktüsünde rastlanmıştır. Komplikasyonların ikinci sıklıkla görüldüğü lokalizasyon türü ise inferior rniyokard infarktüsüdür.
We tried la search for the relationship between the location of myocardial infarction and the resulting complications in patients hokspitalized in the coronary care unit of the Teaching Hospital of Selçuk University with the diagnosis of myocardial infarction. Among fifty patients most of them suffered from anteriorly localized tnyocardial infarction which was followed by inferiorly localized myocardial infarction. The most cotnrnon complications were noticed iri anteriorly localized infarction whereas complications of inferiorly localized rnyocarclial infarction was of secondary frequency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
Mehmet Hilmi Doğu, İsmail Sarı, Sema Ertürk, Sibel Hacıoğlu, Ali Keskin
Olgu sunumu
Özeti
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
AggressIve Mantle Cell Lymphoma PresentIng WIth Unusual
extranodal Involvements
Mantle hücreli lenfoma tüm Hodgkin dışı lenfomaların %3-
10’unu oluşturmaktadır. İleri yaş hastalığı olup erkeklerde daha sık
görülmektedir. Mantle hücreli lenfoma olguları genellikle ileri evrede
tanı almaktadır ve ekstranodal tutulumlara sık rastlanmaktadır.
Bu yazıda, hastaneye sağ diz ağrısı ve şişlik nedeniyle başvuran
ve olağandışı ekstranodal tutulumlarla giden agresif seyirli mantle
hücreli lenfoma tanısı alan 62 yaşında erkek bir olgu paylaşıldı.
Mantle cell lymphoma represents 3-10% of all non-Hodgkin
lymphomas. It is mostly a disease of the elderly and shows a male
predominance. Patients with mantle cell lymphoma usually present
with advanced stage. Extranodal involvements are common finding.
In this paper, we presented a case of an 62 year old male admitting to
hospital only right knee pain and swelling who had aggressive mantle
cell lymphoma with unusual extranodal involvements.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Osman Balcı, Adeviye Elçi
Olgu sunumu
Özeti
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Management Of A Term Pregnant Women Who Has DIagnosed WIth
factor 7 DefIcIency WhIch PrevIous Pregnancy Was ResultIng At
vagInal ChIldbIrth
Konjenital Faktör VII eksikliği otozomal ressesif geçiş gösteren,
toplumda ortalama 1/300.000 ile 1/500.000 arasındaki sıklıkta
karşılaşılan nadir bir koagülasyon bozukluğudur. Bütün konjenital
kanama bozukluklarının %0,5’ini oluşturmaktadır. Faktör 7 eksikliği,
konjenital faktör eksiklikleri içerisinde Faktör 8, faktör 9 ve Von
Willebrand Faktör eksikliklerinden sonra dördüncü sırada gelmektedir.
Erkek ve kadınlar eşit olarak etkilenmektedir. Hastaların önemli bir
kısmı ileri yaşlara kadar asemptomatik olup, genellikle tesadüfen
yapılan tetkiklerinde kanama parametrelerinden sadece PT’nin uzun
olup, APTT’nin normal olması nedeniyle araştrılarak tanı almışlardır.
Kanama profilaksisi ya da tedavisinde taze donmuş plazma (TDP)’nın
yanı sıra, protrombin kompleks konsantreleri (PCC), plazma derived
faktör 7 (pdF7) ve rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a) konsantreleri
kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda, ilk gebeliği sorunsuz bir şekilde
vajinal doğumla sonuçlanan, fakat ikinci gebeliğinde tesadüfen faktör
7 eksikliği saptanan ve miada kadar problemsiz olarak gelen bir
gebenin sezaryen operasyonuna rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a)
ile hazırlanması ve postoperatif yönetimi sunulmaktadır.
Congenital factor VII (FVII) deficiency is an uncommon bleeding
disorder with an estimated incidence of 1/300.000-1/500.000.
Congenital Factor VII deficiency is an otosomal recessively inherited
and 0.5% of all congenital coagulation disorders. Factor 7 deficiency
is the fourth of all congenital factor deficiencies in the Factor 8, Factor
9, and lack of the Von Willebrand Factor. It affects men and women
in the same proportions. Although there is no correlation between
FVII level and bleeding risk. An important part of the patients are
asymptomatic until advanced age, often by chance, is investigating
the bleeding parameters, only PT’s long, APTT is normal due to the
received diagnosis. Fresh frozen plasma (FFP), FVII, prothrombin
complex concentrates (PCC), plasma-derived factor VII (pdFVII);
recombinant activated factor VII (rFVIIa) are used for prophylaxis
or treatment of bleeding. In this case, a pregnant woman at term
which her first pregnancy was resulting in vaginal childbirth without
any problem, but factor 7 deficiency was detected in her second
pregnancy and there was also no problem to term is presented to
cesarean operation with recombinant activated factor FVII for the
preparation and post-operative management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Yaş Kavernöz Sinüs Trombozlu Bir Olgu
Dilcan Kotan, Aslı Aksoy Gündogdu, Gürkan Kayabaşoğlu
Olgu sunumu
Özeti
İleri Yaş Kavernöz Sinüs Trombozlu Bir Olgu
Cavernous SInus ThrombosIs In An Older PatIent
İskemik inmenin nadir nedenlerinden olan kavernöz sinüs trombozu, yaşamı tehdit eden bir durumdur.
Mortalitesi yüksektir ve klinik olarak kranyal sinir tutulumu ve görme kaybı dahil morbiditeye yol açabilir.
Kavernöz sinüs trombozu enfeksiyöz veya nonenfeksiyöz kaynaklı oluşabilir. Bu çalışmada, iyi gidişli,
nonenfeksiyöz, ileri yaş kavernöz sinüs trombozlu nadir bir kadın olgu sunulmuştur.
The cavernous sinus thrombosis is a very rare and life-threatening condition. The mortality
rate remains high, and significant morbidity includes residual cranial nerve palsies and
blindness. The causes of cavernous sinus thrombosis are infectious or aseptic. We report
well-progressed a rare case of aseptic thrombosis of the cavernous sinus in an older patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
Zeydin Acar, Abdulkadir Kırış, Mustafa Tarık Ağaç, Hakan Erkan
Olgu sunumu
Özeti
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Nihal Bakırkalay Aydın, Zehra Küçüktepe
Olgu sunumu
Özeti
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Organophosphate IntoxIcatIon EmergIng Young A Case Of RespIratory
faIlure And MyocardIal InfarctIon
Organofosfat zehirlenmesi üzerine birçok araştırma bulunmakla
birlikte, organofosfat maruziyeti sonrasında akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği gelişen olgu ilk kez bildirilmektedir. 46
yaşında erkek hasta acil servise nefes darlığı, göğüs ağrısı ve bilinç
bulanıklığı şikayetleri ile getirildi. Alınan anamnezde yanlışlıkla tarım
ilacı (Dipterex SP 80 (%80 trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate)
uygulanan ağaçtan kiraz yedikten sonra bu şikayetlerinin olduğu
öğrenildi. Genel durumu kötü, takipneik, bilinci uykuya meyilliydi.
Hasta hemen entübe edildi ve mekanik ventilatöre bağlandı.
Elektrokardiyografisinde sinüs taşikardisi ve V1-4 ‘te patolojik Q ve
ST elevasyonu mevcuttu. Kan tahlilinde troponin yüksek bulundu. Bu
bulgularla hastada organofosfat zehirlenmesine bağlı kalp krizi ve
solunum yetmezliği düşünüldü. Pralidoksim, akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği tedavisi sonrasında hasta koroner anjiografi
olmak üzere taburcu edildi. Sonuç olarak organofosfat zehirlenmesine
bağlı gelişen akut myokard infarktüsü ve solunum yetmezliği gözardı
edilmemelidir.
In addition to the many research about organophosphate
poisoning, the fact of acute myocardial infarction and respiratory
failure that happen after organophosphate exposure is firstly
reported. A 46 years old patient was taken into emergency with the
plaint of dispne, chest pain and somnolence. By taking anamnesis,
it is understood that these plaints are occured after eating cherry of
which trees are disinfected with a pesticide (Dipterex SP 80 (%80
trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate). General situation was
miserable, tachypnea and his consciosness was somnolence. The
patient was immediately intubated and connected to the mechanical
ventilator. There was sinus tachycardia in his electrocardiography
and the elevation of pathologic Q and ST elevation in V1-4. Troponin
was high in his blood test. With these indications, it was supposed
that there was heart attack and respiratory failure depending on
organophosphate poisoning on the patient. After the treatment of
piralidoxime, acute myocardial infarction and respiratory failure, the
patient was discharged from hospital for being angiography. Finally,
acute myocardial infarction and respiratory failure which evolve out
of organophosphate poisoning shouldn’t be ignored.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
Bayram Korkut, Hasan Gök, Gülay Korkmaz, Mehmet Tokaç, Mustafa Demirkıran, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
PredIctIon Of VentrIeular ArrhythmIas And Sud-Den CardIac Death After MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüsü (AMİ) geçiren 62 olgu hastaneden çıkmadan önce ekokardiyografi. Halter monitor , ve sinyal ortalamalz elektrokardiyografi (SOEKG) ile incelendi. Bir yıllık takip süresi içinde aritmi olayı (AD) (ani ölüm, ventriküler fihrilasyon, sürekli ventriküler taşikardi) yönünden değerlendirildi. AMI geçiren olgular, AO (+) [5 (%8).1 ve AO (-) [57 (%92)] gruplara ayrıldı. AD (+) grubun [sol ventrikül ejeksiyon fi•aksiyonu (LVEF): % 48±I 3.5 mmfigi tümünde (% 100) geç potansiyel (LP) po-I 'inde (%20) malign ventriküler aritmi (VA) 3 olguda (%60) LVEF S %40: AD (-) grupta (LVEF % 555±9.7) ise 28 olguda (%49) LP (+), 2(%3.5) nl guda malign VA ve 7 olguda (%12) LVEF%40 tesbit edildi (p<0,05, p>0.05, p<0.01). Bir yıllık takipleri esnasında, çalışma grubundaki LP (+) olan 33 ol-gunun ILVEF5_%40:6 (%18), malign VA 3(%9)] 5'inde (%15) ani ölüm, LP (-) olan 29 olguda [LVEF5_%40: 4(%13.7), malign VA (-)] ise ani ölüm tespit edilmedi (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Has-taneden çıkmadan önce VA tesbit edilen 14 olgudan 11 'inde (%78.5) LP (+), 5`inde (%35.7) LVEF-40 idi ve bir yıllık takipte 4 tanesinde (%28.5) ani ölüm oluşuren, VA tesbit edilmeyen ve 22 (%45.8) LP (+), 5 (%10) LVEF%40 olgusuna sahip 48 olgunun bir yıllık takibinde sadece 1 olguda (%2) ani ölüm gelişti (P<0.05, p<0.05, p<0.01). LVEF..040 olan ve has-taneden çıkmadan önce 6 (%60) LP (+), 1 (%10) ma-lign YA gösteren 10 olgunun 3'ünde (%30) ani ölüm LVEF>%40 olan ve 27 olguda (%51.9) LP (+), 2 olguda (%3.8) malign VA tesbit edilen 52 ol-gunun bir yıllık takibinde 2 tanesinde (%3.8) ani ölüm gelişti (p>0.05, p>0.05, p<0.01 ). Sonuç olarak AM! sonrası malign VA ve ani ölüm riskinin belirlenmesinde en fazla SOEKG olmak üzere 3 yöntemin de (SOEKG, eko-kardiyografi. Holter monitor) faydalı olabileceği ka-naatine varıldı.
In order to stratificate the risk of aı-rhythmi• events (AE) such as sudden cardiac death, vent-ricular fibrillation, sustained vertricular tach-ycardia in the first year after myocardial infarction, 62 patients were evaluated with echocardiography, Holter monitorisation and high resolution signal averaged electrocarcliography (H1-RES ECG). Patients were divided into 2 subgroups according ta presence on absence of AE [AE (+): 5 (%8), AE (-): 57 (%92)]. Patients with AE [(mean left ventriculaı-eje•tion fr-action (LVEF): % 48±I 3.5 showed 5 (%100) late potentials (LP). 1 (%20) malign VA and 3 (%60) LV dysfunction with LVEF 5 %40, while the other patients with AE (-) (LVEF % 55±9.7) had 28 (49%) LP (+), 2(%3.5) malign VA ve 7 (%12) LVEF5._%40 (p<0.05, p>0.05, p<0.0I ). During the 1 year follow-up, LP (+) patients (n=33) who had 6 (18%) LVEF%40 and 3(%9) malign VA showed 5 (%15) sudden death, while LP (-) patients (n=29) who had 4 (13.8%) VEF5_%40 but no malign VA, showed nn sudden death (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Patients with VA (n=14) who had 1 1(%78.5) LP (+) and 5.(%35.7) LVEF.40 showed 4 (%28.5) sud-den death in the first year after AMI, whereas pa-tients without VA (n=48) who had 22 (%45.8) LP ( +) and 5(%10) LVEF<%40 showed 1 (2%) sudden death (p<0.05, p<0.05, p<0.01 ). Patients with LVEF5_%40 (n=10), who had 6 (%60) LP (+) and 1 (%1 O) malign VA before hospital discharge evolved 3 (%30) sudden death, wheı-eas pa-tients with LVEF>%40 (n=52) who had 27 (%51 .9) LP (+) and 2 (%3.8) malign' VA before hospital dis•-harge, showed 2 (%3.8) sudden death in the one year follow-up period (p>0.05, p>0.05, p<0.01). In conclusion, in the risk stratification of arrhy-thmic events after AM!. alt of the thı-ee methods (ec-hocardiography, Holter, HI-RES ECG) are usefill where HI-RES ECG is more sensitive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
St Elevasyonlu Miyokard Enfarktüsünün Trombüs Aspirasyonuyla Tedavisi
Ahmet Lütfü Sertdemir, Abdullah İçli, Sümeyye Fatma Özer
Olgu sunumu
Özeti
St Elevasyonlu Miyokard Enfarktüsünün Trombüs Aspirasyonuyla Tedavisi
Treatment Of St ElevatIon MyocardIal InfarctIon WIth Thrombus AspIratIon
The most seen pathophysiological mechanism of acute coronary syndrome is intracoronary thrombus after plaque rupture. ST elevation myocardial infarction is caused by occlusion of coronary arteries. The treatment is based on fibrinolytic treatment or coronary intervention. If there is massive thrombus burden in coronary artery we can use manuel thrombus aspiration. In our case, we treated patient, who referred to hospital with ST elevation myocardial infarction, by manual thrombus aspiration without using stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nötrofil/lenfosit Oranı Büllöz Pemfigoid Tanısında Bir Belirteç Olarak Kullanılabilir Mi?
İlkay Özer, Şükrü Balevi, Arzu Ataseven
Araştırma makalesi
Özeti
Nötrofil/lenfosit Oranı Büllöz Pemfigoid Tanısında Bir Belirteç Olarak Kullanılabilir Mi?
Can NeutrophIl/lymphocyte RatIo Be Used As A Marker In The DIagnosIs Of Bullous PemphIgoId?
Amaç: Büllöz pemfigoid (BP) dermo-epidermal bileşkede yer alan antijenlere karşı oluşan antikorların neden olduğu, sıklıkla ileri yaş döneminde izlenen büllöz bir dermatozdur. Otoantikorların tetiklediği inflamasyon sonucunda hasta serumlarında ve büllerde inflamatuar mediatörlerin artmış olduğu ve artan bu mediatörlerin hastalık şiddeti ile ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Nötrofil lenfosit oranı (NLO); nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünmesi ile elde edilen; daha önce ürtiker, psoriazis, pemfigus vulgaris ve kutanöz vaskülit gibi inflamatuar hastalıklarda incelenmiş ve hastalıkla ilişkili bulunmuş bir parametredir. Bu çalışmada; sistemik inflamasyonun bir belirteci olan NLR’nin BP’li hastalarda kullanılabilecek bir belirteç olup olmadığı araştırılmada çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2013 – Aralık 2017 tarihleri arasında BP tanısı konulmuş hastaların medikal kayıtları incelendi. Dosyalarındaki laboratuar sonuçları değerlendirilerek; ortalama trombosit hacmi (MPV), nötrofil sayısı, lenfosit sayısı ve nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünerek hesaplandığı nötrofil lenfosit oranı kayıt edildi. Bulgular: Çalışmaya, 26 BP’li hasta ve 25 kontrol grubu hasta dahil edildi. BP’li hastalarda nötrofil sayısının (P = 0,005) ve NLO’nın (P = 0,04) kontrol grubundan yüksek olduğu görüldü. Lenfosit sayısının BP’li hastalarda kontrol grubundan farklı olmadığı saptandı. Sonuç: Çalışmamız; etyopatogenezinde inflamasyonun yer aldığı BP’li hastalarda bildiğimiz kadarı ile NLO’yi araştıran ilk çalışmadır. Sistemik inflamasyon için tam kan sayımı ile kolayca hesaplanabilecek bir parametre olan NLO’nın BP tanısında kullanılabilecek bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Bullous pemphigoid (BP) is a bullous dermatosis frequently seen in advanced age that is caused by antibodies reacting to antigens in the dermoepidermal junction. It has been reported that as a result of autoantibody-induced inflammation, inflammatory mediators are increased in patient sera and bullae, and that these increased mediators might be related to disease severity. Neutrophil lymphocyte ratio (NLR) is determined by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes; it is a parameter that has been previously studied in inflammatory diseases such as urticaria, psoriasis, pemphigus vulgaris and cutaneous vasculitis and has been associated with the disease. The present study investigated the utility of NLR, the marker of systemic inflammation, as a marker in patients with BP. Patients and Methods: Medical records of patients diagnosed with BP between January 2013 and December 2017 were reviewed. By evaluating the laboratory results in their files, the mean platelet volume (MPV), neutrophil count, lymphocyte count, and neutrophil lymphocyte ratio calculated by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes were recorded. Results: The study included 26 patients with BP and 25 control patients. Neutrophil count (P = 0.005) and NLR (P = 0.04) were found to be higher in patients with BP compared with the control group. No difference was found in lymphocyte count and MPV between the groups. Conclusion: To our knowledge, this is the first study to investigate NLR in patients with BP in the etiopathogenesis of which inflammation takes a part. We believe that NLR, a parameter that can be easily calculated by a whole blood count for systemic inflammation, can be a marker that can be used in the diagnosis of BP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventriküler Divertikül
Ahmet Soylu, Mehmet Tokaç, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Sol Ventriküler Divertikül
Left VentrIcular DIvertIculum
Amaç: Nadir bir konjenital anomali olan sol ventrikül divertikülü vakası sunmak ve ilgili literatürü gözden geçirmek. Olgu sunumu: Subakut anterior miyokard infarktüsü tanısıyla kliniğimize yatırılan ve sol ventrikülografide inferior duvarda divertikül tespit edilmiş olan 74 yaşında erkek hasta. Sonuç: Bizim vakamızda divertiküle bağlanabilecek herhangi bir semptomun olmaması, divertikülün küçük olması ve ventrikül sistolü anında tamamen kaybolacak kadar iyi kasılması nedeniyle divertiküle yönelik bir tedavi uygulanmadı.
Aim: To present a congenital left ventricular diverticulum case a rare congenital abnormality and to review related literatüre. Case report: A 74-year-old male patient, admitted to our clinic with subacute myocardial infarction and detected the diverticulum in the inferior wall during left ventriculography. Conclusion: In our case, no treatment fort he diverticulum, small size of the diverticulum, and contraction as good as disappearing completely during ventricular systole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Ventrıkül İnfarktüsu Düşünülen İnferior Miyokard Infarktusu Vakalarında Sağ Atrıum Arka Duvar Hareketlerının Tanı Değerı
Hasan Hüseyin Telli, Şamil Ecirli, Mehdi Yeksan, A. Nuri Sezer, Fikret Güldoğan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sağ Ventrıkül İnfarktüsu Düşünülen İnferior Miyokard Infarktusu Vakalarında Sağ Atrıum Arka Duvar Hareketlerının Tanı Değerı
The Dıagnosıs Value Of Rıght Atrıum Backwall Movements In Cases Of Inferıor Myocard Infarctus Consıdered Of Rıght Ventrıcle Infarcus
Bu çalışmada 1985-1986 yılları arasında, kliniğimiz koroner bakım linitesine yatırılıp tedavi edilen, inferior miyokard infaktüsü ve aynı zamanda sağ ventrukül infarktüsü bulunan 10 erkek hastada, M-mode ekokardiografi ile sağ atrium arka duvar hareketlerinin sağ ventrikül infarktüstinü tanımada değeri araştırıldı.
In this study, it was investigated the value of M-mode echocardiography of the right atrium posterior wall motions in diagnosing right ventricülar involvement in patiencs with acute inferior myocardial infarction. As a result, it was shown that there are no important right atrial posterior wall motions in diagnosing right ventricular involvement while together with these motions and veine pressures have diagnostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Ali Acar, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan, Kadir Ceylan, Mehmet Özeroğlu, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Peyronıe Dısease (peyronIe's DIsease)
Peyronie hastaligt, ismini 1743'de ya§ami4 olan Fransa Krali XV. Lui'nin cerrahi Francois de la Peyronie'den airnitir. Hastalikta, tunika albugineanm korpus kavernosumu cevreledigi ktstrnlarda ce§itli nedenlere bagli olarak skar dokusu olu§makta (plak), bu da tutulmu4 plan krsimda elastasite kaybma, dolayisiyla ereksiyon esnasinda o kisirnda biikiilrneye neden olmaktathr. Yapilan ara§tirmalarda insidensi %1 olarak belirlenmi4 olan hastalik daha. cok orta ya§li hastalarda gorulur. Genclerde ye cok ya§hlarda nadirdir. Siyahlarda az, dogulularda ise hemen hemen hic gortilmernektedir
Peyronie's disease was named after King XV of France, who lived in 1743. Lui's surgery is more than Francois de la Peyronie. In the disease, scar tissue forms (plaque) in the cysts where the tunica albuginea surrounds the corpus cavernosum due to various reasons, which causes the loss of elasticity in the affected plan crest, and thus, it causes a congestion in that region during erection. The disease, whose incidence has been determined as 1% in the studies, is still. It is mostly seen in middle-aged patients. It is rare in young people and very old age. It is less seen in black and almost never seen in eastern.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Acute MyocardIal InfarctIon DurIng Early Preg-Nancy
37 ya§inda harm. anteroseptal bOlgede akut mi-yokart infarktiisii (AM!) lie koroner yogun bakim iinitesinde yattrrldr. Son adet kanamasunn 01- madrgou burada farketti. Yaptirrlart test sonunda ge-belik oldugu anlapich. Gebeligin ilk aymdaydr. in-farktusiin akut doneminde komplikasyon olmadt. Sonraki aylarcla yaprlan takiplerinde rahattr. drizenli kullanrldi. Gebeligin sekizinci ayinda 1800 gr dogum agirlikli vaginal yoldan prernatiir dogum oldu. Gehe hammlarm gogiis agrilarr miyokart in-farktiisli yOniinden iyi degerlendirilmeli, yac, hi-pertansiyon, sigara igme, fazla kilo, wile oykiisii gihi risk faktorleri araorrilmaltchr.
A 37 - year old woman was admitted to the co-ronary care unit (CCU) with the diagnosis of acute anteroseptal myocardial infarction. Three days post admission to the coronary care unit upon history of her menstrual status a pregnancy test was done and found to he positive. Her CCU care was continued and discharged without any complications. Her later phases of pregnancy was uneventful and underwent premature vaginal delivery at 8 months. This re-inforces the idea of close follow up of pregnant women with respect to possible angina pectoris if history reveals hypertension, diabetes. SMDking. overweight and other risk factors of myocardial in-farction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
Ganime Dilek Emlik, Ali Erbay, Demet Kıreşi, Orhan Demir, Serdar Karaköse
Araştırma makalesi
Özeti
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
EffectIvIeness Of The RadIologIc ImagIng Methods In The DIagnosIs Of The VertebrobasIllar InsuffIcIency
Amaç: Vertebrobasiller yetmezlik (VBY), özellikle ileri yaş grubunda görülen, nonspesiŞk semptomlara sahip klinik bir sendromdur. Amacımız VBY tanısında yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip, maliyeti uygun, hastaya mümkün olduğunca zarar vermeyen radyolojik yöntemleri belirlemek ve bunların etkinliğini tartışmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda VBY semptom ve bulguları bulunan, yaşları 18-79 yaş arasında değişen 40 hasta grubu ile yaşları 25-72 yaş arasında değişen 20 kontrol grup vakası değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubundaki olgulara RDUS, boyun MRA, kranial MR tetkikleri yapıldı. RDUS ile vertebral arterlerin (VA) sadece ekstrakranial segmentleri ( V1-V2 ) incelendi. Bulgular: RDUS ile her iki VA çapları ve sistolik- diastolik hızları hasta ve kontrol grubunda ayrı ayrı karşılaştırıldı. Her iki grupta da sol VA ortalama çapı, sağa göre daha geniş izlendi. Hızlar karşılaştırıldığında, hasta grubundaki sol VA sistolik ve diastolik hız ortalamaları kontrol grubuna göre daha yüksekti. RDUS ile 9 hastaya oklüzyon, 5 hastaya kink veya stenoz, 6 hastaya sadece hipoplazi, 2 hastaya yetersiz akım tanıları kondu. Ayrıca distal segmentlerde oklüzyon veya stenozu bulunan 3 olguda, RDUS’de indirekt bulgular izlendi. MRA ile 14 hastaya oklüzyon, 4 hastaya stenoz, 6 hastaya kink, 6 hastaya sadece hipoplazi, 4 hastaya sadece tortiozite, 1 hastaya fenestrasyon tanısı kondu. 5 hastanın MRA’sı normaldi. Posterior dolaşım iskemisini ortaya koymak için, kranial MR tetkikleri yapıldı ve 7 hastada iskemi- infarkt izlendi. Sonuç: VA’ların sadece ekstrakranial patolojileri değerlendirildiğinde, RDUS’nin MRA’ya göre duyarlılığını yaklaşık % 81.5, seçiciliğini yaklaşık % 84.6 olarak bulduk. Tüm VBS patolojileri yönünde değerlendirildiğinde MRA’ya göre RDUS’nin duyarlılığını % 57.1, seçiciliğini % 60 olarak bulduk.
Aim: Vertebrobasillar insufficiency (VBI) is a common problem of elderly patients. However, diagnosis of VBI is generally difficult. The aim of this study was to determine the findings and efficiencies of MRA and CDUS in the diagnosis of VBI. Material and Method: We examined 40 patients (20 men, 20 women, mean age: 54.83±14.36 years) having signs and symptoms of VBI and 20 controls of the same age and sex. All of the patients, underwent cervical MRA, CDUS, cranial MRI. The diameter measurements and systolic and diastolic flow velocities of the vertebral arteries were compared between study and control group. Posterior circulation was also evaluated by cranial MRI in patients with VBI. Results: By CDUS, 9 patients with oclusion, 5 patients with kink or stenosis and 6 patients with only hypoplasia, and 2 patients with insufficient flow were diagnosed. MRA showed occlusion in 14 patients, stenosis in 4 patients, kink in 6 patients, tortuosity in 6 patients, and fenestration in one patient. MRA of the remaining 5 patients were normal. Cranial MRI of 7 patients was abnormal. On MRA, there was distal oclusion in five out of 14 patients having oclusion. CDUS showed low velocity and high resistance in the extracranial segment of these vessels. Conclusion: When only the extracranial pathologies of vertebral arteries were in concern, CDUS specifity was 81,5% and sensitivity was 84,6% according to MRA. If all the vertebrobasillary system pathologies were in concern CDUS sensitivity and specifity according to MRA were 57,1% and 60%, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Ömer Erdur, Mehmet Şentürk, Nurdoğan Ata, Ersen Koç, Gültekin Övet, Necat Alataş
Olgu sunumu
Özeti
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Extramedullary Plasmacytoma In The Nasopharynx
Seksen yaşında erkek hasta kliniğimize, burundan nefes
alma güçlüğü, burun kanaması ve nadiren ağızdan kan gelmesi
şikayetleri ile başvurdu. Hastanın oral, anterior rinoskopik ve
otoskopik muayenelerinde özellik saptanmazken yapılan fiberoptik
nazofaringoskopik incelemede nazofarinkste kitle gözlendi. Alınan
derin nasofarinks biyopsisi ile hastaya ekstramedüller plazmasitom
tanısı konuldu. Plazmasitomalar plazma hücresi tümörleri olup
soliter olarak kemik iliği dışında ortaya çıkarlar ve multipl myelom ile
ilişkili olabilirler. Baş boyun bölgesinde ekstramedüller plazmasitom
(EMP) olguları nadiren gözlenir. Nazofarinksin malign tümörleri
cerrahi ve/veya radyoterapi ile tedavi edilirler. Ekstramedüller
plazmasitomlar radyosensitif olarak bilinmelerine rağmen birçok
yazar tarafından kombine cerrahi ve radyoterapi önerir. Hasta ile
tüm tedavi seçenekleri paylaşıldığında hasta cerrahiyi kabul etmedi.
Bunun üzerine radyoterapiye yönlendirilen hastanın yirmidokuz aylık
kontrollerinde nüks saptanmadı. Burun tıkanıklığı, epistaksis gibi
şikayetlerle başvurun ileri yaş hastalarda daha dikkatli olunmalı ve
mutlaka nazofarinks ve nazal kavite endoskopik olarak detaylı bir
şekilde değerlendirilmeli.
Eighty year old, male patient presented to our clinic with
symptoms of difficult nose breathing, epistaxis and rarely
hemoptysis. No abnormalities were seen during oral, anterior nasal
and ear examination of the patient. A mass in the nasopharynx was
observed during the fiberoptic nasopharyngoscopic examination. The
patient was diagnosed as extramedullary plasmacytoma based on the
deep biopsy from nasopharynx. Plasmacytomas are tumors of plasma
cells, develop outside the bone marrow as solitary masses and they
may be associated with multiple myeloma. Cases of extramedullary
plasmacytoma (EMP) in the head-neck area develops rarely.
Malignant tumors of the nasopharynx are treated surgically and/or via
radiotherapy. Extramedullary plasmacytomas are known to be radiosensitive,
however, many authors recommend a combined therapy of
surgery and radiotherapy. All the treatment options were explained to
the patient, however, the patient did not accept surgery. Therefore,
the patient was started on radiotherapy and no recurrences were
observed during the twenty-nine-month follow-up period. More
caution should be exercised for elderly patients presenting with nasal
obstruction, epistaxis, and their nasopharynx as well as nasal cavity
should be endoscopically assessed in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
Kenan Demir, Hakan Akıllı
Olgu sunumu
Özeti
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
A Rare Case Of CongenItal Heart DIsease In An Unoperated Adult PatIent SIngle VentrIcule
Tek ventrikül nadir görülen bir konjenital kalp hastalığıdır. Prognozunun kötü olması nedeni ile cerrahi tedavi uygulanmadan erişkin yaşa ulaşan hasta sayısı azdır. Literatürde 5-6. dekata ulaşan vakalar bildirilmektedir. Sunacağımız vakayı ülkemizden bildirilen, opere edilmeden en ileri yaşa ulaşan tek ventrikül olgusu olması ilginç kılmaktadır.
Single ventricle is a rare congenital heart disease. The number of patients who reach to adult age without surgical operation due to poor prognosis are rare. There are publications that report cases reached to 5 to 6 decades in the literature. What makes the present case interesting is that it is the single ventricule that reaches the oldest age without operation reported in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Tromboembolızm
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Tromboembolızm
Pulmonary Thromboembolısm
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of End Stage PatIent In IntensIve Care UnIt
Mevcut teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler çerçevesinde iyileşme umudunun kaybedildiği düşünülen hastalara uygulanan tıbbi müdahaleler, hastaya sağladığı yarar ve zarar açısından etik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle yoğun bakım gibi ülkemiz için kısıtlı olan kaynaklar açısından değerlendirildiğinde durum yönetimsel bir boyut kazanmaktadır. Çalışmamızda üniversitemiz Göğüs hastalıkları bünyesinde bulunan dahili yoğun bakım ünitemizde takip edilen, tıbben iyileşme ümidi olmayan ve hastalığın son döneminde olduğuna karar verilen hastalar ve sonuçları değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak 25 Ekim 2010 ile 30 Nisan 2010 tarihleri arasında yoğun bakım ünitemizde 24 saatten fazla yatmış olan toplam 163 hastanın terminal dönemde olan 17’si incelenmiştir. Hastaların 11’i onkoloji hastasıydı. Bunların 6’sında akciğer, 5’inde ise diğer organ kanserlerine bağlı tedaviye yanıtsız yaygın metastaz mevcuttu. Diğer hastalardan 3’ü miyokart enfarktüsü sonrasında ejeksiyon fraksiyonunun %15’in altında olmasına bağlı genel durum bozukluğu nedeni ile nakil şansı olmayan, 1’i ileri dönem solunum kaslarının da tutulduğu musküler distrofi, 1 olgu ileri solunum yetmezliğinde olan intersitisyel akciğer hastalığı, diğeri ise tedaviye yanıtsız çoklu komplikasyonları olan karaciğer sirozu hastaydı. Onbeş hasta yoğun bakımda yaşamını yitirirken sadece 2 hasta mekanik ventilatör desteğinde taburcu edildi. Hastaların yattığı dönem içinde yapılan tıbbi müdahale maliyeti 208.200,640 TL olarak saptandı. Hastalar toplam 233 yatak/gün boyunca yoğun bakımda takip edildi. Sonuç olarak yoğun bakımımızda terminal dönem hastalarına ayrılan yatak sayısı ve yatak başı maliyet oldukça yüksek olarak saptanmıştır. Gerekli kanuni düzenlemeler ile birlikte palyatif bakım üniteleri yada hospis sistemlerinin kurulması, gerek sınırlı olan kaynakların daha akılcı kullanımı, gerekse hasta ve hasta yakınlarının ve memnuniyeti için önemlidir.
Medical interventions to the patients from whom healing expectations (with the current technological and scientific data) were considered to be lost are being ethically discussed about the benefit and loss to the patient. When it is about the limited sources of the country, particularly like the intensive care units, it becomes an administrative issue. In this study we evaluated the patients in the terminal phase of their diseases with no expectancy of healing, hospitalized in the medical intensive care unit (ICU)of our university hospital. Thirteen terminal phase patients out of 73 patients hospitalized between 25 October 2010 and 30 April 2011 were evaluated retrospectively in ICU. Eleven of the patients had oncological disease (6 lung cancers and 5 other organ cancers). These patients had widespread metastases not responding to therapy. Tree of the other patients had ejection fraction lower than 15% following myocardial infarction with no chance for transplantation due to low health status, one had advanced respiratory muscle involvement due to muscular dystrophy, the another had intersitisyel lung diseases with severe respiratory failure, the other had liver cirrhosis with multiple complications. Fifteen patients died in the intensive care unit, whereas two patient was discharged with home mechanical ventilator support. Medical cost of the patients was 208.200,640/TL. They were hospitalized for 233 bed/days. The number of beds occupied by these terminal phase patients in this period were considered to be high. Foundation of palliative care units or hospice service with necessary law evaluations, is very useful and important not only for optimal use of limited financial sources but also for comfort of patient and relatives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, İsmail Hakkı Ersoy, Banu Kale Köroğlu, İrem Arı
Olgu sunumu
Özeti
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
A Paget PatIent WIth SacroIlIac JoInt Involvement And Normal AlkalIne Phosphatase Level
Paget Hastalığı, artmış osteoklastik aktivite sonrası aşırı kemik yapımıyla karakterize olan ve osteoporozdan sonra ikinci sıklıkta görülen bir kemik hastalığıdır. Genellikle ileri yaştaki erkeklerde görülmektedir. Klinik olarak kemik ağrıları, patolojik kırıklar, nörolojik ve işitsel problemler görülse de hastaların çoğu asemptomatik seyretmektedir. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamakla beraber genetik faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Tanı alkalen fosfataz yüksekliği ve radyolojik bulgular ışığında koyulur. Tedavide bifosfonatlardan büyük oranda fayda görülmektedir. Burada yoğun bel ve kalça ağrısı ile kliniğimize başvuran, alkalen fosfataz değerleri normal sınırlarda seyreden ve sakroiliak eklem tutulumu olan, kemik sintigrafisi bulguları ile Paget hastalığı tanısı koyduğumuz bir olgu takdim edilmiştir.
Paget’s disease is the most frequent disorder of bone after osteoporosis characterized by excess bone growth due to increased osteoclast activitiy. It is usually seen in older males. Patients are often asymptomatic but sometimes bone pain, fractures, neurological and hearing problems can be seen. Although the pathogenesis of disease is not clear, genetical factors are thought to play role on pathogenesis. Paget’s disease is diagnosed by elevated serum alkaline phosphatase activity and abnormal radiological findings. Bisphosphonates are useful in controlling disease activity. Here, we present a patient admitted to our clinic with severe pelvic and back pain, mimicking sacroiliitis, diagnosed via bone sintigraphy as Paget’s disease in contrast to normal alkaline phosphatase levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüsünde Aritmi Oluşumunda Magnezyum Eksikliğinin Rolü.
Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehmet Polat, Hüseyin Kazancı, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüsünde Aritmi Oluşumunda Magnezyum Eksikliğinin Rolü.
MagnesIum DefIcIency Role In ArrhytmIas ComplIcatIng Acute MyocardIal InfarctIon
Magnezyum (Mg2+) eksikliği digital ve diüretik alan iskemik kardiyomiyopatili hastalarda, diabetiklerde, diüretik ile tedavi edilen hipertansif hastalarda akut miyokard in-farktüsü geliştiğinde muhtemelen ortaya çıkabilir. Mg2+ eksikliğine potasyum (K) yetersizliği eşlik edebilir. Akut miyokard infarktüslü (AMİ) 37 hastada serum K+ ve Mg2+ analizleri yapılarak hipomagnezemi saptanan 7 hastanın 3'ünde ventrikül kaynaklı ritm bozukluğu tesbit edildi (%42.8). Serum Mg2+ düzeyleri normal sınırlarda olan 30 kişi-lik grupda ise, ventrikül kaynaklı ritm bozukluğu 4 (%13.3) hastada saptandı.
Magnesium (Mg2 +) deficiency is likely to occur when acute myocardial infarction develops in patients with ischemic cardiomyopathy, diabetics, hypertensive patients treated with diuretics and diuretics. Potassium (K) deficiency may accompany Mg2 + deficiency. In 37 patients with acute myocardial infarction (AMI), serum K + and Mg2 + analyzes were performed and in 3 of 7 patients with hypomagnesemia, ventricular rhythm disturbances were detected (42.8%). In the group of 30 people with serum Mg2 + levels within normal limits, ventricular arrhythmia was detected in 4 (13.3%) patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
Talat Tavlı, Bayram Korkut, Hasan Gök, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
ClInIcal And Laboratory Effects Of ThyrombolytIc Therapy In Acute MyocardIal InfarctIon A Placebo Controlled Study
Akut Myokard Infarktüsünden sonra Trombolitik tedavi uygulanması ile infarktüs genişliğinin azaldığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.Bu çalışmada, Ko-roner Yoğun Bakım Ünitemizde Akut Myokard Infarktüsünü takiben trombolitik tedavi uygulanan (n=46) ve uygulanamayan (n.41) hastaların klinik ve laboratuvar sonuçlara karşılaştırdmıştır.Trombolitik tedavi (Iv Streptokinaz 1.5 milyon Ü, bir saat süresinde) göğüs ağrısının başlamasından itibaren 6 saat içinde müracaat eden hastalara uygulandı. Ilasta-nede toplam yatış süresi, trombolitik tedavi (10±4 gün) uygulananlarla plasebo (1 1 ffl gün) arasında an-lamlıbir değişiklik göstermedi (p>0.05). CK-MB en-zim düzeyi trombolitik tedaviden 6 saat sonra yükselmeye başladı (86±122 mg/dl) ve pik düzeyine 12 saat sonra (191±138 mg/dl) ulaştı (p<0.01). CPK enzim düzeyi ise (354±738 mg/dl) erişti (p<0.01). SGOT,SGPT ve LDH enzimleri trombolitik tedavi-den 18 saat sonra değişmeye başladı (p<0.05). Koles-terol trigliserit, düşük dansiteli lipoprotein (LDL) düzeylerinde önemli değişiklik olmadı. Yüksek dan-siteli lipoprotein (HDL) trombolitik tedaviden 18 saat sonra artmaya başladı
Several studies have shown that infarct size is re-duced after trombolytic treatement in patients with acute myocardial infarction. The present study was pelformed to compare clinical and laboratory results in acute myocardial infarction patients following ei-ther intravenous thrombolysis or plasebo in our Co-ronary Care Unite. We peiformed intravenous strep-tokinase (n=46) within 6 hours from onset of chest hain. Total hospitalization days were not changed between patients with thrombolytic treatement and Placebo (10±4 gün vs 11 ±5 gün, p<0.304, respectively). CK-MB started significantly to change after 6 hours (176±138 mgldl, p<0.01). CPK, reached its peak level within 12 hours after thrombolytic treate-ment. SGOT, SGPT and LDII begun significantly change within 18 hours after thrombolytic treate-ment. Cholesterol, trigliserit, LDL were not changed significantly. But HDL increased significantly in pa-tients with thrombolytic treatement within 18 hours after thrombolytic treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Ekrem Kadıoğlu, Şaban Gönül
Derleme
Özeti
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Corneal EndothelIum And PhacoemulsIfIcatIon Surgery
Fakoemülsifikasyon (FAKO) cerrahisi göz hekimleri tarafından en sık uygulanan cerrahi girişimdir. Günümüzde tüm gelişmelere rağmen FAKO cerrahisinin kornea endotel tabakasında yaptığı hasar önemini korumaktadır. Endotel tabakasının speküler mikroskopik analizi kataraktlı olgularda cerrahiye karar verme aşamasında büyük bir değere sahiptir. Ayrıca endotel hücresinin FAKO cerrahisine verdiği cevap speküler mikroskopik analiz teknikleri ile değerlendirilebilir. Güncel FAKO cerrahisinde endotel koruyucu cerrahi tekniklerle endotel hasarı en aza indirilmeye çalışılmaktadır. Bu sayede endotel hücre rezervi fizyolojik eşik değerin altına düşmemekte ve postoperatif kornea ödemi de geride kalan sağlıklı hücrelerin telafisi ile kısa sürede toparlanmaktadır. Ancak yaşlanma süreciyle devam eden endotel hücre kaybı, korneanın ileri yaşlarda dekompanse olmasına neden olabilir. Bu nedenle FAKO cerrahisinin her aşamasında endotel hücre kaybı asgari düzeyde tutulmalıdır. Bu yazı kornea endotel tabakası ve speküler mikroskopi analizini incelemek, FAKO cerrahisinin kornea endoteline etkisini değerlendirmek amacını taşımaktadır
Phacoemulsification (phaco) surgery is the most commonly surgical intervention performed by ophthalmologists. The injury of corneal endothelial layer with phaco surgery is still important despite recent developments. The specular microscopy analysis of endothelial layer is very important in the preoperative evaluation of the patients with cataract. In addition, the influence of endothelial cell to phaco surgery may be evaluated with specular microscopic analysis techniques. Current phaco surgery is aimed to minimize endothelial damage by endothelial protective surgical techniques. Thus, endothelial cell count does not decrease under the physiological threshold level, and postoperative corneal edema improves with the compensation of residual cells in a short time. However, endothelial cell loss during aging may cause corneal decompensation at advanced age. Therefore, endothelial cell loss should be minimized at each step of phaco surgery. This article aims to review the analysis of corneal endothelial layer and specular microscopy and to evaluate the effect of phaco surgery on corneal endothelium.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Serum SelenIum Levels In PatIents WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüslü 37 ve sağlıklı 33 ol-guda serum selenyum düzeyi araştırıldı. Ilk grupta selenyum düzeyi 49.340 9.906 Agit, ve ikinci grup-ta 70.849±12.868 pgİL olup, iki grup arasında an-lamlı farklılık bulundu (p<0.01). Selenyum düzeyi ile cinsiyet, sigara ve hipertansiyon arasında ilişki saptanamazken; selenyum düzeyi, 60 yaşın üze-rindeki olgularda 60 yaşın altındakilere göre anlamlı şekilde düşük bulundu (p<0.05). Koroner arter hastalığı ile serum selenyum düzeyi arasında anlamlı bir ilişkinin bulunduğu •ve bu ilişkinin açıklanabilmesi için prospektif çalışmalara ve hayvan deneylerine gereksinim olduğu kanaatine varıldı.
We investigated the serum selenium levels in 37 patients with acute myocardial infarction (Group I) and in 33 healthy people (Group II). The mean levels of selenium in both groups were 49.340.906 pgl L and 70.849±12.868 pgiL, respectively. There was significant difference between two groups (p<0.01). There was no relationship between selenium levels and sex, smoking and hypertension. The selenium levels showed decrease in patients older than sixty compared to those under sixty (p<0.05). In conclusion, we found that there was meaning relationship between serum selenium levels and cora onary artery disease. In order to describe the relation-ship we need prospective clinical and experimental studies with more detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Cahit Yavuz, Esma Eroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Assessment Of DermatologIcal DIsorders WIth ChronIc HepatItIs C VIrus InfectIon
Amaç: Hepatit C virüsü (HCV) esas olarak hepatopatik olmasına rağmen HCV enfeksiyonuna bağlı gelişebilen çok sayıda ekstrahepatik belirti vardır. Bunlar arasında dermatolojik bulgular ekstrahepatik belirtilerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu çalışmada, bölgemizde kronik HCV enfeksiyonuna eşlik eden dermatolojik hastalıkları değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, 2008-2020 tarihleri arasında 12 yıllık süreçte Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniğinde takip edilen Kronik HCV enfeksiyonu tanısı alan 2050 hastanın ek olarak dermatolojik hastalığı tesbit edilen 394’ü dahil edildi.
Bulgular: Dermatolojik hastalık tanısı alan 394 hastanın yaş ortalaması 56 ±17 yıl idi. Bunların 218’i (%58,6) kadın, 176’sı (41,4%) erkek idi. Dermatoloji polikliniğine başvuran kronik HCV enfeksiyonu hastalarında en sık pruritus (18,5%) ve kontakt dermatit (%17,5) saptandığı görüldü. Pruritus ve kontakt dermatitin; ileri yaşta ve kadın cinsiyette daha sık görülmesi istatistiksel olarak ile anlamlı bulunmuştur (sırasıyla p: 0,013, p: 0,038).
Sonuç: Çalışmamızda HCV enfeksiyonu olan hastaların dermatoloji polikliniğine en sık başvuru sebebi pruritus ve kontakt dermatit olarak saptandı. Hepatit C enfeksiyonunun erken teşhisine ve tedavisine yardımcı olabileceğinden, hepatit C ile ilişkili dermatolojik durumları anlamak önemlidir. Kronik Hepatit C (KHC) hastalarının dermatoloji poliklinik başvuruları sonrası aldıkları tanıların görülme sıklığı ve çeşitliliği bu alanda yapılacak olan çalışmaların daha standardize edilmiş hasta grupları ve standart laboratuvar teknikleri kullanılarak yapılması gerekliliğini düşündürmüştür
Aim: Although hepatitis C virus (HCV) is essentially hepatopathic, there are many extra-hepatic symptoms that may develop with associated HCV infection. Of these, dermatological findings constitute a significant proportion of extra-hepatic symptoms. The aim of this study was to evaluate dermatological diseases accompanying to chronic HCV infection in our region.
Patients and Methods: From a total of 2050 patients diagnosed and followed up for chronic HCV infection in the Infectious Diseases and Clinical Microbiology Clinics in a 12-years period between 2008 and 2020, 394 determined with concurrent dermatological disease were included in the study.
Results: Chronic HCV patients diagnosed with dermatological disease comprised 218 (%58.6) females and 176 (%41.4) males with a mean age of 56±17 years. In the patients with chronic HCV infection presenting at the dermatology outpatient clinic, pruritus was determined most (%18.5) and followed by contact dermatitis (%17.5). At univariate analyses female gender (p:0,005, OR:3,329, CI 95% [1,439-7,701]) and advanced age (p:0,013, OR:1,029, CI 95% [1,006-1,052]) were detected as significant variables of frequent dermatological diseases. The female gender ( p: 0,038, OR:2,682, CI 95% [1,054-6,826]) was detected as the predictor of most frequent dermatological diagnoses in chronic HCV infection at multivariate logistic regression analysis.
Conclusion: The most common reasons for presentation of patients with HCV infection at the dermatology outpatient clinic were determined to be pruritus and contact dermatitis. The frequency and variability of the diagnoses seen in chronic hepatitis C patients after presentation at the dermatology outpatient clinic suggest the need for further studies in this area with more standardised patient groups using standard laboratory techniques.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Fatma Şimşek, Nuray Bilge, Gökhan Aydoğan
Olgu sunumu
Özeti
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Late-Onset Advanced Age Systemıc Lupus Erythematous After Central Nerveus System Involvement: Case Report
Sistemik lupus eritematozus, otoimmün karakterli, bir çok sistemi tutan inflamatuar bir hastalıktır. Hastalık bazen sinsi bir şekilde seyrederek yıllarca ateş, halsizlik, yorgunluk semptomları ile seyredebilir. Merkezi sinir sistemi tutulumu yaygındır. Klinik değişken olup çok hafif olabileceği gibi çok ağırda olabilir. Hastaların çoğunda başlangıç yaşı 16-55 yaş arasında olup, ileri yaşta tanı alan vakalarda bulunmaktadır. Burada 80 yaşında iken baş dönmesi ve sağ taraf kuvvetsizliği gelişen, 85 yaşında lupus tanısı alan ileri yaş hasta sunulmuştur. Hastanın hem çok ileri yaş olması hemde lezyonların demiyelinizan plaklara benzer özellikte olması nedeniyle sunmaya değer bulduk. İleri yaş olgularda santral sinir sistemi tutulumunda ayırıcı tanıda lupus unutulmamalıdır.
Systemic Lupus Erythematous, autoimmune character, is a inflammative disease holding many systems. The disease can sometimes follow insidiously with symptoms of fever, asthenia and prostration for years. Central nervous system is common. It is the clinical variable and may be very mild or very severe. In most patients, the age of onset is between 16-55 years old and is found in cases diagnosed in advanced age. Here, it is presented an elderly patient developed dizziness and right side prostration when she was 80 and diagnosed lupus when she was 85. We thought as worth for presenting because of that both the patient is elder and that the lesions have similar features with demyelinating plaques. The lupus should not be forgotten in the central nervous system involvement in advanced age cases and separator diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokard İnfarktüsünde Ve Paroksismal Supraventriküler Taşikardide Serum Magnezyumu
Aytekin Oğuz, İsmail Şahin, Koptagel İlgün, Ömer Şentürk, Reha Erkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokard İnfarktüsünde Ve Paroksismal Supraventriküler Taşikardide Serum Magnezyumu
Serum IllagnesIum In Anık MyocardIal InfarctIon And Paroxysmal S UpraventrIcular TachycardIa
Bu çalışmada akut miyokard infarktüslü (Iz: 30) ve proksismal supraventriküler taşikardili (n: 30) hastaların serum Mg düzeyleri sağlıklı kontrol grubu ile (n: 20) karşılaştırddı. Ortalama serum Mg düzeyleri (mgldl) sırasıyla 1.8 ± 0.3, 1.7 ± 0.4, 1.8 ± 0.2 idi. Gruplar arasında istatistiksel olarak bir fark yoktu (p>0.05). 11ipomagnezerni frekansı ise kontrol grubunda %10 (n: 2) akut miyokard in-farktüsünde %13.3 (n: 4)„wıpraventrikuler iaşikardili hastalarda %23.3 (n: 7) (p<0.05) idi. Bu sonuçlar özellikle supraventriküler taşikardilerde hipomagne-seminin önemli bir rolü olabileceğini telkin etmektedir.
At'this study serum Mg levels of myocardial in-farction (n: 30) and paroxysınal supraventricular tachycardia (n: 30) vere coınpared with healthy con-trol subjects (n: 20). Mean serum Mg levels (mg1d1) vere 1.8 ± 0.3, 1.7 ± 0.4, 1.8 ± 0.2 respectively. There was no staüstically significant difference among groıps (p>0.05). Frequency of hypomagnese-mia was 10% (n: 2) for the control group, 13.3% (n: 4) for patients with acute ınıocardial infarction and 23.3% (n: 7) (p<0,05 ) for patients with supraventric-ular tachycardia. These results imply that hypomag-nesemia could Alay an important role at the genesis of suprave ntricular tachycardia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Hasan Sarı, Yakup Alsancak, Selman Soylu, Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Rare ComplIcatIon In The Coronary AngIography Laboratory: Stent StrIppIng
Yabancı cisim embolizasyonu, perkütan koroner girişimin nadir bir komplikasyonu olmasına rağmen, işlem sayısının artması, bu sorunun girişimsel kardiyologlar tarafından daha sık karşılaşılmasına neden olmaktadır. Son yapılan vaka çalışmaları, stent sıyırma oranının % 1'in altında olduğunu bildirmiştir. Girişimsel kardiyologlar, günlük pratikte önemli sayıda vakayla ilgilenir ve çok çeşitli komplikasyonlarla karşı karşıya kalır. Stentin sıyrılması, acil koroner baypas cerrahisi, koroner tromboz, miyokardiyal enfarktüs, serebrovasküler olay ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle, stent sıyırlmasının doğru yönetimi, mortalite ve morbidite riskini azaltmak için önemlidir. Bu vaka da sol ana koroner arterde stentinin sıyrılma olgusunu sunuyoruz; sıyrılan stentin kaldırma prosedürünü ve ortaya çıkan komplikasyonları tartışıyoruz.
Although foreign body embolization is a rare complication of percutaneous coronary intervention, the increase in the number of procedures results in this problem being more frequently encountered by interventional cardiologists. Contemporary case studies have reported the rate of stent stripping to be below 1%. Interventional cardiologists attend to a considerable number of cases in everyday practice and witness a diverse spectrum of complications. Stent stripping can result in severe complications such as emergency coronary bypass surgery, coronary thrombosis, myocardial infarction, cerebrovascular event and death. Thus, the proper management of stent stripping is important for reducing the risk of mortality and morbidity. In this article, we present a case of left main coronary artery stent stripping; we discuss the removal procedure and the complications that arose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
SurgIcal RepaIr Of Post MyocardIal InfarctIon VentrIcular Septal Defects: SIngle Center ExperIence Of FIfteen Years
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
Hasan Hüseyin Telli, Hasan Gök, V. Gökhan Cin, Mehmet Çelik, Ahmet Altıntaş, Mehmet Tokaç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
InterventrIcular Septum Rupture Developed After Acute MyocardIal InfarctIon
Bu makalede. Akut miyokard it farktiisiinfin en komplikasyonlardan bin olan, ituraventrikiiler septum bir vak'a takdiin edihli. Akut in-ferior mivokard irz c l ktiislt bir hastantn klinik du-rumu. Doppler ekokardivografi ile degerlendirildi. bu vara nedeniyle, akut miyokard Iikte olan intraventrikider septum riiptiirliniin curia tanist, teşhis yontemieri, prognozu 'e en iyi tedavi metodları tartışıldı
In. this article, a case with interventricular sep-tum rupture which is one of the most serious coup-lications of acute myocardial infarction was int-roduced. The clinical situation of the patient with acute inferior myocard inlarction f1 /5 evaluated with the Doppler echocardiograph. Owing to this case differential diagnosis. diagnostics methods. prognosis and the best treatment of intervetricular septum rupture with acute myocardial infarction was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
Hasan Gök, Bayram Korkut, V. Gökhan Cin
Araştırma makalesi
Özeti
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
IntraaortIc Balloon CounterpulsatIon (ıabc) In The Management Of CardIogenIc Shock
Kardiyojenik şok, çoğunlukla miyokart iıajiırktüsai sonucu gelişen ve vital organların hipoperflizyon bulgulan ile karakterize acil klinik bir durumdur. Zamanında ve yeterli tedavi yapılmazsa hemen hepsi kaybedilen bu olguların tedavisinde, İABP uygulanması, ventrikiil fonsiyonları ile koroner debiyi kısmen duzelterek hastanın kalp kateterizasvonu ve re-vasküarizasyonu için zaman kazandırmalaadır. Çoğu merkezlerde nwrtalitesi en az Ç'< 60-70 olan kar-diyojenik şokta, optinıal İABP desteği acil koroner anjioplasti veya koroner arter by-pass operasyonu ile bu mortalite oranı değişmiştir. Ayrıca akur miyokart infarktüsünün radikal tedavisinde acil koroner an-jioplastisinin, çok olumlu sonuçlarla uygulamaya girmesi, infarktüsün hastane içi mortalitesini ve kardiyojetzik şok gelişiınini de azalınuştır. Kardiyojenik şoka sebep olabilen hastalıklarda. İABP nin yeni girişimsel ve cerrahi tedavilerle mortaliteve etkisini ve İABP'mn kullanım spektrumunu incelemek maksadıyla bu yazı hazırlanmıştır
Cardiogenic shock is an emergency clinical state which is usually due to delile myocardial infarction and clzaracterized by hipoperfusion of vital organs. If the management isn'i on time- and isn't enough, patients with cardiogenic shock commonly die. Fortunately: IABC, by alleviating coroner circulation and left ventricular functions, can give the the chance ,fo• interventional cardiac procedures such as cardiac catheterization and revasvcularization.While generally accepted mortality rate is at least 60-70% in car-diogenic shock, it can be decreased with optimal IABC and revascularizarion. On the other hand, emergency PTCA in patients with acute myocardial infarction decreased the incidence of hospital mortality and cardiogenic shock. The design of this review is to investigate the clinical landnuırks• IABC and the efficacy of IABC, alone ör together with newer intervetztional cardiac procedures, on disease states that could cause cardiogenic shock.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokard Infarktusunde Atrıyal Fibrilasyon Gelomi Ve Prognoza Etkısı
Hasan Hüseyin Telli, Müfid İspanoğlu, Cevat Özpınar, Mehmet Gök, Mustafa Sait Gönen, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokard Infarktusunde Atrıyal Fibrilasyon Gelomi Ve Prognoza Etkısı
AtrIal FIbrIllatIon On Acute MyocardIal In-FarctIon And PrognostIc SIgnIfIcance
Bu Çalışma, 1988-1991 tarihleri arasuzda Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Koroner Bakun irni-tesinde takip ye tedavi edilen 434 akut miyokard in-farktiislii (AMI) vak'ada sebep olan faktorleri arac-urmak amactyla _vapid,. 434 valeanin 537i (%12)7nde atriyal fibrilasyon gelicirken, bunkum 41'hide (%77)'inde Atriyal fibrilasyon (AF), AMI7iniin ilk 24 saati icinde gelisti ve 33 Yaks(' (%62) ilk iki saw icinde spontan olarak sinus Hi-mine dondii. Gecirilm4 ntiyokard infarkriisii hikayesi plan ve ya.yh vak'alarda 'nth stk oldugu goriildii (p<0.05). AF gels en vakalarda. AF gelifmeyen va-kalara gore kardivak enzin degerleri daha viiksekti (p<0.05). AF gelifen vakalarm %45'inde klinik tab-loya konjestif kalp _yennezligi (KKY) eflik ediyordtt (p<0.05). AF hastane inortalitesini arttirmakla bir-likte (p<0.05), mortaliteniX AF'nun kendisinden daha rok birlikte buhindukti Ye nekroz alanintn ge-niAginin vol actigt, hemodinamik bozuklu,@1 bagh oldugu sonticuna varildı.
This search was made in the coronary care unit of medical faculty of Selciik University between 1988 and 1991. 434 cases were therapied and ob-served. The aim of this research was to examine the factors which cause atrial _fibrillation and its effect on prognosis. While atrial fibrillation out of 434 cases occured in 53 patients (12%) in 41 of them (77%). AF oc-cured in Mil in the first 24 hours. Sinusal rythm re-versed spontaneously in 33 cases of (62%) in flue first two hours. In the old cases who had a preYeiosus myo-cardial infarction history it was observed that AF was more frequent and it was an important factor in the development of atrial infarction. The cardiac enzvm values were high in the cases who went in to AF as to the ones who dindn't into AF. In 24 of the patient didn't have, AF the cardiac failure were accompanying to the congestive car-diac failure. It was concluded that it was to the hemodynantic disorder which was caused by the width of necrosis area more than AF itself, despite increasing the hospital mortalty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta