Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Onkojenik Retroviruslar
Murat Şevik
Derleme
Özeti
Onkojenik Retroviruslar
OncogenIc RetrovIruses
Bu makalede, onkojenik retroviruslar hakkında güncel bilgiler sunulmuştur. Kanser, dünya çapında milyonlarca insanı etkileyen bir hastalıktır. Yapılan araştırmalarda elde edilen bulgular, viral etkenlerin de kansere neden olduğunu göstermektedir. Kanser ile ilişkilendirilen viral etkenler, onkogenez mekanizmaları ile hücrelerin kontrolsüz ve anormal şekilde büyümesine neden olmaktadır. Kansere neden olan viruslar, DNA ve RNA virusları arasında yer almakta olup, bütün RNA tümör virusları, retrovirus familyasında yer almaktadır.
In this article is compiled the current knowledge about oncogenic retroviruses. Cancer is a disease that affects millions of people around the world. The findings of the researches indicate that viral factors cause cancer. Viral factors associated with cancer leads to uncontrolled and abnormal growth of cells by their oncogenesis mechanisms. Cancer viruses can be found in both the DNA and RNA viruses. All RNA tumor viruses are located in retroviruses family.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Adil Zamani, Gülden Paşaoğlu, Ümmügülsüm Can, Faruk Özer, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Cea And Ca 19-9 In MalIgnant Pleural Ef-FusIons
Seljuk Universitesi Ttp Fakiiltesi Gogiis Has-taltklart ye Tiiherkiiloz Anabilim Dalinda 1994-1995 yillart arasinda yattrzlarak tetkik edilen 89 plevral efiizyonlu ve 25 saghkli hirey calqmaya alindi. 01-. gular etyolojik tat-taw-ma gore malign ye benign ola-rak iki gruha ayrildt. Toplam 89 olgudan 35'i ma-lign, 54'il benign gruptaydi. Malign gruhun yac ortalamast 64±10.54 olup 24'ii erkek. kadm be-nign gruhun yac ortalamast 47.94±15.56 olup 34'ii erkek, 20'si kadmdt ye kontrol gruhun yak or-talantast 45.28±11.71 olup 12'si erkek, 1 kadinds. Pleural efiizyonlu hastalarm serum ye plevral si-vtlarinda CEA ye CA 19-9 degerleri ye plevral mil serum oranlart; kontrol gruhunda ise hu tumor be-lirleyicikrinin (TB) serum degerleri okiilerek ma-lign kaynaklt eftizyonlart saptamakta serum ye plev-ral sty, degerleri arasindaki ili ki argttrildt. Malign olgularda CEA'nin serum degerleri benign grup ye kontrol gruhundan istatistiksel olarak anlamIt de-recede yiiksekti (p<0.01 ye p<0.001). Pleural sly, degerleri ye plevral stvilserum oranlari malign grupta anlamh derecede yiiksekti (p<0.01). CA 19- 9'un serum degerleri normal olmastna ragmen plev-ra sty, degerleri malign grupta benign grup ye kont-rol gruhuna gore a►lamli derecede yiiksekti (p<0.005). Sonuy olarak malign efiizyonlart sap-tamada CEA ye CA19-9'un serum degerlerine ha-ktlmadan sadece plevral stvt degerlerinin yeterli olabilecegi sonucuna varildt.
This study was performed in consecutive 89 pa-tients with pleural effusions and in 25 healthy in-dividuals chosen as a control group. The patients were separated in two groups according to their ae-tiologies: malignant pleural effisions and benign pleural effusions. In 35 cases, the cause of pleural effusions was malignancy and in other 54 cases there were benign diseases. The levels of CEA and CA 19-9 were measured in serum and pleural fluid of all patients and in sera of control group. We also investigated the relationship between serum and ple-ural fluid CEA and CA 19-9 concentrations. Mean serum and pleural fluid CEA concentrations was higher in malignant pleural effusions than in benign pleural effusions than in benign pleural effusions and healthy groups (p<0.01 and p<0.001). The lev-els of CA 19-9 in pleural fluid was higher in ma-lignant pleural effusions than in benign elisions (p<0.005). In conclusion, this study demonstrated that CEA and CA 19-9 pleural fluid levels might he useful in differential diagnosis of malignant pleural
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptorşidısm
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Kriptorşidısm
CryptorchIdIsm
21.4.1983 ile 22.11.1991 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Üroloji Kliniğinde kriptorşidism ve retraktil testis tanısıyla tedaviye alınan 181 has-tanın retrospektif değerlendirilmesi yapıldı. Uygulamalarda mikrovasküler cerrahi ve tes-tiküler arterin insizyonu gibi yöntemlere gerek kal-madan vakaların büyük bölümünde kozmotik açıdan olumlu sonuçlar alındığı belirlenmiş, ancak takip periyodunun kısalığından orşiopeksinin fertiliteye olumlu etkileri ve tümör gelişim insidensi belirlen-memiştir.
The retrospective evaluation of 181 patients with cryptorchidism. and retractile testis was mode from 21.4.1983 to 22.11.1991 in the Urology Department of Konya Selçuk Medical Fakulty. In most of the cases, positive results were obtained in cosmotic respect without the requirement of microvascular surgery and testicular arter incision, but positive effect of orchiopexy to fertilization hadn't been able to determined because of the monitoring period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
Recai Gürbüz, Ali Acar, Ercüment Y. Acarer, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
The SuperIorIty Of Post-Cystectorny DIversIon Methods Ta Each Other
Mart 1984-Mart 1992 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında mesane tümörü nedeniyle 36 hastaya sistektomi ve üriner diversiyon (16 üreterokutanestomi, 16 Coffey, 2 ürelero -ileal- cutanous diversiyon, 1 Kod; pouch ve 1 inen kolondan mesane substitusyonu) uygu-landı. Uygulanan diversiyon yöntemlerinin birbirine üstünlükleri ve bunun literatürle uyumlulukları araştırıldı.
Cystectomy and urinary diversion (15 ureteroeu-teostomy, 16 Coffey, 2 uretero-ileal euienous diver-sion, 1 Koch pouch, and 1 bladder substitustion from descent colon) were applied to 36 patients be-tween March 1984 and March 1992 in the Urology Depertment of the Metical Family of Konya Selçuk Universty for the bladder turnor. The diversion meihods which were applied were compared with each ot her as their superiority and literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
Ebru Güçlü, İlknur Çınar Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
InvestIgatIon Of The AntIcancer ActIvIty Of Dcz0415, A Small Molecular InhIbItor Of Trıp13, In U87 Human GlIoblastoma MultIforme Cells
Amaç: Tiroid Hormon Reseptörü Etkileşimli Protein 13 (TRIP13); mayotik rekombinasyonda rol oynayan, iğ-toplanma kontrol noktasında görevli bir proteindir. Son yıllarda yapılan çalışmalar TRIP13’ün glioblastoma multiforme (GBM) de dahil olmak üzere çok sayıda kanserde potansiyel bir tümör indükleyicisi olabileceğini ortaya koymuştur. Bu çalışmada TRIP13’ün küçük bir moleküler inhibitörü olan DCZ0415’in U87 insan GBM hücrelerindeki antikanser etkinliğinin araştırılması amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: DCZ0415’in U87 hücrelerindeki olası antikanser etkisi sitotoksisite analizi, koloni formasyon analizi ve apoptoz analizi ile belirlendi. Ayrıca qRT-PZR analizi ile DCZ0415’in apoptoz, invazyon ve Transforme Edici Büyüme Faktörü-Beta (TGF-β) sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyeleri üzerine etkisi araştırıldı.
Bulgular: DCZ0415, U87 hücre proliferasyonunu doz ve zaman bağımlı şekilde inhibe etti. U87 hücrelerinde DCZ0415’in 48 saat için IC50 dozu 19,77 µM olarak belirlendi. Bu dozda DCZ0415 uygulaması U87 hücrelerinde apoptozu indükledi ve hücrelerin koloni oluşturma yeteneklerini baskıladı. Ayrıca DCZ0415 apoptoz, invazyon ve TGF-β sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyelerini antikanser etkiye yol açabilecek şekilde değiştirdi.
Sonuç: Kanserde yeni bir onkogenik faktör olarak değerlendirilen TRIP13’ün bir inhibitörü olan DCZ0415, GBM hücrelerinde antikanser etkiye sahiptir. Bu açıdan, TRIP13’ün GBM için önemli bir terapötik hedef olabileceği ve DCZ0415’in GBM hücrelerinde antikanser etkiye yol açan etkili bir inhibitör olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir.
Aim: Thyroid Hormone Receptor Interacting Protein 13 (TRIP13) is a protein involved in spindle-aggregation checkpoint, which plays a role in meiotic recombination. Recent studies have revealed that TRIP13 may be a potential tumor inducer in many cancers, including glioblastoma multiforme (GBM). We aimed to investigate the anticancer activity of DCZ0415, a small molecule inhibitor of TRIP13, in U87 human GBM cells in this study.
Materials and Methods: The possible anticancer effect of DCZ0415 on U87 cells was determined by cytotoxicity, colony formation, and apoptosis assays. In addition, the effects of DCZ0415 on mRNA levels of genes which were involved in apoptosis, invasion and Transforming Growth Factor-Beta (TGF-β) signaling pathway were investigated by qRT-PCR analysis.
Results: DCZ0415 inhibited U87 cell proliferation in a dose and time dependent manner. The IC50 dose of DCZ0415 for 48 hours was determined as 19.77 µM in U87 cells. DCZ0415 treatment at this dose induced apoptosis and suppressed colony forming abilities of U87 cells. In addition, DCZ0415 altered mRNA levels of genes associated with apoptosis, invasion and TGF-β signaling pathway, which could lead to anticancer effects.
Conclusion: DCZ0415, an inhibitor of TRIP13 which has been evaluated as a new oncogenic factor in cancer, has an anticancer effect on GBM cells. In this respect, it is thought that TRIP13 may be an important therapeutic target for GBM and DCZ0415 may be considered as an effective inhibitor that causes anticancer effects in GBM cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
Bedri Özer, Salim Güngör, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
SurgIcal Therapy For BenIgn ParotId Tumors
Yetersiz eksizyon ve enükleasyon tekniği nedeniyle yaklaşık 50 yıl öncesine kadar benign tümörlerin, özellikle ple- omorfik adenomların postoperatif nüks oranları %21-70 arasında değişmekteydi. Bugün cerrahi teknikler daha güvenli ve yeterli düzeydedir. Fasyal sinirin identifikasyonu ve korunmasının avantajı ile çevreden yeterli sağlıklı parotis dokusunu da içerecek tarzda tümörün çıkartılması, 1940 lı yıllardan itibaren temel filozof iyi oluşturmuştur. Süperfisyal parotidektomi olarak tanımlanan bu teknik tüm otolarengologlar tarafından uygulanmaktadır. Bu çalışmada çeşitli tekniklerle müdahale edilen bir grup benign parotis tümörü vakasında cerrahi tekniklerin avantaj, dezavantaj ve postoperatif morbiditesi literatür verileri ile birlikte tartışıldı. Süperfisyal parotidektominin sınırlı va kalar dışında kitlenin eksizyonu, fasyal sinir ve dallarının korunması, postoperatif nüksün önlenmesi açısından en sağlıklı teknik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Because the technique of enucleation and incomplete excisions, 50 years ago recurrence rates after surgical re- moval of tumors, especially pleomorfic adenomas ranged betvveen 21% and 70% . Today, surgery for bening pa rotid tumors has evolved into a procedure that is both effective and safe. The advent of facial nerve Identification and preservation with tumor removal with a adequate amount of surrounding healthy parotid tissue, occurred in the early 1940s as a true change in philosophy. The operation, termed superficial parotidectomy, is no w accepted by the majority of otolaryngologists. İn this article 23 patient that had benign parotis tumors was presented. Sur gical therapy and techniques discussed vvith literatüre, l/Ve shovv that superficial parotidectomy is the better tec- nique for benign parotis tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
Osman Balcı, Emine Türen
Olgu sunumu
Özeti
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
GIant OvarIan LeIomyosarcoma In A Postmenapausal Woman
Primer ovarian leiomyosarkomlar genellikle post-menopozal
kadınlarda karşımıza çıkan, nadir görülen, orijini, etiyolojisi, histolojik
özellikleri, kliniği ve optimal tedavisi tam olarak açıklanamamış
tümörlerdir. Tüm over tümörlerinin %3‘ünden azını oluşturmaktadırlar.
Seyrek görülüyor olmaları ve spesifik semptomlarının olmaması tanıyı
daha da güç hale getirmektedir. Bu makalede, ovarian kitle nedeni
ile opere edilen ve patoloji sonucu ovarian leiomyosarkom gelen 66
yaşında bir hasta sunuldu. Her ne kadar ovarian leiomyosarkomlar
nadir görülen tümörler olsa da over gonadal stromal tümörlerinin
ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.
Primary ovarian leiomyosarcomas, which are often encountered in
post-menopausal women, are rare, their origin, etiology, histological
and clinical features and optimal treatment plan have not been
fully explained tumors. They constitute less than 3% of all ovarian
tumors. Due to rarely observation and the lack of specific symptoms,
ovarian leiomyosarcomas are often difficult to be recognized. In this
article, a 66-year-old patient who was operated for ovarian mass and
pathology resulted with ovarian leiomyosarcoma, was presented.
Although ovarian tumors are rare, leiomyosarcomas ovarian gonadal
stromal tumors should be kept in mind in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
Tevfik Küçükkartallar, Bayram Çolak, Murat Çakır, Ahmet Tekin
Olgu sunumu
Özeti
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
PerforatIon Caused By GastroIntestInal Stromal Tumour In ProxImal Jejunum
Gastrointestinal tümörlere (GİST) bağlı perforasyon çok sık görülen bir durum değildir. Bu yüzden proksimal jejenumda GİST’e bağlı perforasyon görülen bir olgumuzu sunmayı amaçladık. Yaklaşık 30 gündür karın ağrısı olan bir hasta akut karın tanısıyla ameliyat edildi. Proksimal jejenumda perforasyon vardı. Bu segmentin rezeksiyonundan sonra yapılan histopatolojik inceleme sonucu yüksek risk grubunda GİST olarak bildirildi. Hastanın cerrahi tedavisi tamamlandıktan sonra medikal tedavisi düzenlendi. Histopatolojik olarak yüksek risk grubunda olduğu için yakın takibe alınan hastada sürelik takipte nüks bulgusu bulunmadı. Genellikle rastlantısal olarak saptanan GİST vakaları bazen perforasyonla da akut karın tablosu olarak karşımıza çıkabilir.
Perforation caused by gastrointestinal stromal tumours (GIST) is not a frequently observed phenomenon. Therefore, we intend to present a case in which perforation was observed in proximal jejunum caused by GIST. A patient who had been complaining of abdominal pain for about 30 days was operated on after being diagnosed with acute abdominal pain. Perforation was observed in proximal jejunum. At the end of the histopathological examination performed after the resectioning of this segment, the case was reported as high risk GIST. A medical treatment was arranged for the patient after his surgical treatment was completed. No finding of recurrence of the disease exists in the patient who has been kept under close observation as he is in the high risk group histopathologically. Generally identified by chance, cases of GIST may also present themselves as acute stomach through perforation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
Mustafa Nuri Deniz, Nezih Sertöz
Olgu sunumu
Özeti
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
AnesthetIc Approach To The CandIdate For Heart Transplant To
undergo Tur-M
Saddle blok, özellikle yaşlı ve yüksek kardiyak riskli hastalarda hemodinamik stabiliteyi koruyarak yeterli anestezi sağlanması açısından ideal bir uygulamadır. Transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) planlanan 52 yaşında mesane tümörü olan erkek hastanın özgeçmişinde HT, DM, ve konjestif kalp yetmezliği mevcuttu. Ekokardiyografisinde: LVEF % 20, RVEF % 28, MY 30, TY 20, biventriküler global hipokinezi, sağ ve sol yapılarda ileri derece dedilatasyon vardı. Hasta, (ASA IV) olarak değerlendirildi. TUR-M Operasyonu saddle blok ile gerçekleştirildi. Mesane tümörü olan yüksek riskli hastada saddle bloğun nöroaksiyel blok ve genel anesteziye oranla daha güvenli ve yeterli bir anestezi yöntemi olduğunu düşünüyoruz.
Saddle block is an ideal procedure that can provide sufficient anesthesia by protecting hemodynamic stability especially in elder patients with high cardiac risk. A 52 years old male patient with bladder tumor who was scheduled for transurethral bladder resection (TUR-B) had history of hypertension, diabetes mellitus and congestive heart failure. Echocardiography showed that LVEF was 20%; RVEF was 28% and there were insufficiency (MVI) of third degree, insufficiency (TVI) of second degree, biventricular global hypokinesia and remarkable dilatation on the right and left structures of the heart. The patient was considered as having ASA class IV. He had TUR-B under saddle block. In conclusion, we considered that saddle blockade was a more safe and efficient anesthetic procedure rather than neuroaxial blockade or general anesthesia for the highrisk patient who had bladder tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
Zeynep Karaçor Altuntaş, Mehmet Dadacı, Bilsev İnce, Serhat Yarar, Necdet Poyraz
Olgu sunumu
Özeti
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
A Case Of GIant LIpoma MIxIng WIth MalIgnant Soft TIssue Tumour
Benign mezenkimal tümör grubunda yer alan lipomlar matür
adipoz dokudan köken alırlar. Nadiren dev boyutlara ulaşırlar. Yetmiş
yaşında erkek hasta, koltuk altından sırta doğru uzanan üzerinde
ülserasyon bulunan, ağrılı ve yaklaşık 20x16 cm ebatlarında kitle
şikayeti ile başvurdu. Ülserasyon göstermesi ve ağrılı olması nedeni
ile malign yumuşak doku tümörü şüphesi uyandıran kitle cerrahi
operasyonla çıkarıldı. Histopatolojik inceleme sonucu lipom gelen
olgu, nadir görülmesi ve malign yumuşak doku tümörü ile karışması
nedeniyle sunulmuştur.
Lipomas are benign mesenchymal tumours derived from mature
adipose tissue. It is very rare to see a giant size of lipomas. A 70
year old male patient applied with an ulcerated and painful mass
sizing 20x16 cm on his axilla extending to his back. The mass was
suspected as a malignant soft tissue tumour because of showing
ulceration and being painful and it was totally excised surgically.
The histopathological examination revealed as lipoma. The case
was presented as being very rare and mixing malignant soft tissue
tumour.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
Ali Acar, Recai Gürbüz, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
The ApplIcatIon Of IntravesIcal MItoxantrone On SuperfIcIal Bladder T Umors
Kliniğimizde süpeıfisiyel mesane tümörü nede-niyle transüretral rezeksiyon uygulanan ve patolojik tetkikleri grade 1 ve 2 transisyonel hücreli karsinom olduğu belirlenen 14 hastaya, postoperatif bir ay sonra başlamak üzere intrakaviter mitoxantrone uy-gulandı. Vakaların ortalama izleme süresi 13 aydır (3 ay-19 ay arası). Uygulamalarda klinik olarak belirlen-miş sistemik bir yan etki ve şimik sistit belirtisine rastlanılmadt. Uygulamalar tümörsüz periyodu kesin olarak belirleyecek uzunlukta olmamakla beraber, simik sistit meydana getirmemesi ve sadece bir hastada rekürrens görülmesinin ümit verici bir gelişme ola-rak kabul edilmesi gerektiği kanısına varıldı.
The intracaviter mitoxantrone was applied to the 14 patients who was evaluated having grade 1 and 2 transitional cell carcinoma in the pathologic examinations by using transurethral resection for the bladder tumor in our Mean follow-up period was 13 months (range 3-19 months). Any systemic complications and chemic cystitis sings weren't enough to determine the period without tumor,since they didn't cause any chemic cystitis and only one patient had recurrence, they found very hopeful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Bülent Uysal, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Substernal TroId WhIch Image Of The RIght Upper Lobe Tumor
68 yaterobazal segmenti dışarıdan bası yapan 5x7x3 cm lik intatorasik troid not edildi.Troid hormon tetkikleri hipertroidiyi gösterdiğinden hastaya 1 ay antitroid tedavi uygulandı.1 ay sonra hasta elektif şartlarda ötroid olarak operasyona alındı.Genel cerrahi ile birlikte servikal insizyon sonrası parsiyel median sternotomi yapıldı.Servıkal troid serbestleştrildikten sonra trakea ve intratorasik komponeneti avasküler şekilde ,paratroid korunarak total troidektomi yapıldı .Yaklaşık 5x7 x3 (şekil 1) cmlik nodüler koloidal guvatr patolojik olarak not edildi ,hasta sorunsuz bir şekilde troid hormonu verilerek taburcu edildi.şında erkek hasta kliniğimize akciğer üst lop tümörü radyolojik ön tanısı ile özel bir klinikten gönderildi.Hastada solunum sıkıntısı,kilo kaybı,çarpıntı şikayetleri mevcuttu.Çekilen akciğer grafisinde sağ üst mediastende genişleme görünmekteydi. Bilgisayarlı Toraks tomografisinde servikal bağlantısı olan trakeayı dıştan deviye eden ve akciğer üst lop an
68-year –old male patient was being accepted from a special clinic to us with a presumed diagnosis of right upper lobe tumor .The patient has a respiratory distress,weight loss,palpitations. Mediastinal enlargement was seen in the upper right chest film. Thoracic computed tomography was noticed a mass nearly 5x7x3 size which connection with cervical area and deviated from outside the trachea,compressing right lobe anterobasal segment . Thyroid hormone tests were performed and showed hyperthyroidism .The patient took anthyroid agent only 1 month and then taken operation elective conditions .We performed operation with a general surgery cervical insision after parsial median sternotomy. Total troidectomy was performed, after the realised cervical troid upper side of neck and then tracheal , borned from intrathoracic component preserved vascular and paratroid structure.The specimen nearly 5x7x3 cm which called noduler collaidal guatr from the pathology .The patient was discharged without any problem by giving thyroid hormone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
Yalçın Kocaoğullar, Ahmet Önder Güney, Fatih Erdi, Lema Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
PrImary GlIoblastoma MultIforme Of The CervIcal Cord
Primer spinal intramedüller glioblastoma çok nadir görülen bir klinik durumdur. Bu olgu sunumu ile nadir görülen bu tümoral hastalığın özellikleri ve tedavisi hakkında bilgiler, ilgili literatür eşliğinde sunularak tartışılmaktadır. 50 yaşında erkek hasta kliniğimize özellikle son 2 aydır hızla kötüleşen bacak ve kollarda his ve kuvvet kaybı şikayeti ile başvurdu. Manyetik rezonans görüntülenmesinde spinal kordun C3 den C6 ya kadar bir lezyon tarafından genişletilmiş olduğu görüldü. Hasta opere edilerek tümoral lezyon subtotal çıkartıldı. Tümöral dokunun patolojik incelemesi sonucunda glioblastoma multiforme tanısına ulaşıldı. Sunulan bu olgu ile nadir görülen bu hastalığın ana bulguları konu ile ilgili literatür eşliğinde irdelenmektedir. Her ne kadar nadiren görülse de çok hızlı kötüleşen klinik seyri nedeniyle servikal patolojilerin ayırıcı tanısında primer spinal glioblastoma multiforme mutlaka akılda tutulmalı ve etkin bir tedavi için bir an önce tanısı konulup tedaviye başlanılmalıdır.
Primary spinal intramedullary glioblastoma is a very rarely seen clinical entity. By this case report main characteristic features and treatment strategies of this rarely seen neoplasm reported and discussed in the light of relevant literature. Fifty years old man admitted to our clinic with numbness and weakness of limbs for a year escpecially worsened last 2 months. Magnetic resonance imaging (MRI) showed expansion of the spinal cord from C3 to C6 by a lesion. The patient operated and tumoral lesion subtotally removed. The pathological results were consistent with glioblastoma multiforme. Main features of this neoplasm discussed with related literature in this report. Despite of the neoplasm’s low incidence it’s rapid progresive clinical course constrain us to make a correct diagnosis immediately to help the individuals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Harun Kütahya, Ali Güleç, Burkay Kutluhan Kaçıra, Mehmet Ali Acar, Recep Gani Göncü, Mustafa Nazım Karalezli
Olgu sunumu
Özeti
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Clear Cell Sarcoma Of Knee
Berrak hücreli sarkom; yumuşak dokuların tendon ve aponevrozları ile sıkı ilişkili, malign melanom olarak da bilinen, oldukça nadir rastlanan ve nöral krest hücrelerinden kaynaklanan tümördür. 20- 40 yaşları arasında daha sık görülen bu tümöre kadınlarda daha sıklıkla rastlanır. Yüksek derecede agresif bir tümördür ve sağ kalım düşüktür. 71 yaşındaki erkek hasta sol diz lateralinde ağrı ve nüks kitle şikayetleri ile başvurdu. Biyopsi sonucu berrak hücreli sarkom tanısı koyulan hastaya geniş rezeksiyon uygulandı. Sonrasında tıbbi onkoloji tarafından tedavisine devam edilen hasta 10 ay sonra kaybedildi.
Clear cell sarcoma also known as malign melanoma, is a rare tmour originated from neural crest cells. It is closely related with tendons and aponeurosis. It is most common in females between 2 nd and 4 th decades. CCS is a high degree agresive tumour and survival rate is low. In this paper, we report a patient whom wide resection was applied for a clear cell sarcoma at his left knee and followed by oncology clinic. Postoperatively however the patient was lost 10 months following the surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
Ganime Dilek Emlik, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
RadIologIc FIndIngs In Skeletal Muscle MetastasIs From Lung CarcInoma
Amaç: Malign tümörlerin iskelet kasına metastazları nadirdir. Akciğerden kaynaklanan malign tümörlü olan olguda klinik bulgular ve iskelet kasındaki metastatik lezyonların klasik radyografik, BT, MRG bulguları irdelendi. Olgu: 68 yaşında erkek olgunun akciğer radyografisinde sol akciğerde, büyük kalın düzensiz duvarlı kaviter lezyon izlendi. Lezyon bronkoalveolar lavaj (BAL) sonucunda kötü differensiye epidermoid kanser tanısı aldı. Bir yıldan beri bulunan sol uyluk ön yüzündeki yumuşak doku kitlesinedeniyle yapılan direkt grafide periost reaksiyonu dışında bulgu saptanmadı. MRG’de kitle lezyonu, çevre kas yapılarına göre T1A’lı kesitlerde hipo, T2A’lı kesitlerde hiperintens izlendi. Yumuşak doku kitlesinden yapılan biopsi sonucu metastatik tümörle uyumluydu. Olgu tanı konduktan 6 ay sonra kaydedildi. Sonuç: Akciğer malign tümörlü olgularda iskelet kasında kitle ve ağrı varlığında metastazdan şüphelenilmelidir. Kitlelerin lokalizasyonunda, çevre dokularla ilişkisi ve kemik tutulumunun saptanmasında MRG ve BT tamamlayıcı tetkiklerdir.
Purpose: In the case of the skeletal muscie metastasis of lung cancer the authors report radiographic, CT scan and MRI findings of painful masses in the femoral regions. Muscle biopsy revealed extensive infiltration of the muscle with carcinoma cells. Case: A 68 year-old man presented with a large cavitary lesion with thickened wall in the left hilus on radiogrraphy and CT scan. The diagnosis of the lung cancer was made by bronchoalveolar lavage. The radiograph did not Show any soft tissue mass, except periosteal reaction. MRI showed a tumoral mass in the right quadriceps muscle with signal intensity slightly lower on T1-weighted and higher in T2-weighted images than surrounding muscle tissue.Needle biopsy revealed metastatic squamous cell carcinoma. The patient died six month later. Conclusion: MRI is more useful technique than the other methods for determination of the localization, the relationship of the surrounding tissues and the manifestations of metastatic masses on the skeletal muscle due to malign tumor of the lung.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
Erdal Peker, Ercan Kırımi, Oğuz Tuncer, Sinan Akbayram
Olgu sunumu
Özeti
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
BeckwIth-WIedemann Syndrome And Prolonged HypoglycemIa
Beckwith-Wiedemann sendromu (BWS), makrosomi, makroglossi, karın duvar defektleri, hemihipertrofi ile karakterize prenatal veya postnatal bir aşırı büyüme sendromudur. Hastalığın komplikasyonları arasında wilms tümörü, rabdomyosarkom, nöroblastom gibi embriyonal kanserlerle ve hipoglisemi sayılmaktadır. BWS’lu bebeklerin yaklaşık %30’unda hipoglisemi rastlanmaktadır. Hipoglisemi nedeni tam olarak bilinmemekte ve hiperinsülinemi suçlanmaktadır. BWS’da hipoglisemi genellikle yaşamın ilk üç gününden sonra iyileşmesine rağmen vakaların %5’inde dirençli hipoglisemi devam etmektedir. Sonuç olarak BWS’lu bebeklerde kan şekeri düzeyleri ilk saatlerden itibaren düzenli izlenmeli ve insülin düzeyleri de kontrol edilmelidir. Hiperinsülinemi varlığında hipoglisemi problemi burada sunulan vakada olduğu gibi uzayabilir
Macroglossia, prenatal or postnatal overgrowth, macrosomia, macroglossia, and abdominal wall defects (omphalocele, umbilical hernia, or diastasis recti) permit early recognition of BeckwithWiedemann syndrome. Complications include neonatal hypoglycemia and an increased risk for Wilms tumor, adrenal cortical carcinoma, hepatoblastoma, rhabdomyosarcoma, and neuroblastoma, among others. The frequency of hypoglycemia in this population is between 30% and 50%. The cause of hypoglycemia is unclear but supports a hyperinsulinemia as the major factor. The majority of infants with hypoglycemia will be asymptomatic and have resolution of the hypoglycemia within the first 3 days of life. Less than 5% will have hypoglycemia beyond the neonatal period. As conclusion, in patients with BWS levels of insulin and blood glucose must be monitorized beginning from first hours of life. Hypoglycemia may be prolonged in presence of hyperinsulinemia as like this present case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
Neşe Asal, Pınar Nercis Koşar, Mahmut Duymuş, Ömer Yılmaz, Uğur Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
BIlateral OvarIan Metastases From Lobular Breast Cancer
Metastatik over tümörleri, tüm over tümörlerinin %3-8’ni malign over tümörlerinin yaklaşık %10-30’unu oluşturmaktadır. Overlerin metastatik hastalığı sıklıkla kolon, mide, meme ve genitoüriner sistem kaynaklıdır. Lenfoma, lösemi gibi hematolojik tümörler de overlere yayılabilir. Klinik hikaye, tümör markerları, tümör morfolojikhistolojik özellikleri ve görüntüleme özellikleri primer ve sekonder over tümörleri arasındaki ayırımda yararlıdır. Manyetik resonans görüntüleme (MRG) tümoral lezyonların karakterizasyonunda, benign ve malign kitle ayırımında çok faydalıdır. MRG incelemede T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal ve morfolojik karakteristikleri ile over kitleleri tanımlanabilmektedir. Over metastazının saptanması tedavi yönetimini değiştirdiğinden tanınması önemlidir. Bu olgu sunumunda lobuler meme kanserinin her iki overe metastazı MRG ve ultrason bulguları sunulmaktadır
The metastatic ovarian tumors constitute 3 to 8% of all and 10 to 30% of malignant ovarian tumors. The common primary sites for metastatic disease to the ovaries include the colon stomach, breast and the genitoürinary tract. Hematolojic malignancies, including lymhoma and leukemia, also involve the ovaries. Clinical history, tumor markers, tumor morphological-histological features and imaging features are useful to distinguish secondary ovarian tumors from primary ovarian tumors. Magnetic Resonance imaging (MRI) provides useful information for characterization of various ovarian benign or malign masses. The use of MRI for diagnosis of ovarian masses includes consideration of morphologic characteristics and signal intensity characteristics on T1 and T2-weighted images. It is important to determine the ovarian metastasis due to change the method of treatment. İn this case we present MRI an ultrasound findings of bilateral ovarian metastasis of lobular breast cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elastofibroma Dorsi: Paniğe Gerek Yok!
Necdet Poyraz, Havva Kalkan, Buğra Kaya, Suat Keskin, Ahmet Yeşildağ
Olgu sunumu
Özeti
Elastofibroma Dorsi: Paniğe Gerek Yok!
ElastofIbroma DorsI: Don’t PanIc!
Elastofibroma dorsi, fibroblastik proliferasyon ve anormal elastik
liflerin birikimiyle karakterize, nadir görülen benign bir tümördür.
Skapula ile göğüs duvarı arasında subskapüler bölgede lokalizedir.
Özellikle yumuşak doku sarkomu şüphesi nedeniyle paniğe neden
olabilir. Manyetik rezonans görüntüleme ve bilgisayarlı tomografi
bulguları genellikle tipiktir, pozitron emisyon tomografisi de tanıya
katkıda bulunabilir. Tipik lokalizasyonu ve görüntüleme bulguları ile
tanı koyulabilir. Bu yazımızda elastofibroma dorsi tanılı üç olgunun
klinik ve görüntüleme bulgularını sunuyoruz.
Elastofibroma dorsi is a rare, benign tumor, characterized by
fibroblastic proliferation and accumulation of abnormal elastic fibers.
It is located in the subscapular region between the scapula and
the thoracic wall. Especially, the suspicion of soft tissue sarcoma
may produce anxiety. Magnetic resonance imaging and computed
tomography findings are usually typical; and, positron emission
tomography may also contribute to the diagnosis. Diagnosis can
be made easily with typical localization and imaging findings. We
present clinical and imaging findings in three cases of elastofibroma
dorsi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilomatriks Karsinoma
Yaşar Ünlü, Pınar Karabağlı, Hüseyin Kılıç, Ceyhan Uğurluoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pilomatriks Karsinoma
PIlomatrIx CarcInoma
Amaç: Pilomatriks karsinoma tanısı konulan bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hastada, sol ön kolunda yerleşim gösteren pilomatriks karsinoma olgusunu sunduk. Hasta hikayesinde lezyonun bir yıl önce geliştiği, ilk 6 aydan sonra boyutlarının hızla arttığı bildirildi. Pilomatriks karsinoma tanısı başlıca histopatolojik olarak verilir. Tümör, sıklıkla atipik mitozis gösteren, nükleolusları belirgin pleomorfik hücrelerden oluşmakta ve santralde keratotik materyal, gölge hücreleri, ve nekroz alanları ile karakterizeydi. Damar veya sinir infiltrasyonu görülmedi. Hasta 22 aydır lezyondan arınmış olarak izlenmektedir. Sonuç: Pilomatriks karsinoma düşük dereceli bir tümör olup, pilomatriksoma ve tiplerinden ayırımı yapılmalıdır. Klinisyenler ve patologların uzak metastaz potansiyeli yönünden, bu olgulara dikkatli yaklaşımı gerekmektedir. Literatürü gözden geçirerek olgunun diğer deri tümörleri ile ayırıcı tanısını tartıştık.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnossed as pilomatrix carcinoma. Case Report:We report the case of a 50-year- old man with a pilomatrix carcinoma in his left forearm. In his history the patient announced taht the lesion had developed one year ago, and its size had expanded rapidly after the first six- month period. Diagnosis of malignant pilomatricoma is essentially histopathological .The tumor was composed of pleomorphic basaloid cells with prominent nucleoli and frequent atypical mitoses accompanied by central areas with keratotic materials, shadow cells, and foci of necrosis. Vascular or perineural infiltration was not observed. The patient remained disease-free at the 22 months follow- up. Conclusion: Pilomatrix carcinoma is a neoplasm of low-grade malignancy that should be distinguished from the conventional pilomatrixoma and its variants. Clinicians and pathologists should be aware of the occurrence of pilomatrix carcinoma because of its potential for distant metastases. We reviewed the literature and comment on the histopathologic differences from other cutaneous tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prepubertal Olguda Bilateral Testiküler Adrenal Rest
tümörü: Us Ve Mrg Bulguları
Hasan Erdoğan, Suat Keskin, Mustafa Koplay, İlhan Çiftçi, Tamer Sekmenli, Ilgar Allahverdiyev, Cengiz Erol
Olgu sunumu
Özeti
Prepubertal Olguda Bilateral Testiküler Adrenal Rest
tümörü: Us Ve Mrg Bulguları
BIlateral TestIcular Adrenal Rest Tumor In A Prepubertal PatIent: Us
and MrI FIndIngs
Testiküler adrenal rest tümör (TART), konjenital adrenal
hiperplazi öyküsü olan erkek hastalarda görülen benign testis
tümörüdür. Sıklıkla bilateral yerleşimlidir. İnfertiliteye sebep olabilir.
Ayırıcı tanıda, leydig ve sertoli hücreli tümörler, seminom ve diğer
germ hücreli tümörler yer alır. Ultrasonografi ve manyetik rezonans
görüntüleme, TART tanısında kullanılan radyolojik görüntüleme
yöntemleridir. Bu yazıda TART’ın klinik özellikleri, radyolojik
görüntüleme bulguları ve ayırıcı tanısı sunulmuştur.
Testicular adrenal rest tumor (TART) is a benign testicular
tumor that was seen in male patients with a history of congenital
adrenal hyperplasia. It is often localized as bilateral. It can cause
infertility. Differential diagnosis includes, Leydig and Sertoli cell
tumors, seminomas and other germ cell tumors. Ultrasonography and
magnetic resonance imaging are radiological imaging methods used
in the diagnosis of TART. In this article, clinical features, radiological
findings and differential diagnosis of TART is presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
Emine Altınbaş, Hakkı Polat, Ali Borazan, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
The ClInIcal Usefulness Of The Tumor Markers; Afp, Cea, Ca 125, Ca 19-9 In PatIents WIth GastrIc Cancer
Bu çalışmada; 112 olguda (75 erkek, 37 kadın) tümör "marker"larından AFP, CEA, CA 125, ve CA 19-9'un mide kanserlerinin tanısı, klinik kullanımlarındaki yeri ve sensivitivite-spesifisite değerlerinin karışlaştırılması amaçlandı. Mide kanserli hasta grubu: 57 hastanın (38 erkek, 19 kadın) yaş ortalaması 55.36+1.37 yıl, benign hasta grubu: 30 hastanın (20 erkek, 10 kadın) yaş ortalaması 53.53±1.97 yıl, kontrol grubu: 25 sağlıklı bireyin (17 erkek, 8 kadın) yaş ortalaması 57.11±2.87 yıl idi. İstatistiksel olarak gruplar arasında yaş ve cinsiyet farkı bulunmadı (p>0.05). Mide kanserli hastaların preoperatif tümör "marker" değerlerine göre; CEA, CA 125 ve CA 19-9 seviyeleri benign hastalıklı ve kontrol grubuna göre anlamı derecede yüksekti (p<0.05). Mide kanserli hastaların postoperatif tümör "marker" değerlerine göre ise; CA 125 ve CA 19-9 kontrol grubuna göre yüksek (p<0.05) iken benign hastalıklı grubla karşılaştırıldığında sadece CA 125 seviyesi anlamlı olarak yüksek (p<0.05) bulundu. Benign hastalıklı grup ile kontrol grubu arasında; preoperatif tümör "marker" değerleri yönünden anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Postoperatif değerler arasında ise CA 19-9 benign hastalıklı grubda anlamlı bulundu (p<0,01). Mide kanserli olgularda AFP'in spesifitesi %100, sensitivitesi %3.5 iken CEA'in spesifitesi %100, sensitivitesi %63; CA 125'in spesifitesi %96, sensitivitesi %63; CA 19-9'un spesifitesi %100, sensitivitesi %47 olarak bulundu. Mide kanserlerinin teşhisinde; CEA, CA 125, CA 19-9'un duyarlı olduğu, postoperatif takip gibi klinik değerlendirmede özellikle CA 125 ve CA 19-9 ün prognostik değerlerinin daha fazla olduğu sonucuna varıldı.
İn this study, we aimed to investigate; diagnostic usefulness and sensitivity-specisifity values of some of the tumor markers (such as:CEA, CA 19-9, CA 125, and AFP) in totally 112 patients (75 male, 37 female) with gastric cancer. Gastric cancer group; the 57 patients (38 male, 17 female) mean age 55.36±1.37 years, benign disease group; the 30 patients (20 male, 10 female) mean age 53.53+1.97 years, control group; the 25 healtly (17 male, 8 female) mean age 57.11 ±2.87 years. No statistical significant difference was found betvveen the groups for age and sex (p>0.05). Preoperative tumor marker values; CEA, CA 125 and CA 19-% levels in gastric cancer group were found to be highly significiant among benign disease and control groups (p<0.05). Postoperative tumor marker values; CA 125 and CA 19-9 levels in gastric cancer group were found to be highly significant control group (p<0.05), but only CA 125 level were found to be highly significant benign disease group (p<0.05). Preoperative tumor marker value; No statistical significant difference was found between benign disease group and control group from ali of the tumor marker levels (p>0.05). Postoperative tumor marker values; CA 19-9 levels in benign disease group were found to be highly significant control group (p<0.01). The sensitivity and specificity of AFP were 3.5-100%, sensitivity and specificity of CEA were 63-100%, sensitivity and specificity of CA 125 were 35-96%, sensitivity and specificity of CA 19-9 were 47-100% in gastric cancer, respectively. İn conclusion, tumor markers, especially CA 125 and CA 19-9 can be used in clinical applications (e.g. diagnosis, preoperative evaluation and follow up ete.) of gastric cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
İbrahim Aliosmanoğlu, Mesut Gül, Fırat Tekeş, Burak Veli Ülger, Ahmet Türkoğlu, Mehmet Güli Çetinçakmak, Hüseyin Büyükbayram
Olgu sunumu
Özeti
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
GIant MyxoId LIposarcoma ArIsIng From The Small IntestIne Mesentery
Primer mezenterik liposarkom nadir görülen bir durumdur. Semptomları geç ortaya çıktığı için büyük boyuta ulaşana kadar belirti vermezler ve bundan dolayı tanı geç konulur. Biz bu yazıda ince barsak mezosundan köken alan (35x30x8 cm)boyutlarında, 4123 gram ağırlığında dev miksoid liposarkomu olan 32 yaşındaki bayan hastayı sunduk. Batın içi kitlelerinin ayrıcı tanısında liposarkomlar akılda tutulmalıdır. Bu tümörler negatif cerrahi sınır sağlanarak çıkartılmalı ve hastalar uzun süre takip edilmelidir.
Primary mesenteric liposarcoma is a rare condition. It is diagnosed late because symptoms don’t appear until it reaches large sizes. In this article we presented a 32 year old female patient with giant myxoid liposarcoma originating from the small intestine mesentery measuring (35x30x8 cm) and weighing 4123 grams. As a result, liposarcomas should be considered in the distinctive diagnosis of intraabdominal masses. The mass should be excised providing negative surgical margins and the patient should be followed for a long time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Anal Submucosal Methotrexate Applıcatıons In Inoperable Bladder Tumors
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında Temmuz 1990-Temmuz 1991 tarihleri arasında inoperabıl olduğu belirlenen ve biyopsi ile transisyonal hücre!' karsinom olduğu anlaşılan biri bayan 5 hastaya anal subınukozal methotrexate uygulandı. Anal submukozal uygulamanın amacı; anal kanal ile mesane arasındaki venöz bağlantılardan ya-rarlanarak sistemik olmaktan ziyade mesanede yoğun konsantrasyonlarda drog tutulumu sağlamaktır. Uygulamalar CT, ultrasound ve endoskopik mu-ayene sonuçlarına göre belirgin düzeyde fayda sağlamaktadır. Drag uygulamalarında, uygulama bölgesinde injeksiyona bağlı yan etki belirlenmemiştir.
Anal submucosal methotrexate was applied ta totaly 5 patients; one women and 4 men with transi-tional cell carcinoma which was evaluated that it was inoperable between the dates of july 1990 and july 1991 in the urology department of Konya Selçuk Medical Faculty. The aim of applying anal submu-cosal was to provide drug involments with high con-centrtions in the bladder rather (han its being system-ic by making use of the venous comminications between anal sanal and the bladder. CT, ultrasound and endoscopic examinations proved that these applications had been useful mark-edly. Any complications hadn't been observed due to drug applications on the application area because of injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Görüntülemede Bir Yenilik: Kapsül Endoskopi
Ahmet Tekin, Celalettin Vatansev
Derleme
Özeti
Gastrointestinal Görüntülemede Bir Yenilik: Kapsül Endoskopi
A New Approach In GastroIntestInal VIsualIzatIon ImagIng: Capsule Endoscopy
Amaç: Kapsül endoskopi non-invaziv bir yolla sindirim sistemi hastalıkların tanısının konmasında bir devrimdir. Bu yazımızın amacı sindirim sistemi hastalıklarının tanısında kapsül endoskopi kullanımının tartışılmasıdır. Ana Bulgular: Kapsül endoskopi gizli gastrointestinal sistem kanamaları, barsak tümörleri, Celiac hastalığı, Crohn hastalığı gibi gastrointestinal sistem hastalıklarının tanısında yeni bir tanı aracı olarak kullanılmaktadır. Bu hastalarda bu teknik aynı zamanda sonraki tedaviler hakkında karar vermede yardımcıdır. Ayrıca bu yöntem konvansiyonel görüntüleme yöntemlerinden çok daha sensitiftir. Sonuç: Kapsül endoskopi; potansiyeli bilinen, endikasyonları genişletilmiş, gelişmiş yeni bir tekniktir. Kapsül endoskopinin klinik sonuçlar üzerine etkilerini değerlendirmek için daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Capsule endoscopy is a revolution at the diagnosis of digestive tract diseases by providing a new non-invasive way. In our manuscript we discuss the use of capsule endoscopy in the diagnosis of digestive tract disease. Main Findings: Capsule endoscopy is a new diagnostic tool especially used for the diagnosis digestive tract disease such as obscure gastrointestinal bleeding, small below tumours, coeliac disease, Crohn’s disease, etc. In these patients, the technique is also helpful for effective decision-making concerning subsequent treatments. Beside it is clearly more sensitive than conventional imaging modalities. Conclusion: The capsule endoscopy is a new tecnique consolidated and as its potential is known, its indications are extended. Larger studies are needed to assess the influence of capsule endoscopy on clinical outcoumes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siringomyelinin Eşlik Ettiği Posterior Fossa Yerleşimli Epidermoid Kist Olgusu
Ekrem Ünal, Yavuz Köksal, Mehmet Erkan Üstün, Yahya Paksoy, Meltem Energin
Olgu sunumu
Özeti
Siringomyelinin Eşlik Ettiği Posterior Fossa Yerleşimli Epidermoid Kist Olgusu
A Case Of PosterIor Fossa Located EpIdermoId Cyst AssocIated WIth SyrIngomyelIa
Amaç: Epidermoid kistler, nadir görülen ektodermal kaynaklı selim kistlerdir. Kafa içersinde görülen epidermoid tümörler serebellopontin köşe, kiasma bölgesini sıklıkla tutmakla birlikte, beyin hemisferleri ve intraventriküler boşluklarda da görülebilir. Siringomyeli spinal kanalın progresif hidrodinamik bozukluğu olup sıklıkla servikal bölgede görülmesine rağmen torasik ve lomber seviyelerde de görülebilir. Olgu sunumu: Posterior fossa epidermoid kisti ile siringomyeli birlikteliği tespit edilen dokuz yaşındaki erkek hastada posterior fossa epidermoid tümörüne müdahale sonrasında siringomyelide kendiliğinden gerileme görüldü. Sonuç: Posterior fossa tümörüne müdahale ile siringomyeli kendiliğinden gerileyebildiği için ilk olarak spinal kord kavitasyonuna müdahaleden kaçınılmalıdır.
Aim: Epidermoid cyst is an uncommon ectoderm originated benign cyst. Although intracranial epidermoid cyst may commonly occur in the cerebellopontine angle and chiasma opticum, it can be detected in cerebral hemispheres as well as intraventricular area. Syringomyelia, a progressive hydrodynamic disorder of spinal canal usually occurs in cervical region although it can be seen in thoracic and lomber portion of the spinal cord. Case report: We describe a patient with syringomyelia associated with posterior fossa located epidermoid cyst. Siringomyelia has been spontaneously regressed after the removal of the posterior fossa epidermoid cyst. Conclusion: Primary intervention to spinal cord cavitations must be avoided because it can be spontaneously regressed after the removal of the posterior fossa tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
Müslim Yurtçu, Hüseyin Tokgöz, Hatice Toy
Olgu sunumu
Özeti
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
A Rare PresentatIon Of DysgermInoma: A GIant AbdomInal Mass
14 yaşında bir kız çocuğunda dev over tümörü nedeniyle karında kitleye neden olan nadir bir olguyu sunmaktayız. Fizik muayenede karında distansiyon ve sert kıvamda palpabl kitle saptandı. Abdominal ultrasonografi (USG) ve bilgisayarlı tomografi (BT)’de sol over kaynaklı, karnı tümüyle dolduran dev kitle tespit edildi. Tetkikleri tamamlanan hastanın elektif şartlarda laparatomisi yapılıp, overleri ve her iki tubası izlenerek sol over kaynaklı solid kıvamdaki kitleye ulaşıldı. Sol salpingoooferektomi yapılarak kitle total olarak çıkarıldı. Kitlenin histopatolojik muayenesinde disgerminom tanısı konuldu. Hasta kemoterapi almak üzere Çocuk Hematoloji-Onkoloji Polikliniği’ne başvurmak üzere taburcu edildi. Disgerminom, adolesan döneminde karın içi dev kitle ile başvuran kızların ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
We aimed to present a rare case with giant ovarian tumor which causes intraabdominal mass in a 14-year-old girl. On examination, there were abdominal distension and a palpable solid mass in abdomen. On abdominal ultrasonography (US) and computed tomography (CT) examination, a giant mass, which covers all intraabdominal cavity, was identified in the abdomen. Laparatomy was carried out in elective conditions after all tests had been performed. The mass originated from left ovary was excised totally via left salpingoooferectomy, following both ovaries and both tuba uterinas. The operative diagnosis of dysgerminoma was confirmed with histopathologic examination. Chemotherapy was scheduled by Hematology-Oncology Department. Dysgerminoma should be considered in the differential diagnosis of the girls who are admitted with the intraabdominal giant masses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Osman Koç, Ganime Dilek Emlik, Hamdi Arbağ, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Computed Tomography And MagnetIc Resonance ImagIng In The DIagnosIs Of BenIgn Paranasal SInus LesIons
Amaç: Bu Çalışmada, benign paranazal sinüs (PNS) lezyonlarının tanısında bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntülemenin (MRG) katkıları araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Ocak 2001 – Şubat 2004 tarihleri arasında klinik bulgularına göre nazal kavite, PNS veya komşu yapılara ait benign lezyon olduğu düşünülen 30 olgu incelendi. Olguların tümüne BT ve MRG incelemeleri yapıldı. BT ve MRG’de lezyonların iç yapı karakteristikleri, yerleşim yerleri ve patolojik tanıya giden radyolojik görünümleri değerlendirildi. Bulgular: Histopatolojilerine göre lezyonlar; mukosel 8, odontojenik kist 4, fibröz displazi 3, interted palillom 2, hemanjiom 2, menenjiom 2, kondrom 2, şıvannom 1, osteom 1, osteokondrom 1, paget hastalığı 1, ameloblastom 1, dev hücreli tümör 1, santral dev hücreli granülom 1 adet idi. Patolojik sonuçlara göre değerlendirildiğinde BT ve MRG’nin duyarlılıkları sırasıyla %86,6 ve %83,3 olarak bulundu. Radyolojik olarak malign özellik gösteren 3 olguda (1 dev hücreli tümör, 2 inverted papillom) doğru tanı histopatolojik olarak kondu. Sonuç: BT, kemik ekspansiyon ve destrüksiyonlarını, kemik kaynaklı tümörleri ve tümör içi kalsifikasyonları göstermede etkin bir yöntemdir. MRG ise kistik lezyonların iç yapılarını, tümör içi hemorajileri ve tümör-inflamasyon ayrımını daha iyi gösterir. Bu yüzden benign PNS lezyonlarını değerlendirmede BT ve MRG birlikte kullanılmalıdır.
Purpose: In this study, contrubitions of computed tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) were researched in the diagnosis of benign paranasal sinüs (PNS) lesions. Materials and methods: According to the clinical findings, between January 2001 – February 2004, 30 cases have been studied who were thought to have benign lesions belonging to nasal cavity, PNS or neighboring structures. CT and MRI studies are made to the all case. Inner structure characteristics, locations and radiological apperarances coursing pathological diagnosis of lesions in CT and MRI have been assessed. Results: The histopathological diagnoses of lesions were mucocele (8), odontogenic cysts (4), fibrous dysplasia (3), inverted papilloma (2), hemangioma (2), menengioma (2), schwannoma, osteoma, osteochondroma, paget disease, ameloblastom, giant cell tumor, central giant cell granuloma. Whwn assessed according to pathological results, sensitivity of CT and MRI were found to be 86.6% and 83.3% respectively. In 3 cases showing radiological malign feature (1 giant cell tumor, 2 inverted papillomas) the correct diagnosis was made histopathologically. Canclusion: CT is an effective method to show bone expansion and destructions, tumors originated from bone and intratumoral calcifications. MRI offers better the inner structures of cystic lesions, intratumoral hemorhages and differentiation of tumor from inflammation. Therefore, CT and MRI should be used jointly in the evaluation of the PNS lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Hasan Kaya, A. Rıza Odabaş, Ramazan Çetinkaya, Yılmaz Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Biz kemoterapi sonrası, tümör lizis sendromuna bağlı olarak akut böbrek yetmezliği gelişen, 38 yaşında bir non-Hodgkin lenfoma hastasını rapor ettik. Konservatif tedavi olarak diüretik, bikarbonat infüzyonu, %10'luk kalsiyum glukonat ve insülinle tamponlanmış % 30 dekstroz verdik. Ancak, tedaviye cevap alamadık. Kemoterapi sonrası 4. günde hemodiyalize başladık. Hastada hemodiyaliz sonrası klinik ve laboratuvar olarak iyileşme sağladık.
We report a 38 year-old male patient vvith non-Hodgkin’s lymphoma who developed oliguric acute renal failure depending on tumor lysis syndrome, following chemotherapy. We treated, patient vvith diuretic, bicarbonate infusion, calcium gluconate, and 30% dextrose vvith insulin. We couldn’t give a response to these treatments. After chemotherapy, on 4th day we started to use hemodialysis. After hemodialysis, we supplied a recovering in this patient as clinic and laboratory.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
Çağatay Han Ülkü, Yavuz Uyar, Salim Güngör
Olgu sunumu
Özeti
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
AdenoId CystIc CorcInoma Of The Base Of The Tongue
Tükrük bezi tümörleri nadirdir ve çoğunlukla parotis bezinde gelişirler. Minör tükrük bezi tümörleri, majör tükrük bezi tümörlerinden yaklaşık 10 kez daha az görülürler. Buna karşın, malignite insidansları daha yüksektir. Malign minör tükrük bezi tümörleri en sık sert damakta gelişir. Bunu dil kökü lokalizasyonu izler. Histopatolojik olarak çoğunluğunu adenoid kistik karsinom ve mukoepidermoid karsinom oluşturur. Bu çalışmada, dil kökünde adenoid kistik karsinom tanısı alan 53 yaşındaki bir bayan hasta, nadir bir olgu olması nedeniyle sunulmuştur. Literatür göz den geçirilerek tümörün karakteristikleri tartışılmıştır.
Salivary gland tumours are rare, and majority occur in the parotid gland. Minör salivary gland tumors are approx- imately 10 times less frequent than the majör salivary gland tumors. However they have a higher incidence of malignancy. The most common site of malignant minör salivary gland tumors is the hard palate. The base of tongue is the second common site. The majority of these tumours are adenoid cystic carcinoma and mucoepider- moid carcinoma. We present here a 53-year-old female with adenoid cystic carcinoma of the base of the tongue as a rare case. The literatüre was revievved and characteristics of this tümör are discussed
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
Ali Sami Kıvrak, Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Kemal Ödev, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
ComparIson Of Ct VIrtual Cystoscopy And ConventIonal Cystoscopy In DIagnosIs Of Bladder Tumors
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mesane tümörlerinin tespitinde kontrast madde doldurularak yapılan sanal sistoskopinin etkinliğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Ağrısız hematüri şikayeti bulunan ve mesane kanseri düşünülen ardışık 36 olgu (28 erkek ve 8 kadın; yaş aralığı, 51–82; ortalama ± SD, 65 ± 7) sanal sistoskopi ile değerlendirildi. İntravenöz yoldan verilen kontrast madde ile dolan mesane, tek kesitli spiral bilgisayarlı tomografi (BT) ile 2 mm kesit kalınlığında incelendi. BT tarama bilgileri, gölgeli yüzey gösterimi metodu kullanılarak yapılacak olan interaktif navigasyon işlemi için iş istasyonuna aktarıldı. Tüm olgular konvansiyonel sistoskopi ile incelendi. Sanal sistoskopi sonuçları konvansiyonel sistoskopi sonuçları ile karşılaştırıldı. Bulgular: Yirmi sekiz olguda konvansiyonel sistoskopide görülen 78 mesane tümörünün 71'i sanal görüntülerde de izlendi. Olguların 5'i hem konvansiyonel hem de sanal sistoskopide normal görünmekteydi. Sanal sistoskopide, 5 mm ve daha küçük çaptaki 12 lezyonun 7’si tanımlanabildi. Çalışmamızda sanal sistoskopide mesane lezyonlarının tanımlanmasında aşağıdaki istatistiksel değerleri bulduk: Sensitivite %94, spesifisite %90, pozitif prediktif değer %87, negatif prediktif değer %93 ve doğruluk %93. Sonuç: BT sanal sistoskopi, 5 mm ve daha büyük mesane tümörlerinin görüntülenmesinde başarı ile kullanılabilen noninvaziv bir yöntemdir.
Aim: The purpose of this study was to investigate the value of contrast material-filled virtual cystoscopy in the detection of bladder tumors. Material and method: Thirty-six consecutive patients (28 male and 8 female; range age, 51-82 years; mean age ± SD, 65 ± 7 years) who had painless hematuria and suspected to have bladder neoplasm prospectively evaluated with virtual cystoscopy. After the intravenous injection of contrast medium, the contrast material-filled bladder was examined with single detector helical computed tomography (CT) scan with 2-mm slice thickness. Source CT data were transferred to a workstation for interactive navigation using surface rendering. All patients also underwent conventional cystoscopy. The results of virtual cystoscopy were compared with the findings of conventional cystoscopy. Results: Seventy-one of 78 bladder tumors detected with conventional cystoscopy in 28 patients were also shown on virtual images. Five patients had a normal appearance on both conventional cystoscopy and virtual cystoscopy. On virtual cystoscopy, seven of the 12 lesions 5 mm or smaller in diameter could be identified. We found the following statistical values for the identification of bladder lesions on virtual cystoscopy: sensitivity, 94%; specificity, 90%; positive predictive value, 87%; negative predictive value, 93%; and accuracy 93%. Conclusion: CT virtual cystoscopy is a noninvasive technique which is used successfully for detection of bladder tumors larger than 5 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psödomiksoma Peritonei’ye Neden Olmuş Apendiks Mukoseli
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Tuğrul Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Psödomiksoma Peritonei’ye Neden Olmuş Apendiks Mukoseli
AppendIceal Mucocele CausIng Pseudomyxoma PerItoneI
Apendiks mukoseli, apendiksin lümeninin mukoid madde ile şişmesidir. Mukozal hiperplazide apendiks rüptürü veya peritoneal implantasyonlar oluşmaz. Ancak perfore olursa batın içerisine yayılabilir ve oluşan tabloya psödomiksoma peritonei adı verilir. Seksen beş yaşında kadın hastaya bir yıl önce apendiks mukoseli nedeniyle apendektomi yapılmış. Takiplerde psödomiksoma peritonei tespit edildi. Hastaya laparatomi yapıldı. Karın içerisindeki implantlar temizlenip omentektomi yapıldı. Apendiks mukoselinde kitle perfore edilmeden total olarak çıkarılmalıdır. Tümör perforasyonu sonrası karın içerisine yayılarak psödemiksoma peritonei oluşabilir. Psödemiksoma peritonei tespit edildiğinde tümörün total olarak çıkarılmasından sonra radyoterapi planlanmalıdır.
Appendiceal mucocele is the distension of the appendix lumen with mucoid material. Appendix rupture or peritoneal implantations do not occur in mucosal hyperplasia. However, if perforated, it might spread inside the abdomen and the resulting condition is called pseudomyxoma peritonei. Appendectomy was performed on an eight five year-old female patient because of appendiceal mucocele one year ago. Pseudomyxoma peritonei was determined in the followups. Laparotomy was performed on the patient. The implants in the abdomen were cleaned and omentectomy was performed. In appendiceal mucocele, the mass should be removed totally without being perforated. It might spread inside the abdomen following tumor perforation and pseudomyxoma peritonei might occur. When pseudomyxoma peritonei is found, radiotherapy should be planned following the total removal of the tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Salim Güngör, Hilal Koral
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
The Extracapsular S Pread Of Lymph N Ode MetastasIs In Laryngeal CarcInoma
Lenf nodüllerindeki ekstrakapsüler tutulum prog-nozun zayıf olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Nodüler fiksasyon ekstrakapsüler yayılımın bir göstergesi olup, hastada prognozu istatistiksel olarak düşüren bir faktördür. Diğer faktörlerden tümöral hücre diferansiasyonu ve metastatik nodül sayısı da prognoz üzerine etkili olup, burada ekstrakapsüler yayılımin prognoza olan etkisi literatürdeki retro-spektif araştırma sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
Extracapsular spread of lymph node metaitases ir believed to be an indicator of poor prognosis. in general it has been thought that extracapsular spread was limited to the 'fixed" nodes. The patients whose lesions had extracapsular spread had statistically reduced numbers of survival. Other factors eg, tumor dillerantiation and the number of malignant nodes ellects on prognosis. The effect of extracapsular spread on staging, the reporting of retrospective reviews and therapy are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Fatma Alagöz
Olgu sunumu
Özeti
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Ct And Mrı Fındmgs Of Urınary Bladder Tumor Arısıng From DIvertIcula (case Report)
Mesane divertikülünden kaynaklanan tümörler nadirdir. Hematüri şikayeti olan 76 yaşındaki olguya radyolojik inceleme yapıldı. Ultrsonografi, bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans incelemede mesanede sağ lateral duvardaki dlvertikülün içine ve mesane lümenine uzanan tümöral kitle tesbit edildi. Özellikle bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme divertikül neoplazmlarını tesbit etmede güvenli radyolojik yöntemlerdir.
Tumors arising from urinary bladder diverticula is a rare lesion. 76-year-old man who was presented with hematüria examined with radiologic methods. Tumoral lesions reaching into diverticula and bladder cavity were detected by ultrasonography, computed tomography and magnetic resonance imaging. Particularly, computed tomography and magnetic resonance imaging are confident to determine diverticular neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Closed Segment ObstructIon Related To Tumor ObstructIon On Both Ends
Mekanik barsak tıkanıklıkları; cerrahların günlük cerrahi pratiğinde sık karşılaştıkları klinik problemlerdir. Kapalı segment tipi tıkanıklıklar mekanik barsak tıkanıklıklarının nadir bir tipi olmasına rağmen distansiyonun hızla artması, barsak duvarında dolaşımın bozularak strangülasyona yol açması nedeniyle oldukça tehlikeli bir obstrüksiyon tipidir. İlk olgu; 38 yaşında kadın hasta, dış merkezde 10 ay önce inoperabl rektosigmoid köşe tümörü nedeniyle rezeksiyon yapılmaksızın yalnızca loop ileostomi uygulanmış. Hasta kliniğimize karın ağrısı ve distansiyon nedeniyle başvurdu.Hastada rektosigmoid bölgedeki tümörün çekumu infiltre etmesine bağlı kapalı segment tıkanıklığı tespit edildi.Transvers kolostomi açılarak hasta tedavi edildi. İkinci olgumuz ise 50 yaşında erkek hastaydı. Üç yıl önce sigmoid kolon tümörü nedeniyle sol hemikolektomi geçiren hasta mekanik ileus tablosu ile acil servise başvurdu. Operasyonda ince barsak mezenterindeki metastatik kitlelere bağlı ince barsakta kapalı segment tıkanıklığı geliştiği tespit edildi. Subtotal ince barsak rezeksiyonu yapılarak hasta tedavi edildi. Kapalı segment tıkanıklıkları nadir görülen, hızla tedavi edilmesi gereken mekanik barsak tıkanıklığı nedenleridir. Her iki tarafından tümör infiltrasyonuna bağlı gelişen kapalı segment tıkanıklığı oldukça nadir görülür. Bu nedenle kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilen her iki tarafından tümör obstrüksiyonuna bağlı kapalı segment tıkanıklığı gelişen iki olguyu bu yazımızda literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Mechanical intestinal obstructions are frequent clinical problems that the surgeons come across in their daily surgical practices. Although the closed segment obstruction is a rare type of the mechanical intestinal obstruction, it is all the more dangerous because of the rapid increase in distension and its entailing strangulation based on the upset circulation in the intestinal wall. In our study we have discussed two closed segment cases related to colon tumor existence along with literature on the subject. The first case is a 38-year-old female patient who underwent only loop ileostomy without a resection because of inoperable rectosigmoid corner tumor 10 months ago at another health center. The patient presented to our clinic with complaints of abdominalgia and distension.The patient was diagnosed with closed segment obstruction based on the infiltration of the cecum by the tumor in the rectosigmoid area. The patient was treated through opening up a colostomy from the transverse colon.The second case was a 50-year-old male patient. The patient, who had undergone left hemicolectomy because of sigmoid colon tumor three years before, presented to the emergency service with a condition of mechanical ileus.The patient was diagnosed with closed segment obstruction in the small intestine related to the metastatic masses in the small intestinal mesentery, intraoperatively. The patient was treated through subtotal small intestinal resection.Closed segment obstructions are rare causes of mechanical intestinal obstructions that need to be treated rapidly. Closed segment obstructions that develop because of the tumor infiltration on both ends are quite rare. Therefore, we aim at discussing the aforementioned cases of closed segment obstruction that developed because of tumor obstruction on both ends and surgically treated in our clinic, along with literature on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Submandibuler Sialolipom
Sıddıka Fındık, Mehmet Akif Eryılmaz, Hasan Esen, Gülşah Şafak Örkan, Abitter Yücel
Olgu sunumu
Özeti
Submandibuler Sialolipom
SIalolIpoma Of The SubmandIbular Gland
Sialolipom; intraoral yerleşimli lipom varyantı olarak tanımlanan,
nadir görülen benign bir tümördür. Tümör, etrafı ince kapsüllü,
matür adipozit ve normal tükrük bezi dokusundan oluşmaktadır.
Bu çalışmada, 55 yaşında, bayan bir hastada submandibuler gland
yerleşimli sialolipom olgusu sunuldu.
Sialolipom is a rare benign tumor, defined as the variant of
intraoral lipoma. Tumour is completely surrounded by thin fibrous
capsule and consisted of mature adipocytes and normal salivary
gland tissue. In here, we present a 55 years old female patient with
submandibular gland located sialolipoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glioblastomda Toll-Benzeri Reseptör Ailesi Ekspresyonunun Araştırılması: Karşılaştırmalı Bir Qpcr Ve Hücre Kültürü Analizi
Sevinç Şahin, Seda Sabah Ozcan, Levent Elmas, Uguray Payam Hacısalihoglu, Serdar Yanik
Araştırma makalesi
Özeti
Glioblastomda Toll-Benzeri Reseptör Ailesi Ekspresyonunun Araştırılması: Karşılaştırmalı Bir Qpcr Ve Hücre Kültürü Analizi
InvestIgatIon Of Toll-LIke Receptor FamIly ExpressIon In GlIoblastoma: A ComparatIve AnalysIs Of Qpcr And Cell Culture
Amaç: Glioblastoma yetişkinlerde en sık görülen ölümcül beyin kanseridir. Toll-benzeri reseptörler, patojen tanıma ve doğal bağışıklığın aktivasyonu ile ilişkili 10 reseptörden (Toll-benzeri reseptör 1-10) oluşan hücre yüzey reseptörleridir. Ancak, çelişkili sonuçlar içermekle birlikte bazı çalışmalar Toll benzeri reseptör ekspresyonunun, glioblastom dahil bazı tümörlerde, kanser hücresi proliferasyonu ve ilerlemesi ile ilişkili olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, bu çalışmada literatürde ilk kez glioblastomda Toll-benzeri reseptörlerin on üyesinin tamamının ekspresyon profilinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: 2018 yılı Ocak ve Aralık ayları arasında tanı alan 25 glioblastoma hastasına ait formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularda Toll-benzeri reseptörlerin mRNA ekspresyonu kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu kullanılarak değerlendirildi. Ayrıca her bir Toll-benzeri reseptörlerin ekspresyonu, beş farklı insan glioblastom hücre dizisi (T98G, U87-MG, U373, LN18 ve A172) kullanılarak hücre kültürü analizi ile araştırıldı.
Bulgular: Glioblastom grubunun formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularında kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu analizi ile Toll-benzeri reseptör 1, Toll-benzeri reseptör 6 ve Toll-benzeri reseptör 7 mRNA düzeyleri anlamlı olarak arttığı (her biri, p<0.001), Toll-benzeri reseptör 4 ve Toll-benzeri reseptör 10 düzeylerinin ise kontrol grubu ile kıyaslandığında anlamlı olarak azaldığı görüldü (sırası ile, p=0.023, p<0.001). Ek olarak, Toll-benzeri reseptör mRNA ekspresyon profilleri farklı hücre hatları arasında farklılık sergiledi.
Sonuç: Çalışmamızda birçok Toll-benzeri reseptör üyesi glioblastom mikroçevresinde farklı ekspresyon düzeyi gösteriyor ve onu farklı şekilde etkiliyor gibi görünüyordu. Glioblastomda her bir Toll-benzeri reseptörün endojen protein seviyesini doğrulamak, glioblastomun patogenezi ve prognozu üzerindeki kesin rollerini netleştirmek ve yeni hedef tedavilere ışık tutmak için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Aim: Glioblastoma is the most frequent, and fatal brain cancer in adults. Toll-like receptors are cell surface receptors comprised of 10 receptors (Toll-like receptor 1−10) related to triggering innate immunity by recognizing pathogens. However, some studies suggested that the expression of Toll-like receptors might be related to cancer cell proliferation and progression in some tumors including glioblastoma with some contradictory results. Thus, we aimed to investigate all ten members of the Toll-like receptor expression profile in glioblastoma for the first time in the literature to contribute additional data to the literature.
Patients and Methods: Quantitative real-time polymerase chain reaction was applied to formalin-fixed paraffin-embedded tissues of 25 glioblastoma patients, diagnosed between January and December 2018, to evaluate the mRNA expression of Toll-like receptors. Also, the expression of each Toll-like receptor was investigated by cell culture analysis using five different cell lines of human glioblastoma (T98G, U87-MG, U373, LN18, and A172). The results were compared statistically.
Results: Toll-like receptor 1, Toll-like receptor 6, and Toll-like receptor 7 mRNA levels were significantly increased in the formalin-fixed paraffin-embedded tissues of the glioblastoma group (p<0.001, each) whereas the expression of Toll-like receptor 4 and Toll-like receptor 10 was downregulated compared to the control group (p=0.023, p<0.001, respectively), by qPCR analysis. Additionally, Toll-like receptor mRNA expression profiles differed among the cell lines.
Conclusion: In our study, many Toll-like receptor members seemed to display different expression level in the glioblastoma microenvironment and affect it diversely. Further comprehensive studies are required to confirm the endogenous protein level of each Toll-like receptor in glioblastoma, to clarify their precise role in the pathogenesis and prognosis of glioblastoma, and to shed light on new target therapies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
Nezahat Yıldırım
Araştırma makalesi
Özeti
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) ExpressIon In Cutaneous KeratInous Neoplasms
Proliferasyon belirleyicilerin büyük çoğunluğunda taze dokuya ihtiyaç vardır. Bu nedenle retrospektif çalışma mümkün olamamaktadır. Prolifere olan hücre nükleus antijeni (PCNA) ise parafin kesitlere kolayca uygulana bilmektedir. Bu çalışmada, keratinöz deri tümörlerinde PCNA’nın 19A2 klonu immunohistokimyasal boya uygula narak incelendi. Skuamöz hücreli karsinom (SHK)’ da PCNA pozitifliği tüm keratinositlerin nüvelerinde görüldü. Verruka vulgaris’te de benzer PCNA görüntüsü izlendi. PCNA pozitifliğinin diğer keratinositik tümörlerle karşılaştırıldığında SHK ve VV 'te belirgin olarak arttığı gözlendi.
Usually markers for proliferating cells need freshly frozen tissues for evaluation; therefore retrospective study is impossible. Proliferating celi nuclear antigen (PCNA) isapplicable to formalin-fixed, paraffin embedded tissues. İn this study, PCNA expression in cutaneous keratinous neoplasms were determined by immunohistochemical stain- ing using the 19A2 done. Sçuamous celi carcinoma (SCC) a unique expression of PCNA, which frequently involved the nuclei of ali keratinocytes vvithin the lesion was found. PCNA expression in verruca vulgaris (VV) and found a pattern similar to that in SCC. SCC and VV showed significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared with other keratinocytic neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Kıtleler
Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Galip Akhan, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Mediastinal Kıtleler
MedIastInal Tumors And Cysts
1984-1990 yılları arasinda S.U. Tap Fakültesi Göğüs ve. Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavi ettiğimiz 20 mediastinal kitleli hasta değerlendirildi. Erken teşhis ve tedavi ile, ma-lign tümörlü hastalarda daha uygun prognoza sahip olunabileceği kanaatine ulaşıldı.
The cases of twenty patients, treated for turnors and cysts of mediastinurn between 1984-1990, have been investigated. it has been established that a more favourable prognosis could be obtained through early diagnosis and treatrnent of the patients with malignant turnors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
Kemal Ödev, Mustafa Güleç, Ahmet Bilge, Adil Kartal
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
The Value Of Ultrasonography In The LIver DIseases
25.5.1985 - 30.12.1985 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fa-kültesi Radyoloji Anabilim Dalında 391 hasta US (Ultrasonografi) ile incelenmiştir. Yirmi üç hastada karaciğerde, 1 hastada karaciğer ve karında, 1 hastada karaciğer ve sol böbrekte lokalize olmuş kist hidatik, 20 hastada karaciğerde bağ dokusu artışı, asit ve spnomegali ile karakterize karaciğer sirozu ve 8 hastada karaciğerde solid (tümöral) lezyon tespit edildi. Bu çalışmada US bulguları ile ameliyat bulguları karşılaştırıldı. Kist hidatik tanısı konularak ameliyat yapı/an hastalarda US'nin teşhis doğruluğu %100 dür. Diğer hastalarda US, klinik teşhis çalışmalarına ve ameliyat endikasyonu koymada rehberlik etmiştir.
391 cases were examined by US (Ultrasonography) at the department of Radiology of Medical Faculty of Selçuk University, between May 25, 1985 and December 30, 1985. Hydatid csyt to have localized in the liver in twenty three cases, in the liver and abdomen in one case, in the liver and left kidney in one case, liver ci.rrhose characteriezd by splenomegaly, acsites and the increase of connective tissue in twenty cases and solid (tumour) lesion in eight cases were determined in the liver. US findings were compared wi.th operation findigns. The diagnosed csyt. US has become a guide for clinical diagnostic studies and to determine operation indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
Mustafa Kürşat Özvaran, Sibel Arınç, Özlem Soğukpınar, Nil Toker, Efsun Uğur Chousein, Reha Baran
Araştırma makalesi
Özeti
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of NeurogenIc Tumors Of Adult In Thorax
Vücudun her yerinde görülebilen nörojenik tümörler toraks içinde sıklıkla arka mediastende lokalize olurlar. Bu çalışma ile hastanemizde Ocak 1999 ile Aralık 2003 tarihleri arasında takip edilen nörojenik tümörlü olguların klinik ve radyolojik özellikleri belirlendi. Toplam 30 olgunun (11 erkek, 29 kadın) yaş sınırları 20 ve 70 olup yaş ortalaması 41.7±11.8 yıl idi. Bu olguların histolojik tipleri 17 olguda nörofibroma (%57). 7 olguda schwannoma (%23), 4 olguda ganglionörinoma (%13) ve 2 olguda malign schwannoma (%7) şeklinde sıralandı. Tümörler 24 (%80) olguda paravertebral bölgede, 6(%20) olguda toraksın diğer bölgelerinde lokalize idi.
Neurogenic tumors ocur at all part of the body but most common site is the posterior mediastinum in thorax. In this study, the patients with neurogenic tumor were evaluated clinical and radiological signs in our hospital between January 1999 and December 2003. Of thirty patients were (11 male and 19 female) their range aged from 20 to 70 mean 41.7±11.8. Histological types were 17 (%57) neurofibromas. 7(23%) schwannomas, 4(13%) ganglioneurinomas, 2(7%) malign schwannomas. Twenty-four (80%) of neurogenic tumors were in posterior mediastinum and the others were in different areas in thorax.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boy Kısalığının Nadir Bir Nedeni Olarak Diafizyal Aklazi
Derya Arslan, Sevil Arı Yuca
Olgu sunumu
Özeti
Boy Kısalığının Nadir Bir Nedeni Olarak Diafizyal Aklazi
A Rare Cause Of Short Stature As A DIaphyseal AklazI
Kemiğin benign tümörleri malign tümörlerine göre daha sık
görülmektedir. Kemik tümörleri tüm tümörler içinde en küçük grubu
oluşturmaktadır. Bu nedenle tanı yaklaşımı açısından bilgi birikimi
ve deneyim gerekmektedir. Osteokondrom en sık görülen benign
kemik tümörüdür. Lezyon tek olabilir, nadiren birden fazla da
görülebilmektedir. Bu duruma osteokondromatozis veya diafizyal
aklazi denmektedir. Diafizyal aklazi (DA) nadir görülen bir herediter
kıkırdak farklılaşma bozukluğudur ve otozomal dominant olarak
kalıtılır. Özellikle pubertenin sonlanmasından sonra ortaya çıkan
yeni lezyonların kondrosarkom gelişimi açısından değerlendirilmesi
gerekmektedir. Bu olgu bildiriminde, boy kısalığı şikayeti ile gelip DA
tanısı alan iki kardeş sunulmaktadır. Olgulardan biri 15 yaşında kız,
diğeri 14 yaşında erkek idi. Her ikisinin de ortak şikayeti boy kısalığı
ve kemiklerindeki ağrılı olmayan şişliklerdi. Tipik aile hikayesi, fizik
muayene bulguları ve radyolojik bulgulara dayanılarak olgulara DA
tanısı konuldu.
The malignant tumors of bone are more common than benign
tumors. The bone tumors is the smallest group in all tumors. For
this reason, knowledge and experience required for the diagnostic
approach. Osteochondroma is the most common benign bone tumor.
The lesion can be single, multiple forms are rarely seen. This condition
is known as osteochondromatosis or diaphyseal aklazi. Diaphyseal
aklazi (DA) is a rare hereditary disorder of cartilage differentiation and
inherited as an autosomal dominant. Chondrosarcoma that especially
for the development of new lesions occurring after termination of
puberty should be evaluated. In this case report presented the two
brothers who are diagnosed with DA come in with the complaint of
short stature. One of the patients was 15-year-old girl and the other
was a 14-year-old male. A common complaint of both short stature
and non-painful swelling of bones. The patients were diagnosed
with diyafizyal aklazi according to typical family history, physical
examination findings, and radiographic findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
Mesut Tez, Erdal Göçmen, Mahmut Koç, Hikmet Akgül
Araştırma makalesi
Özeti
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
OxIdatIve Stress In Colorectal Concer (early Results)
Amaç: Oksidatif stres doku veya hücrede oluşan Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) nin konsantrasyonunun antioksidan kapasiteyi aşması olarak tanımlanır. Uzun süreli oksidatif stres kanser gelişiminde rol oynar. Bu çalışmada kolorektal kanser dokusunda oksidatif stresin düzeyi araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2000-2001 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp fakültesi Cerrahi Onkoloji Bilim dalında ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat olan yaşları 35 ile 80 arası değişen 17 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Ameliyat sırasında, piyes çıkar çıkmaz tümör dokusundan ve sağlam cerrahi sınırdaki mukozadan yaklaşık 1 cm3 doku örneği alınarak Malondialdehid (MDA), Superoksitdismutaz (SOD), Katalaz (CAT), Glutatiyon peroksidaz (GPX) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Tümor ve normal dokulardaki serbest oksijen radikallerinin konsantrasyonu arasında anlamlı fark bulunamadı. Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda tümör dokusundaki oksidatif stres normal dokuya göre farklı değildir.
Objective: Oxidative stress is defined as the event that the concentration of reactive oxygen species (ROS) formed in tissue or cells exceeding the antioxidant capacity. Long duration oxydative stress predisposes to cancer development. In this study, the role of oxydative stress in colorectal cancers was searched. Material and Methods: 17 patients withcolorectal cancer operated in Ankara University, Faculty of Medicine, Department of Surgical Oncology and Ankara Numune Training and Research Hospital between 2000-2001 were included in the study. During the operation, 1cm3 of mucosa was harvested from the tumoral and neighbouring healthy tissue just following the extraction of specimen. Malondialdehyde (MDA), Superoxide dismutase (SOD), Catalase (CAT) and Glutatione peroxydase (GPX) levels were measured in these tissue samples. Results: Concentration of free oxygen radicals in tumoral and healthy normal tissues were found to be statistically non-different. Conclusion: Oxidative stress in tumoral tissue of colorectal cancers was not different from the normal tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksiller Sinüste Lokalize Amiloid Tümör
Gökhan Sandal, Fatih Yüksel
Olgu sunumu
Özeti
Maksiller Sinüste Lokalize Amiloid Tümör
LocalIzed AmyloId Tumor Of The MaxIllary SInus
Amiloidoma, vücudun tüm organlarını tutabilen, dokularda
lokal olarak amiloid birikmesi ile karakterize tümöral oluşumdur.
Bununla birlikte baş-boyun bölgesinde ve özellikle de maksiller
sinüste oldukça nadir görülen bir hastalıktır. 64 yaşında bayan
hasta, yaklaşık 6 aydır mevcut olan burnun sol tarafında tıkanıklık
ve kanama şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Endoskopik muayenede
sol nazal pasajı kapatan sarımtırak görünümde polipoid kitle tespit
edildi. Paranazal sinüs tomografisinde sol maksiller sinüsü dolduran
ve medial duvarda itilmeye neden olan tümöral kitle tespit edildi.
Kitleden daha önce yapılan biopsi sonucu amiloid pozitif olarak rapor
edildi. Kesin tanı için kitlenin tamamen çıkarılması önerildi. Hastaya
endoskopik medial maksillektomi yapılarak kitle total olarak eksize
edildi. Patoloji sonucu amiloidoma olarak bildirildi. Tüm sistemlerin
incelenmesi sonucu başka organ tutulumu görülmedi. Rektal biopsisi
ve proteinürisi negatif idi. Nadir görülen bu maksiller sinüse lokalize
amiloidosis olgusunu sunuyoruz.
Amyloidoma is a tumoral deposition characterized by localized
deposition of amyloid in the tissues. It is very rare in the head
and neck region, especially in the maxillary sinus. A 64 years old
female patient applied to our clinic with complaints of left-sided
nasal obstruction and epistaxis. Endoscopic examination revealed
a yellowish polypoid mass obstructing the left nasal passage.
Paranasal sinus tomography revealed a tumoral mass filling the left
maxillary sinus and repressing the medial wall. Biopsy was positive
for amyloidosis. A complete resection of the mass was suggested
for a definite diagnosis. The tumor was removed by endoscopic
medial maxillectomy, which permitted total excision of the lesion.
Pathology results showed amyloidosis. No other organ involvement
was detected. Rectal biopsy and proteinuria were negative. Here, we
present the extremely rare case having localized amyloidosis of the
maxillary sinus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
Nezahat Yıldırım, İbrahim H. Özercan
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) In ThyroId Tumors
Bu çalışmada tiroid tümörlerinde proliferatif aktivitenin gösterilmesi amacıyla Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'na gelen 47 adet tiroidektomi materyali çalışmaya alındı. Normal tiroid (9), nodüler guatr (11), folliküler adenom (7), papiller karsinom (16), folliküler karsinom (2) ve anaplastik karsinom (2)'a immünohistokimyasal olarak PCNA yöntemi uygulandı. Parafine gömülen dokulardan hazırlanan kesitler PCNA/cydin monoklonal antikorları ile boyandı. Pozitif boyanan nüveler değerlendirmeye alındı ve yüzde olarak PCNA indeksleri hesaplandı. PCNA indeksleri normal tiroid dokusunda % 0.5, nodüler guatrda % 2.1, folliküler adenomda % 2.6, papiller karsinomda % 6.2, folliküler karsinomda % 15.7 ve anaplastik karsinomda % 32.2 olarak değerlendirildi. Sonuç olarak benign tiroid tümörleri ile malign tiroid tümörleri karşılaştırıldığında PCNA indeksinin malign tiroid tümörlerinde belirgin artmış olduğu tesbit edildi.
We have studied on 47 thyroidectomy material that vvere came to Fırat University Medical Faculty Department of Pathology for the determination of proliferative activity. PCNA method vvere applied, normal thyroid(9), adenomatous goiterfl 1), follicular adenoma(7), papillary carcinoma(l6), follicular carcinoma(2) and anaplastic carcinoma(2). Ali cases paraffin sections stained PCNA/cydin monoclonal antibody. Positive painted nuclei vvas evaluated and PCNA indices vvere calculated as percentage. PCNA indices vvere evaluated normal thyroid %0.5, adenomatous goiter %2.1, follicular adenoma %2.6, papillary carcinoma %6.2, follicular carcinoma %15.7 and anaplastic carcinoma %32.2. As a conclution, thyroid carcinomas shovved significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared vvith benign thyroid tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dev Kıstık Hıgromalarda Tedavı : Üç Olgu Nedenıyle
Adnan Abasıyanık, Alaaddin Dilsiz, Engin Günel, Burhan Köseoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dev Kıstık Hıgromalarda Tedavı : Üç Olgu Nedenıyle
Treatment Of GIant CystIc Hygroma: Three Cases Report
Kistik higroma lenfatik kiikenli benign bir yondur. Lenfatiklerde olulan konjenital mal-formasyon nedeniyle lenfatik akim bloke ol-maktadir. Bazen de aim sekestrasyonlar sonucu dev kistik higromalar olu§maktadir. Bunlar kongu do-kuMri ve vital organlarl infiltre etmektedir. Boylece solunum yollarina bast. hemoraji ve sepsis gibi ciddi komplikasyonlara yol armaktathr. Der kistik hig-romalarin total cerrahi eksizyonlari bazen miimkiin olamamaktadtr. Bu nedenle cerrahive alternatif te-davi cekilleri araprilmaktadir. Bu califmada Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi cocuk Cerrahisi nde tedavi edilmic servikal (n=1) ve ser-vikoaksiller (n=2) yerle imfi dev kistik higromalt olgu sunulmultur.
Cystic hygroma is a hamartomatou.s lesion of lymphatic origins. It is a benign tumor that appear to arise from congenital malformation of the lym-phatic resulting in blockage of lymphatic flow. It has a tendency to infiltrate and surround adjacent tissues and vital organs. Respiratory distress, hem-orrhage and sepsis are major complications of giant cystic hygroma. Total exicion of this benign tumor is sometimes impossible. Alternative treatment to sur-gery is investigated. In this report three cases of the cervical (n=1) and cervicoaxillary (n=2) cystic hy-groma that were treated at the Department of ►e-diatric. Surgery, Faculty of Medicine, Selcuk Uni-versity were presented
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaposi Sarkomunun Klinik Ve Patolojik Özellikleri: Tek Merkez Çalışması
Zeynep Bayramoğlu, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Kaposi Sarkomunun Klinik Ve Patolojik Özellikleri: Tek Merkez Çalışması
Clınıcal And Pathologıcal Characterıstıcs Of The Patıents Wıth Kaposı Sarcoma: A Sıngle Center Study
AMAÇ: Kaposi sarkomu (KS) HHV-8 ile ilişkili vasküler bir proliferasyondur. KS için Türkiye’de epidemiyolojik veriler hakkında çok fazla çalışma yoktur. Biz bu çalışmada 78 KS olgusunun klinik, patolojik ve immünohistokimyasal özelliklerinin literatür bilgileri eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Klinik ve histopatolojik olarak KS tanısı alan 78 hastanın lezyonun klinik ve histopatolojik özelliklerini retrospektif olarak inceledik.
BULGULAR: Olgularımızın yaş aralığı 46-93 yıl arasında olup ortalama yaş 74,06’idi. Olgularımızın 59’u erkek 19’u kadın saptanmıştır. Lezyonlar daha çok alt ekstremitede yerleşim göstermekteydi. Hastalarımızın 54’ünde KS erken dönemini yansıtan yama ve plak evresinde iken, 24 hastamız nodüler evrede olduğu saptandı. Hastalarımızdan 23 tanesinden punch biyopsi, 55 tanesinden eksizyonel biyopsi yapılmıştır. Eksizyonel biyopsi yapılan hastalarımızın en küçük tümör çapı 0,35 en büyük tümör çapı 2,8 cm olup ortalama tümör çapı 0.98’dir.
TARTIŞMA: Bizim çalışmamızda Konya’da görülen KS’larının geç yaş başlangıçlı olduğu ve erkeklerde daha sık görüldüğü izlenmiştir. Retrospektif olarak değerlendirdiğimiz olguların demografik bilgileri ve histopatolojik tipler açısından literatürde sunulan çalışmalarla benzerlikler gösterdiği görülmektedir.
AIM: Kaposi sarcoma (KS) is a vascular proliferative disease associated with human herpesvirus-8 (HHV-8). The studies about the epidemiology of KS in Turkey are limited. We aimed to evaluate the clinical, pathological, and immunohistochemical features a total of 78 KS patients, presenting them along with the available information in the literature.
MATERIALS AND METHODS: We retrospectively evaluated the clinical and histopathological characteristics of a total of 78 patients with KS.
RESULTS: The age of the patients ranged from 46 to 93 years and the mean age was 74.06 years. Of the patients, 59 were males and 19 were females. The lesions were most commonly found on the lower extremities. In the study patients, KS was found both at earlier stages with patches or plaques in 54 of the patients and at the nodular stage in 24 patients. A punch biopsy or an excisional biopsy was performed in 23 and 55 patients, respectively. In the excisional biopsies, the smallest tumor diameter was 0.35 cm and the largest one was 2.8 cm with a mean diameter of 0.98 cm.
DISCUSSION: This retrospective study demonstrated that; in Konya, KS developed in older people and it was most commonly seen in males. It was observed that the demographic features and histopathological types of KS in the study patients were similar to the reports in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transnazal-Transseptal Hipofizektomi Sonrası Rinolojik Bulgular
Çağatay Han Ülkü, Ertuğ Özkal, Yavuz Uyar, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Transnazal-Transseptal Hipofizektomi Sonrası Rinolojik Bulgular
RhInologIcal FIndIngs After Transnasal-Transseptal Hypophysectomy
Hipofiz bezi tümörlerinin tedavisinde uygulanan pek çok cerrahi yaklaşım mevcuttur. Bunlar arasında trans- nazal- transseptal yaklaşım cerraha iyi bir görüş açısı sağlayıp, kısa sürede kitleye ulaşma imkanı vermektedir. Bu teknikle öpere edilen hastalar postoperatif dönemde rinolojik bulgular açısından değerlendirilmiştir. Elde edi len sonuçlar literatür ışığında irdelenerek, bu yaklaşımın hastalar için anatomik ve fonksiyonel açıdan kabul edi lebilir bir cerrahi teknik olduğu kanısına varılmıştır.
Presently there are many surgical approaches in the treatment of pituitary gland tumors. Among these, trans- nasal- transseptal approach gives the surgeon a good point of view and the opportunity the reach the tumor in a short time. The patient operated by these techniques have been evaluated from the point of rhinologial findings. By discustion the results in the light of literatüre, this approach has been found an acceptable surgical technique for the patient from the anatomic and functional point of view.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Mehmet Arslan, Celal Sönmez, Mehmet Kılınç, Recai Gürbüz, Kadir Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Factors Affectıng Bleedıng And Kanaaıa In Transuretral Resectıon
1984 - 1987 yılları arasında benign prostat hiperplazisi, rnesane boynu darlığı, prostat kanseri ve mesane tümörü teşhis edilen 57 hastaya transürethral rezeksiyon yapıldı. 45 hastaya genel, 12 hastaya spinal anestezi verildi. Bu hastalarda, genel - spinal anestezinin, çıkarılan doku miktarının, operasyon süresinin ve irrigasyon sıvısının kanama ile ilgisi araştırıldı. Operasyon süresinin kanama ile ilişkisi hem spinalde hem de genelde vardı. Çıkarılan doku miktarı ile kanama arasındaki ilişki çok önemli olarak bulundu. irrigasyon sıvısının kanama ile ilişkisi spinal anestezide önemli bulundu. Spinal anestezide kanama genel anesteziden daha az bulundu.
Transturethraltresection was carried ovt succesfully in the fifty-seven patient with benign prostatic hyperpiasie, bladder neck obstruction, cancer of the prostate and b7adcler betwen 1984 and 1987 spinal anesthesia wa2 giyen to eleyen patiens and general anesthesia forty-five patiens. T ype of anesthesia (spirıal and general), tissue size removed, operation time and irrigation fluid have been investigated cor;.e?ation with hemorraghie. There was correlation betwen operation time and hemor-raghie in both the spinal and general anesthesia. Correlation, between tissue size removed and hemorraghim was found ver} important in both. Correlati.on with hemorraghi.e of irrigation fluid was important in ()nin spinal anesthesie. The hemorraghie in the spinal anesthesia was much lessthan general anesthesia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyunda Dev Schwannom
Özgül Topal, Kübra Akman, Seyra Erbek
Olgu sunumu
Özeti
Boyunda Dev Schwannom
GIant Schwannoma Of The Neck
Schwannom, benign, soliter, yavaş büyüyen kapsüllü bir tümördür ve myelinli sinir fibrilleri kılıfından köken alır. Periferik, spinal veya kranial sinirlerden gelişebilen bu tümör baş-boyun bölgesinde sıklıkla görülür. Otuzüç yaşında erkek hasta, kliniğimize sağ boyunda lokalize 10x6x6 cm boyutlarında dev kitleyle başvurdu. Kitlenin cerrahi rezeksiyonu sonrası yapılan histopatolojik inceleme ‘Schwannom’ olarak rapor edildi. Burada literatürde çok nadir rastlanan dev boyutlu schwannom olgusu ve tedavi yaklaşımları tartışılmıştır.
Schwannoma is a benign, solitary, and slowly progressive encapsulated tumor originating from the sheath of myelinated nerve fibers. The neoplasm should arise from all the peripheric, spinal or cranial nerves and frequently seen in the head and neck region. A 33 years-old male presented with a 10x10x6 cms giant mass of the right neck. A surgical resection was performed and the histopathologic examination of the mass was reported to be “schwannoma”. Here, a case of giant schwannoma, which is very rare in the literature, and treatment modalities are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
Ülkü Kerimoğlu, Deniz Akata, Tuncay Hazırolan, Faruk Köse, Enis Özyar, Lale Atahan
Araştırma makalesi
Özeti
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
SonographIc EvaluatIon Of RadIotherapy Response In CervIcal Cancer: CorrelatIon Of Mrı FIndIngs WIth ResIstIve IndIces
Amaç: Bu prospektif çalışmada serviks karsinomunun radyoterapiye cevabının değerlendirilmesinde transvajinal renkli doppler ultrasonografi ile ölçülen rezistiv indeksin rolünü incelemek ve manyetik rezonans bulguları ile karşılaştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: İleri evre (>IIA) serviks kanseri histopatolojik tanı alan 13 hastaya radyoterapi öncesi ve 6 ay sonrası MRG ve TVRDUS yapıldı. Tümör santral ve perifer kesiminden ölçülerek ortalaması alınan rezistiv indeks tedavi öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Bu değerler MRG bulguları ve kontrol grubunun rezistiv indeks değerleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: B-mod transvajinal ultrasonografi (TVUS) ile tedavi öncesi tüm hastalarda tümöral kitle görüntülenebildi.Tedavi öncesi ve sonrası rezistiv indeks değerleri sırasıyla 0.20-0.82(ortalama: 0.52), 0.70-0.99 (ortalama:0.81) olarak ölçüldü. 13 hastadan 11’i tedaviye tam cevap verdi ve MR tetkikinde hiçbir kitle saptanmadı. TVUS ile yapılan incelemede servikste kitle gözlenmedi. 2 hastada ise MR tetkiki ve ultrasonografi ile rezidüel kitle izlendi. Tedaviye tam cevabı olanlarda radyoterapiye bağlı rezistiv indeks değerindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.001). Rezidüsü olan 2 hastada ise rezistiv indeksler artmadı. Kontrol grubunun rezistiv indeks ortalaması 0.65 olarak ölçüldü ve hastaların tedavi öncesi rezistiv indeks değerinden istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksekti. Sonuç: TVRDUS ile elde edilen spektral değerler serviks karsinomunun tedaviye cevabının değerlendirilmesinde MRG’ye iyi bir alternatif olabilir çünkü MRG bulguları ile rezistif indeks değerleri anlamlı korelasyon göstermektedir.
Aim: To assess prospectively the role of resistive indicies (RI) in determining the response to radiotherapy by transvaginal color doppler ultrasound (TVCDUS) and to correlate the results with MRI findings. Material and Method: 13 patients with advanced stage (>stage IIA) cervical cancer evaluated by MRI of the pelvis and TVUS before and 6 months after radiotherapy treatment. The mean resistive indicies before and after daiotherapy were measured from the periphery and the center of the tumor and were compared. These values were further correlated with both MR findings and RI values of the control group. Results: B mode TVUS identified the mass of all patients before therapy. RI measured 0.20-0.82 (mean=0.52) and 0.70-0.99 (mean=0.81) before and after the radiotherapy respectively in 13 patients. 11 showed full response clinically and accordingly, MR showed no residual tumor. MR examination and US showed residual tumor in two patients. The increase in RI before and after the radiotherapy was statistically significant (p=0.001) in the full response group. RI did not increase in two patients with residua. The mean RI measured from the control group was 0.65 and was significantly higher than the RI of the patients measured before therapy. Conclusion: Spectral features of TVCDUS can be a good alternative in the follow up response of cervix carcinoma to therapy, since a significant correlation between MRI findings and RI measurements are found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
Fahri Halit Beşir, Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Abdullah Belada
Araştırma makalesi
Özeti
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Xanthogranulomatous Pyelonephritis Çocuk Ve Erişkinde
Mehmet Kılınç, Recai Gürbüz, Mehmet Arslan, Celal Sönmez, Kadir Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Xanthogranulomatous Pyelonephritis Çocuk Ve Erişkinde
Xanthogranulomatous Pyelonephrıtıs In Chıldren And Adults
Xanthogranulomatous pyelonefritisli 9 yaşında bir kız çocuğu ile 69 yaşında bir erkek yaka sunulmuştur. Willm's Tümör'ü olmasından şüphe edilen, abdominal kitlesi olan bir kız çocuğudur. Bütün yaş gruplarında xanthogrcz.nulomatous pyelonefritis görülür. Hastalar genellikle geniş, non - fonksiyone (taşlı) böbreğe sahiptir. Kadınlarda daha fazla oranda görülür. Çocuklarda daha nadir olarak görülür. Obstrüksiyonun bazı belirt-deri vardır. Wateral xanthogranulomatous pyelonefritisli, hasta hiç rapor edilmemiştir.
A 9 - year - old girl and a 69 - year - old male with xanthofranulo-matous pyelonephritis vere presented. A 9 - year - old girl had an abdo-minal mass, which, was suspected of being a Willm's Tumor. xanthogranu-iomatous Pyelonephritis occurs in patients of al/ ages. Patients usually have a large non - functioning kidneys with, ealeuli. The females are pre-dominant. Xanthogranu/omatous Pyelonephritis in the ehildren is a rare phenomenon. xanthorganu/omatous Pyelonephritis is always associated with infee-tino (usually proteus) and there are some signs of obstruction. There has never been reported bilaterally.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Turgut Teke, Mustafa Dinç, Emin Maden, Hatice Toy, Orhan Özbek, Sami Ceran, Mustafa Serdengeçti, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Tuberculous LymphadenItIs WhIch MImIcked MedIastInal Tumor And Elevated Fdg Uptake At Pet-bt
Tüberküloz tüm dünyada ve ülkemizde çok ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak önemini korumaktadır. Ekstrapulmoner yerleşimli tüberküloz vakaları ayırıcı tanıda karşılaşılan zorluklar nedeni ile önemli bir klinik sorun oluşturmaktadır. Kontrastlı toraks BT’de mediastende patolojik boyutlarda lenfadenomegaliler bulunan, PETBT’sinde lenfadenomegalilerinde yüksek FDG tutulumunun görülmesi nedeniyle yapılan mediastinoskopik biyopside tüberküloz lenfadenit olduğu saptanan vakayı tartışmayı amaçladık. 80 yaşında bayan hasta PA akciğer grafisinde sağ paratrakeal bölgede genişleme tespit edilmesi üzerine yatırıldı. Toraks BT ve MR görüntülemeleri bu genişlemenin mediastinal tümörle uyumlu olduğunu destekliyordu. PET-BT incelemesinde kitlenin malignite lehine artmış FDG tutulumu gösterdiği izlendi. Ancak mediastinoskopik biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit olarak rapor edildi ve tüberküloz tedavi başlandı. Erişkin hastalarda bile görüntüleme yöntemleriyle dahi malign olduğu düşünülen mediastinal kitlelere sebep olan patolojiler arasında tüberküloz lenfadenitin de olabileceği akılda tutulmalı ve tüberküloz lenfadenitin PET-BT incelemesinde artmış FDG tutulumu gösterebileceği unutulmamalıdır.
Tuberculosis remains to be a serious public health problem in our country and all over the world. Extrapulmonary tuberculosis causes major clinical problems because of difficulties encountered in the differential diagnosis. In this case report, we aimed to discuss a case of tuberculous lymphadenitis mimicking mediastinal tumor in chest CT and PET-CT examination. Eighty years old female patient with right paratracheal enlargement in the chest radiography was admitted to our hospital. Thorax CT and MR imaging was supporting this expansion as concordant with the mediastinal tumor. The PETCT showed increased FDG uptake in favor of malignant masses. However, mediastinoscopic biopsy was reported as tuberculous lymphadenitis and antituberculous therapy was started. It should be kept in mind that even in adults patients, tuberculous lymphadenitis should be thought in differential diagnosis of mediastinal masses suspecting malignancy with imaging techniques and also it should not be forgotten that tuberculous lymphadenitis may be presented with elevated FDG uptake at PET-BT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasık Extrapulmoner Neurofibroma
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Aydın Şanlı, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasık Extrapulmoner Neurofibroma
IntrathoracIc Extrapulmonary NeurofIbroma
Bu makalemizde neurofibrornalt bir kadui hasta takdini edildi. Radyolojik incelemede sol hemitoraks apexinde kenarlart diizgiin. homojen kitle goriilmesi fizerine neural tumor olabilecegi on tarusi ile sal thorakotomi uygulandi. Sol apexte ektrapulmoner olarak tespit edilen kitlenin histopatolojik tet-kiklerinin sonucu neurofibrorna olarak geldi. Postop herhangi !fir komplikasyon goriilmedi.
Ion our artichle, afamale women with ne-urofibroma was presented. Radiological and Cli-nical diagnosis could not been made preoperatively. Neurofibroma has been diagnosed with his-topathological examination of specimen taken at operation. Complication was not seen during the postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Bilge Çakır, Şakir Tavlı, Metin Çapar, Nazihat Argon, Adnan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Ultrasonography Iır DIagnosIs Of Breast FIbroadenomas And CarcInomas
67 fibroaderzom ve 40 meme karsinomunun (duk-tal karsinom) sonografik patternleri incelendi. Lezyonların tümü düşük intensitede idi. Fibroadenom-ların %89.6'sında homojen iç eko dağılımı, %91'inde düzgün kontur, %81'inde en az orta derecede posterior akustik şiddetlenme saptandı. Malign lezyonlarin %85'inde heterojen iç çapı, %80'inde düzensiz kon-tur, %90'ında en az orta derecede akustik gölge mevcuttu. Kitlelerin geometrik analizinde, lezyonların meme dokusu planına uygun elongasyonunu gösteren uzunluğun ön-arka çapa oranifibroadenomlarda ortalama 1.89 ± 0.52, karsinomlarda 1.03 ± 0.21 bulundu ve her iki değer arasında istatistiksel olarak anlamı! farklılık belirlendi.
The sonographic patterns of 67 fibroadenotnas and 40 breast carcinomas were studied. All lesions exhibited low-intensity. Fibroadenomas had homogeneus internal echoe distribution in 89.6% of cases, smooth contours in 91% of cases, at least moderately acoustic enhacement in 81% of cases. Malignam lesions had heterogeneus echotexture in 85% of cases, irregular contours in 80% of cases, at least moderately acoustic shadow in 90% of cases. In geometric analysis of tumors, the mean ratio of the length to the anıeroposterior diameter of fibroadenomas was 1.89 ± 0.52, of carcinomas 1.03 ± 0.21, indicating an elongation along the general orientation of the breast tissue planes and statistically signıficant difference between both values were determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Lema Tavlı, Sami Bilici
Araştırma makalesi
Özeti
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Pankreasın papiller kistik neoplazmı nadir görülen, düşük malignensi potansiyeli olan bir hastalıktır. Daha çok genç kadınlarda görülür ve erken olgularda cerrahi rezeksiyon yeterli görülmektedir. Karında şişlik ve ağrı şikayeti olan 26 yaşında bayan hasta pankreas tümörü tanısı ile ameliyat edildi ve histolojik olarak pankreasda papiller kistik tümör tespit edildi. Bu hasta tümörün pankreas neoplazmlan arasında oldukça nadir görülmesi. olgumuzda büyük çapta olması, organ metastazı olmadan damar ve kapsül invazyonu göstermesi sebebiyle literatür eşliğinde, klinik ve patolojik yönleri incelenerek sunulmuştur.
Papillary cystic neoplasrn of the pancreas is a rare pancreatic condition with low grade malignant behavior. It occurs mainly in young adult females and surgical resection is amenable to cure in early cases. A 26 yaar old woman who had epigastric mass and pain was operated on with the diagnosis of pancreatic tumor and biopsy specimens showed papillary cystic tumor. We report this case for it is a rare condition. great in size and his-tologically documented vascular and capsular invasion with no metastases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
Osman Fatih Boztepe, Taylan Gün, Harun Dogru, Koray Coşkunfırat, Yıldız Keleş
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
A Case Of AggressIve Floor Of The Mouth Cancer DurIng Pregnancy
Oral skuamoz hücreli karsinoma, oral kavitenin en sık görülen tümörüdür. Gebelik sırasında, ağız tabanı karsinomu ise literatürde henüz bildirilmemiştir. 26 yaşında, 34 haftalık gebe hasta kliniğimize ağızda kitle şikayeti ile başvurdu. Yapılan KBB muayenesinde, sol ağız tabanında, ülsere, frajil, 2x1 cm genişliğinde ve 6-7 mm derinliğinde kitle izlendi. 8 günde, tümör iki katına çıktı. Median mandibulutomi yapılarak tümöre transmandibuler yolla ulaşıldı ve en blok olarak boyun disseksiyonu materyali ile çıkarıldı. Gebelik sırasında tespit edilen oral skuamoz hücreli karsinomalar hızlı bir şekilde tedavi edilmeli ve hasta ve yakınları, bekleme durumunda, hastalığın progresyonu konusunda uyarılmalıdır.
Oral squamous cell carcinoma (OSCC) is the most frequent malignancy of the oral cavity. Squamous cell carcinoma of floor of the mouth during pregnancy is not reported in the literature. 26-year-old female patient admitted to our clinic with a lesion in the mouth for 2 weeks. The patient was 34 weeks pregnant and non-smoker. ENT examination revealed that the fragile, ulcerated, 2×1 cm width and 6-7 mm depth lesion was on the left side of the floor of mouth. In eight days, the tumour was almost double in size. Median mandibulotomy was applied to facilitate the resection of the tumor via transmandibular way and the tumour was removed en bloc together with the neck dissection specimen. The patients with oral squamous carcinomas during pregnancy should be treated more quickly, patients and families should be informed about the tumor progression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Ömer Erdur, Mehmet Şentürk, Nurdoğan Ata, Ersen Koç, Gültekin Övet, Necat Alataş
Olgu sunumu
Özeti
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Extramedullary Plasmacytoma In The Nasopharynx
Seksen yaşında erkek hasta kliniğimize, burundan nefes
alma güçlüğü, burun kanaması ve nadiren ağızdan kan gelmesi
şikayetleri ile başvurdu. Hastanın oral, anterior rinoskopik ve
otoskopik muayenelerinde özellik saptanmazken yapılan fiberoptik
nazofaringoskopik incelemede nazofarinkste kitle gözlendi. Alınan
derin nasofarinks biyopsisi ile hastaya ekstramedüller plazmasitom
tanısı konuldu. Plazmasitomalar plazma hücresi tümörleri olup
soliter olarak kemik iliği dışında ortaya çıkarlar ve multipl myelom ile
ilişkili olabilirler. Baş boyun bölgesinde ekstramedüller plazmasitom
(EMP) olguları nadiren gözlenir. Nazofarinksin malign tümörleri
cerrahi ve/veya radyoterapi ile tedavi edilirler. Ekstramedüller
plazmasitomlar radyosensitif olarak bilinmelerine rağmen birçok
yazar tarafından kombine cerrahi ve radyoterapi önerir. Hasta ile
tüm tedavi seçenekleri paylaşıldığında hasta cerrahiyi kabul etmedi.
Bunun üzerine radyoterapiye yönlendirilen hastanın yirmidokuz aylık
kontrollerinde nüks saptanmadı. Burun tıkanıklığı, epistaksis gibi
şikayetlerle başvurun ileri yaş hastalarda daha dikkatli olunmalı ve
mutlaka nazofarinks ve nazal kavite endoskopik olarak detaylı bir
şekilde değerlendirilmeli.
Eighty year old, male patient presented to our clinic with
symptoms of difficult nose breathing, epistaxis and rarely
hemoptysis. No abnormalities were seen during oral, anterior nasal
and ear examination of the patient. A mass in the nasopharynx was
observed during the fiberoptic nasopharyngoscopic examination. The
patient was diagnosed as extramedullary plasmacytoma based on the
deep biopsy from nasopharynx. Plasmacytomas are tumors of plasma
cells, develop outside the bone marrow as solitary masses and they
may be associated with multiple myeloma. Cases of extramedullary
plasmacytoma (EMP) in the head-neck area develops rarely.
Malignant tumors of the nasopharynx are treated surgically and/or via
radiotherapy. Extramedullary plasmacytomas are known to be radiosensitive,
however, many authors recommend a combined therapy of
surgery and radiotherapy. All the treatment options were explained to
the patient, however, the patient did not accept surgery. Therefore,
the patient was started on radiotherapy and no recurrences were
observed during the twenty-nine-month follow-up period. More
caution should be exercised for elderly patients presenting with nasal
obstruction, epistaxis, and their nasopharynx as well as nasal cavity
should be endoscopically assessed in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Döneminde Üçüncü Ventrikül Kolloid Kiste Bağli Gelişen Akut Hidrosefali
Mustafa Kaçmaz
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Döneminde Üçüncü Ventrikül Kolloid Kiste Bağli Gelişen Akut Hidrosefali
Acute Hydrocephalus Due To ChIldhood ColloId Cyst Of The ThIrd VentrIcle
\r\n Kolloid kistler üçüncü ventrikülün nadir benign tümörleri olup tesadüfen bulunan kistlerden akut ölüme kadar çok geniş bir klinik sunum aralığına sahiptir. Bu kistlerde sık görülmeyen bir olay olan kistin büyümesi, obstrüktif hidrosefaliye ve sonuçta hastanın durumunda ani kötüleşmeye ve ölüme neden olabilen yaşamı tehdit edici bir komplikasyondur. Üçüncü ventrikülde büyük kolloid kisti olup, literatürde in vivo tanı konmuş ani ölüme yol açan çocuk kolloid kist tıkanması vakası oldukça nadir bir durumdur. Acil servise ani şuur kaybıyla başvurup Akut Hidrosefali gelişmesi nedeniyle acil ventrikülostomi yapılmasına rağmen, 24 saat içinde beyin ölümü gerçekleşmiş olan bir 3. Ventrikül kolloid kist obstrüksiyonu vakasını sunuyoruz.
\r\n
\r\n Colloid cysts are rare benign tumors of the third ventricle and have a wide range of clinical representations from incidentomas to acute death. The growth of these cysts is an uncommon event and may cause obstructive hydrocephalus that lead to sudden deterioration in the patient's condition and may cause life-threatening complications. The large colloid cyst of third ventricle caused sudden death of children due to clogging, diagnosed in vivo is a very rare case in literature. We are representing here a case which patient admitted to emergency room for sudden loss of consciousness. Even he had urgent ventriculostomy due to acute hydrocephalus development, brain death has occured because of 3rd ventricle colloid cyst.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Özefagial Polipin Endoskopik Rezeksiyonu, Özefagial Leiomyomun Sıra Dışı Yerleşimi
Adnan Şahin, Özgür Türk
Olgu sunumu
Özeti
Üst Özefagial Polipin Endoskopik Rezeksiyonu, Özefagial Leiomyomun Sıra Dışı Yerleşimi
EndoscopIc ResectIon Of Upper EsophagIal Polyp,
unusual LocatIon Of Esophageal LeIomyoma
Özefagial benin tümörler nadir görülen lezyonlardır. Özefagusun
üst 1/3 bölümünde yerleşimleri oldukça nadirdir. Özefagial poliplerin
endoskopik olarak çıkartılması ile ilgili bilgiler henüz yaygın değildir.
Endoskopik prosedürün teknik zorlukları olmakla beraber işlem
sonrası hemoztazın sağlanmasında zor olabilir. 60 yaşında bayan
bir hastada polipektomi loop’u kullanarak başarılı olarak polibi
tamamen çıkarttığımız vakayı sunuyoruz. Üst özefagus leiomyomları
nadir görülen klinik tablolardır. Özefagial leiomyomaların tanısı
hem radyolojik olarak hem de endoskopik olarak yapılmalıdır.
Salin enjeksiyonu metodu pediküllü poliplerin endoskopik olarak
çıkartılmasında başarılı bir yöntem olabilir.
Esophagail benign tumors are limited seen lesions. Rarely
located at the upper one third part of the esophagus. Endoscopic
removal of osephagial polyps has been declared infrequently. The
procedure hast technically difficulties and after the polypectomy
hemostasis can be hard. We performed a successful endoscopic
polypectomy handlig a polypectomy loop to ablate the polyp in a
60-year-old woman patient. Leiomyoma of upper esophagus is a
rare clinical situation. The diagnosis of esophageal leiomyomas
must be achieved both endoscopic and radiologic examinations.
Saline injection can be a useful method for endoscopic resections of
pediculed polyps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
Sevil Alan, Ethem Göksu, Cumhur İbrahim Başsorgun, Tanju Uçar
Olgu sunumu
Özeti
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
A GlIoblastoma MultIforme Case WIth Scalp InvasIon
Glioblastome multiforme (GBM) en malign glial tümördür.
Hastaların % 90’ ı tanı konulduktan sonraki iki yıl içinde kaybedilir.
Nadiren ekstrakranial metastaz yapar. GBM’ nin deri metastazıyla
ilgili literatürde bildirilen vaka sayısı çok azdır. Biz burada eski
kraniotomi skarı üzerinde keloid benzeri oluşumlarla başvuran, saçlı
deri tutulumu yapmış bir GBM olgusunu sunduk. 35 yaşında erkek
hasta frontal bölgede insizyon skarına uyan bölgede deriden kabarık,
sert, deri renginde, infiltre papüllerle dermatoloji polikliniğine
başvurdu.10 gün içinde papüler lezyonlar nodüler forma ilerledi.
Nodüler lezyondan alınan biyopsi sonucu GBM ile uyumlu rapor
edildi. 2 ay içinde papüller frontal saçlı derinin tamamını örten dev
tümöral bir kitleye dönüştü. Saçlı deri invazyonundan ortalama 3 ay
sonra hasta exitus oldu.
Glioblastoma multiforme (GBM) is the most malign glial tumor.
It rarely causes skin metastasis. It is frequently misdiagnosed as a
primary subcutaneous tumor. The number of cases related to skin
metastasis of GBM reported in the literature is limited. We here
presented a GBM case with scalp invasion and applied with cheloidlike
formations on the old craniotomy scar. The patient applied to
us with cutaneous, firm, infiltrated nodules in skin color in area
concomitant with the incision scar on frontal region. Within 2 months,
the nodules turned into a giant tumoral mass covering whole frontal
region. The result of the biopsy conducted on nodular lesions were
reported as undifferentiated tumor (malign tumor metastasis) scalp.
The patient died 3 months after scalp invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Tromboembolızm
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Tromboembolızm
Pulmonary Thromboembolısm
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
Meryem Aktan, Gül Kanyılmaz, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
PrognostIc Factors And Treatment Results In HIgh Grade GlIal Tumors: SIngle Center ExperIence
Amaç: Yüksek gradlı glial tümör tanısıyla cerrahi sonrası radyoterapi ve kemoterapi uygulanan hastaların genel özelliklerini, sağkalım sürelerini ve buna etki eden prognostik faktörleri incelemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Dosya takip bilgileri olan 166 olgunun verileri geriye dönük olarak incelendi. Çalışmaya grad 3 Anaplastik astrositom ve grad 4 Glioblastome multiforme tanısı histopatolojik olarak doğrulanmış olgular dahil edildi. Hastalara küratif radyoterapive eşzamanlı±adjuvan Temozolamid kemoterapisi uygulandı. Bulgular: Hastaların %73’ü erkek, %27’si kadındı ve ortanca yaş 57 idi. %21 hasta anaplastik astrositom, %79 hasta ise glioblastome multiforme tanılıydı. %40 hastaya total, %49 hasta subtotal olarak opere edilmiş, %11 hastadan ise tanı amaçlı sadece biopsi alınmıştı. Radyoterapi öncesi hastaların ortanca Karnofski performans değeri 90 idi. Hastaların %37 sine 3 boyutlu konformal radyoterapi uygulanırken %63 hasta yoğunluk ayarlı radyoterapi tekniğiyle tedavi edildi. %92 hastaya radyoterapiyle eşzamanlı Temozolamid uygulandı. Hastaların takip süresi ortanca 15 aydı. Genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için ortanca 82 ay, glioblastome multiforme için 15.5 aydı (p <0.001). 1,2 ve 5 yıllık genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için sırasıyla %77, %59 ve %55, glioblastome multiforme için ise sırasıyla %59, %33 ve %4 bulundu. <50 yaş hastalarda ortanca genel sağkalım 39.3 ay iken ≥50 yaşda 12.4 ay bulundu (p<0.001). Operasyon şekline göre genel sağkalım, total çıkarılanlarda 33.2 ay, subtotal çıkarılanlarda 13.8 ay, biopsi alınanlarda 4.9 ay bulundu (p=0.00). Performansı < 70 olanlarda genel sağkalım 8.1 ay iken, ≥70 olanlarda genel sağkalım 22.3 aydı (p=0.00). Üç boyutlu konformal radyoterapi uygulananlarda genel sağkalım 12.9 ay iken yoğunluk ayarlı radyoterapi uygulananlarda 21.5 aydı (p=0.005). Radyoterapi dozu < 60 Gy uygulananlarda genel sağkalım 7.8 ay iken 60 Gy verilenlerde 21.7 aydı (p=0.00). Eşzamanlı Temozolamid kullananlarda ortanca sağkalım 18.4 ay, kullanmayanlarda ise 7.2 ay olarak bulundu (p=0.03). Sonuç: Sonuç olarak hastanın tanısı, yaşı, operasyon şekli, performansı, radyoterapi dozu, kemoterapi kullanımı sağkalım üzerine olumlu etkisi gösterilmiş olup sonuçlarımız literatür ile uyumludur.
Aim: The aim of the present study was to evaluate the general characteristics, survival time and prognostic factors affecting the high grade glial tumor after radiotherapy and chemotherapy. Patients and Methods: Data of 166 patients were retrospectively analyzed. Included histopathologically confirmed cases were grade 3 anaplastic astrocytoma and grade 4 glioblastoma multiforme. Patients were treated with curative radiotherapy and simultaneous ± adjuvant Temozolamide. Results: 73% of the patients were male, 27% were female and the median age was 57 years. 21% were anaplastic astrocytomas, 79% were glioblastom multiforme. 40% of the patients were total, 49% of the patients were subtotally operated and 11% of the patients had only biopsy for diagnostic purposes. The median Karnofski performance score of the patients before radiotherapy was 90. 3-dimensional conformal radiotherapy was applied to 37% of the patients, 63% of the patients were treated with intensity-adjusted radiotherapy technique. Simultaneous Temozolamide was administered with 92% of patients’ radiotherapy. The median follow-up time was 15 months. Overall survival rates were 82 months for anaplastic astrocytoma and 15.5 months for glioblastome multiforme (p <0.001). Overall survival rates at 1, 2, and 5 years were 77%, 59%, and 55% for anaplastic astrocytoma and 59%, 33%, and 4% for glioblastome multiforme, respectively. Median overall survival in patients aged <50 years was 39.3 months, while age ≥50 years was 12.4 months (p <0.001). Overall survival according to operation pattern was 33.2 months in total exposures, 13.8 months in subtotal resections, and 4.9 months in biopsies (p = 0.00). Overall survival was 8.1 months with a performance of <70, while overall survival was 22.3 22.3 months with ≥70 (p = 0.00). Overall survival was 12.9 months in patients who underwent three-dimensional conformal radiotherapy and 21.5 months in patients undergoing intensity-adjusted radiotherapy (p = 0.005). Overall survival was 7.8 months when applied to radiotherapy dose <60 Gy and 21.7 months when given 60 Gy (p = 0.00). Median survival was 18.4 months and 7.2 months, respectively, using concurrent Temozolamide (p = 0.03). Conclusion: In conclusion, the patient’s diagnosis, age, operative form, performance, radiotherapy dose, chemotherapy usage and survival were positive and our results are compatible with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Hepatoblastom Vakası
Osman Yılmaz, Ümran Çalışkan, Adil Kartal, Dursun Odabaş, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Hepatoblastom Vakası
A Case Of Hepatoblastoma
Hepatoblastom büyük oranda yeni doğanlarda, nadiren de 2 yaşın üzerinde görülür. Akciğer, beyin ve lenf ganglionlarına metastaz yapar. Histolojik olarak hepatoblastomun iki tipi vardır: Epitelial tip ve mikst tip. Bu tümörün hepatokarsinomdan histopatolojik olarak ayırımı zordur,. Bu bildiride bir hepatohlastom vakası takdim edilerek, klinikopatolojik özellikleri tartışıldı.
Hepatoblastorna appears largely in infants and are seldorn after 2 years of age. it rnetastasizes to lungs, brain and lymph nodes. Histologically, there are two types of hepatoblastorna: Epithelial type and rnixed type. Differentiation of this turnor from hepatocarcinornais difficult. In this report we presented a case of hepatoblastorna and di.vcussed its elinicopathologic features according to literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Carcınoıd Tumors
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Tumor Carsınoıd
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Tümörleri
Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Atilla Semerciöz, Ahmet Öztürk, Halim Bozoklu, Veli Sututan, Celal Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Tümörleri
Bladder Tumors
1974-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına mesane tümörü nedeniyle baş vuran 99 hasta ile, 1983-1989 yılan arasında Selçuk Üniversitesi, Tip Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına mesane tümörü nedeniyle baş vuran 91 hasta da tümörün cinse, yaş gruplarına, mesleklere, lokalizasyonuna ve histopatolojisine gre dağılımı araştırılarak, uygulanan tedavi yöntemleri değerlendirildi. Bu hastaların tedavisinde önceki yılarda parsiyel sistektomi ön planda iken son yıllarda T. U. R. 'un tedavide ilk sırada yer aldığı tespit edildi.
The study on bladder turnors was carried Gut al the Dep!. of Urology of the two University's school of medicine. The patients 99 of thern were adtnitted to the Dept. of Urology, school of Medicirte, Dicle Universt, Diyarbakır from 1974 to 1982 and 91 patients were admitted to the Urology Dept. School ofg Medicine, Selçuk Universty Konya from 1983 to 1989. The bladder turnors were classified according ta age groups, occupotion, jobs, localsotion and histopathology of the lumors and therempoethic methods administered were evaluated according to the classification. Our work shows that iniiial treatment partiel systeotorny was replaced later an by threapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadır Yerleşimli Bir Glomus Tümörü
Salim Güngör, Özden Vural, Hilal Kart
Araştırma makalesi
Özeti
Nadır Yerleşimli Bir Glomus Tümörü
A Rare LocatIon Of A Glomus Tumor
Glomus tümörü veya glomangioma, normal glomustan kaynaklanan selim bir tümördur. Dudakların glomus tümörleri nadirdir. Literatürde yalnızca üç yaka bildirilmiştir. Biz bunlara ek olarak 51 yaşmda bir erkekte„soliter, agrth. subınukozal bir kitle olan glomus tüınörünürı ışık mikroskobundaki görünümünü sunuyoruz.
The glomus tumor, sir glomangioma. is a benign neoplasm arising from the normal glomus. Glomus ıumors of the lips are rare. there is only ilıree cases in the literature. We report ıhe light microscopic fe-caures of an additional case ortlte which occured as a solitaıy, painfid, submucosal mas.s in a 51- year- old man.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
İbrahim Kartal, Ayhan Dağdemir, Oğuz Salih Dinçer, Murat Elli, Canan Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
Autologous HematopoIetIc Stem Cell TransplantatIon In PedIatrIc MalIgnant DIseases: 12 Years Of ExperIence
Amaç: Bu çalışmada yüksek riskli pediatrik solid tümör hastalarında uyguladığımız otolog hematopoietik
kök hücre tedavisinin (OHKHT) etkinlik ve güvenilirliğini 12 yı llık tecrübemizle paylaşmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2009-Temmuz 2021 tarihleri arasında Çocuk Kemik İliği Nakil Ünitesi'nde 18
yaş altı OHKHT yapılan pediatrik maligniteli hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ortanca yaşı 7,8 (0,5-18) yıl olan 51 hasta (24 kız, 27 erkek) çalışmaya dahil edildi: sırasıyla
nöroblastom, ewing sarkomu, hodgkin lenfoması, hodgkin dışı lenfoma, germ hücreli tümör ve yumuşak
doku sarkomu olan 20, 15, 8, 4, 2 ve 2 hasta vardı. Hastaların nötrofil ve trombosit engraftman ortanca
süreleri sırasıyla 11 (8-45) gün ve 16 (4-62) gün ve ortanca hastanede kalış süresi 38 (17-67) gün idi.
Tüm hastalarda ortanca takip süresi 2.83 (0.12-10.81) yıl ve genel sağkalım %51.3±10.3; Ewing sarkomu
ve nöroblastom olgularının ortanca takip süreleri ve sağkalım oranları sırasıyla 2,63 (0,12-10,55) yıl ve
% 64,2 ±14,9 ve 2,81 (0,31-7,91) yıl ve %42,8±12 idi. Nöroblastom hastalarında; karboplatin, etoposid,
melfalan (CEM) hazırlık rejimi olarak alan 4 hastanın tümü ölürken, hazırlık rejimi olarak busulfan ve
melfalan (Bu/Mel) rejimi alan 16 hastanın 6'sı öldü: Bu/Mel grubunun ortanca takip süresi 3.08 (0.32-7.91)
yıl ve genel sağkalım %55,1±13,8 idi (p:0,001).
Sonuç: Hasta sayımızın sınırlı olmasına rağmen, kliniğimizde Ewing sarkomu ve nöroblastom
olgularımızda elde edilen verilerde ve literatürde OHKHT'nin yapılmayan hastalara göre daha iyi sağkalım
sağladığı görülmektedir.
Aim: In this study, we discuss the efficacy and safety of autologous hematopoietic stem cell transplantation
(AHSCT) for high-risk pediatric solid-tumor patients based on 1 2 years of experience.
Patients and Methods: The data of patients aged < 18 years with pediatric malignancies who underwent
AHSCT between January 2009 and July 2021 at the Pediatric Bone Marrow Transplant Unit were evaluated
retrospectively.
Results: Fifty-one patients (24 girls and 27 boys; median age, 7.8 years; range: 0.5–18 years) were
enrolled in the study; 20, 15, 8, 4, 2, and 2 patients had diagnoses of neuroblastoma, Ewing’s sarcoma,
Hodgkin’s lymphoma, non-Hodgkin’s lymphoma, germ cell tumor, and soft tissue sarcoma, respectively.
The median neutrophil and platelet engraftment times were 11 (8–45) and 16 (4–62) days, respectively,
and the median hospital stay was 38 (17–67) days. The median follow-up time was 2.83 (0.12–10.81)
years and the overall survival (OS) rate was 51.3 ± 10.3% for all patients; the median follow-up times
and survival rates for the Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases were 2.63 (0.12–10.55) years and
64.2 ± 14.9%, and 2.81 (0.31–7.91) years and 42.8 ± 12%, respectively. All four patients who received
the conditioning regimen of carboplatin, etoposide, and melphalan (CEM) died; 6 of 16 neuroblastoma
patients who received the busulfan and melphalan (Bu/Mel) regimen as a conditioning regimen died: the
median follow-up period of the Bu/Mel neuroblastoma patients was 3.08 (0.32–7.91) years and the OS
rate was 55.1 ± 13.8%.
Conclusion: Although the number of patients in this study was limited, AHSCT resulted in better survival
for Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases than reported for those who did not undergo AHSCT in
our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
Çağatay Han Ülkü, Ziya Cenik, Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
Salim Güngör, Hüseyin Üstün, Mustafa Tunç, Filiz Avşar, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
OverIn SertolI-LeydIg Cell Tumors
Buçalışmada 6 Sertoli-Leydig hücreli over tümörü vakası histopatolojik ve klinik özellikleri ile sunuldu. Bu vakalar iyi-orta-kötü diferansiasyon gösteren vakalar olarak 3 grade'e ayrıldı. Bir vakada retiform diferansiasyon saptandı. Hiç bir vakada heterolog elemanlar bulunamadı.
In this article, we presented six ovarian Sertoli-Leydig cell turııors with histopatologic and clinical features. This cases classified in 3 grades as: well, intermediate and poorly dillerantiation. There was retiforrn dıfferentiation in only one case. We couldn't encounter heterolog elements in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neuroblastoma'da İmmünoterapi
Aytekin Kaymakçı, Burhan Köseoğlu, Alaaddin Dilsiz
Araştırma makalesi
Özeti
Neuroblastoma'da İmmünoterapi
Immunotherapy In Neuroblastoma
Neuroblastoma çocukluk çağında en sık görülen (1/7000 - 1/10000) nöral tüp orijinli embriyonal tümördür (1) . Sempatik sinir sisteminin herhangi bir yerinden kaynaklanabilir. Baş, boyun mediasten, paraortik sempatik ganglionlar, adrenal medulla ve pelvise yerleşebilir. Nöral tüp ile ilişkili diner hastalıklar da rastlanır (2).
Neuroblastoma is the most common (1/7000 - 1/10000) embryonal tumor of neural tube origin (1). It can originate from any part of the sympathetic nervous system. It can be located in the head, neck mediastinum, paraortic sympathetic ganglia, adrenal medulla and pelvis. Diner diseases associated with the neural tube are also encountered (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörokutanöz Hastalığı Olan Çocuklarda Oküler Bulgular
Nilüfer İlhan, Esra Ayhan Tuzcu, Özgür İlhan, Mutlu Cihan Dağlıoğlu, Mesut Coşkun, Nesrin Atçı, Işıl Davarcı, Cahide Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nörokutanöz Hastalığı Olan Çocuklarda Oküler Bulgular
Ocular FIndIngs Of ChIldren WIth Neurocutaneous DIsorders
Nörofibromatozis tip 1 (NF 1) ve tuberoskleroz (TS) tanısı ile takip
edilen çocuklarda oküler bulguların sunulması amaçlandı. Çalışma
pediyatrik nöroloji kliniğinden konsültasyonla göz kliniğine gönderilen
31 çocuk hasta üzerinde prospektif olarak yürütüldü. NF1 tanılı 22
olgunun 16’sı (%72.7) erkek, altısı (%27.3) kız olup yaş ortalamaları
9.9±4.2 (3-16 yıl) idi. TS tanılı 9 olgunun 2’si (%22.2) erkek, 7’si
(%77.8) kız iken yaş ortalamaları 5.5±3.6 (1.5-12 yıl) idi. Snellen
eşeline koopere olabilen NF 1’li 20 hastanın sağ göz ortalama görme
keskinliği 0.93±0.14 (0.4-1.0), sol gözde ise 0.94±0.14 (0.4-1.0) iken,
TS’li 7 hastanın sağ göz ortalama görme keskinliği 0.84±0.22 (0.4-
1.0), sol gözde ise 0.85±0.19 (0.5-1.0) idi. NF 1’li çocuklarda %40.9
miyopi, %4.5 hipermetropi, %18.1 astigmatizma; TS’li çocuklarda ise
%11.1 miyopi, %22.2 hipermetropi, %11.1 astigmatizma saptandı. NF
1’li bir olguda keratokonus nedeniyle vizyon bilateral 0.4 iken TS’li
bir olguda hipermetropik astigmatizma nedeniyle vizyon sağ gözde
0.4, sol gözde 0.5 idi. NF 1’li tanılı olguların 14’ünde (%63.6) iriste
Lisch nodülü tespit edildi. Bilateral optik gliom saptanan 5 (%22.7)
hastanın yaşları ortalama 7.6±4.4 yıl arasında değişmekteydi.
Tümörlerin hepsi intraorbital yerleşimli olup olgular asemptomatikti.
Optik gliom dışında olgulardan birinde (%4.5) bilateral miyelinli sinir
lifleri, birinde (%4.5) geçirilmiş beyin ameliyatı nedeniyle gelişen
bilateral optik atrofi saptandı. TS’li dokuz çocuktan birinde (%11.1)
iriste sektöryel hipopigmentasyon mevcuttu. Oküler bulguların sık
görüldüğü bu hastalıklarda detaylı oftalmolojik muayene önem arz
etmektedir. Refraksiyon kusuru ve optik gliom açısından hastalar
mutlaka göz hekimleri tarafından değerlendirilmelidir.
Ocular findings in children with neurofibromatosis type 1 (NF 1)
and tuberous sclerosis (TS) are presented. The study was conducted
prospectively and comprised 31children who were referred from
pediatric neurology clinic to the ophthalmology clinic. Sixteen of 22
patients with NF1 (72.7%) were male and 6 (27.3%) were female and
the mean age was 9.9 ± 4.2 (3-16 years). Two of 9 patients with TS
(22.2%) were male and 7 (77.8%) were female, the mean age was 5.5
± 3.6 (1.5-12 years). Twenty of children with NF1 had cooperation to
the snellen chart, the mean visual acuity of the right and left eye were
0.93 ± 0.14 (0.4-1.0) and 0.94 ± 0.14 (0.4-1.0), whereas the mean
visual acuity of 7 patients with TS was 0.84 ± 0.22 (0.4-1.0) at the
right and 0.85 ± 0.19 (0.5-1.0) at the left eyes. Percentages of myopia,
hyperopia and astigmatism in children with NF 1 were 40.9%, 4.5% and
18.1%, respectively. Percentages of myopia, hyperopia, astigmatism
in children with TS were 11.1%, 22.2% and 11.1%, respectively. In a
NF 1 patient with keratoconus, his visual acuity was 0.4. Also another
patient with TS had diminished visual acuity of 0.4 at the right eye
and 0.5 at the left eye because of hyperopic astigmatism. Iris Lisch
nodules were detected in 14 (63.6%) of children with NF 1. Five
cases (22.7%) had bilateral optic glioma, the mean age was 7.6 (3-15
years). All tumors were located at intraorbital and the patients were
asymptomatic. Except optic glioma, it was found out that one patient
(4.5%) had bilateral myelinated nerve fibers and the other one (4.5%)
had bilateral optic atrophy due to previous neurosurgery. Sectorial
iris hypopigmentation was determined in one (11.1%) of nine children
with TS. Detailed ophthalmic examination has a great importance
in patients with TS and NF 1 because of ocular findings which are
commonly seen. Patients should be evaluated by ophthalmologists in
terms of refractive error and optic glioma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perıferık Akciger Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Ultrasonografik Bulguların Dırek Akcığer Radyogramları İle Karşılaştırılması
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Kemal Balcı, Mustafa Erken, Ahmet Candan Durak, Alaattin Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Perıferık Akciger Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Ultrasonografik Bulguların Dırek Akcığer Radyogramları İle Karşılaştırılması
ComparIson Of UltrasonographIc FIndIngs WIth Together Chest Roentgenograms In The DIfferentIal DIagnosIs Of The PerIpherIc Lungs DIseases
Periferik komşuluğu olan akciğer lezyonlarım ultrasonografi (US) ile incelemek mümkündür. US bu lezyonlarını kistik ve solid oluşlarını ayırmada ve plevral sıvı ile beraber olan solid yapıyı görüntüIemede başarılıdır. Çalışma kapsamına alınan 57 hastanın 49(%86) unda kesin klinik sonuç alındı. 49 hastadan 25 (%51) inde akciğer tümörü, 6(%12) sında pnömoni, 6 (%12) sında kist hidatik, 3(%6) önde enkapsule sıvı, 2(%4) Binde abse, 1 (%2) inde sol ventrikül anevrizması ve 1 (%2) inde perikardial kist hidatik saptandı. Konsolidasyonlar, hipoekojen ve içinde dallanan hiperekojen tübüler yapılar içeren solid kitleler şeklinde görüntülendi. Tümoral yapılar ise daha ekojen ve homojen solid olarak göründilendi. Atelektaziler tümörlerden daha hipoekojen, içinde yer yer vasküler ekolar olan oluşumlar şeklinde görüntülendi.
Lesions in the peripheral lung area chest roentgenograms may be examined by ultrasonography. Solid and cystic lesions may be differentiated with ultrasonography (Us). ln 49 of 57 patients the US diagnosi.s of cases was correct. In 25(%51) of 49 patients lung !umar was diagnosed. In 6(%12) cases pneumonia, in 6(%12) cases hydatid cyst, in '" 5(%6) cases empyerna. in 3 (%6) cases encapsuie fluid collection, in 2(%4) cases absces5', in 1(%2) cases left ventrikül anevriysm and in 1(%2) case pericardial hydatid cyst were diagnosed. Consolidations were imagined in solid structures that include hypoechoic and branching sutructures. Tumors were imagined ta be more echogenic and homogeneus solid maseses. Atelectasis waüs imagined in structures consist of hypoechois bronchial and vascular echoes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Monoklonal Antikorların Oretimi Ve Kullanımı
A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Monoklonal Antikorların Oretimi Ve Kullanımı
The ProductIon And LIse Of Mortoclonal AntIbody
Normal anükor yapan B lenfoblastlar ve uygun myeloma hücrelerinin füzyonu ile; tek tip antikor yapma niteliğinde, sürekli üreyen hücrelerin çoğalması tekniği Köhler ve Milstein tarafından 1975'de başarılmıştır. Doku kültürü ortamında üreyebilen bu hücrelere "hibridoma" denmiştir. Monoklonal antikorlar ve hibridoma teknolojisi halen spesifik yüzey markerleri ile hücre tiplerinin ayrılmasında, lenfoid ve myeloid malignitelerin tespitinde, doku tiplendirimlerinde kullanılmakta olup, yakın bir gelecekte de tümor spesifik antikorlara sitotoksik ilaçlar bağlanarak tümör tedavisinde (Sihirli Kurşun) yaygın olarak kullanılabilecektir.
The technic for the producrion of immortal clones of cells making single antibody specificities by fating normal antibody-forming B lymphoblasts with an appropriate myeloma cells are achived by Kale,. and Milstein in 1975. These cells so celled "hibridornas" are selcted out iım a tissue cıdıure medimın. Monoclonal antibody and hibridoına technology are used in the speration of individual cell types with specific surfaces markers, diagnosis of lyrnphoid and myeloid ?nalignancies, tissue typing. And also yfr,ill be used in tufnour therapy (magic bullet) with cytotocric agents coupled to antiturnour-specific antibodies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Duvarin' Ve Prostat! Tutmuş Patolojilerde Anal Sistografi
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Duvarin' Ve Prostat! Tutmuş Patolojilerde Anal Sistografi
Anal Cystography Of The Patology WhIch Invaded Bladder And Prostate
Klinigimizde mesane tümörü ön tanısıyla tetkike alınan beşi erkek, biri bayan, anorektumu normal allı hastanın anal submukazasına 7 ml. kontrast madde injekte edilerek 15-30-45-60-120. dakikalarda radyografileri alındı. İnjeksiyonu takip eden 30 daki-ka içinde prostatik pleksüs ve tüm mesane duvarımn opasifiye olduğu belirlendi. Iki saat sonra dahi film-lerin hiç birisinde pyelokalisiyel sistem ve üreter-lerde kontrast madde beirlenmedi. Anal sistografinin mesane duvarını ve prostat, tutmuş patolojilerin değerlendirilmesinde yardımcı bir tanı yöntemi olabileceği kanısına varıldı.
In our clinic 6 patients (One of diem was a lady) were te!:eıı under control with the aspeci that they had bladder tumors. Their anorectums were normal anJ their radiographies were taken at the 15 th, 30 th, 45 th, 60 th and 120 th minutes after injecting 7 mi contrast substance to their ana! submucosa. After injection, it was observed that prostatic ple.xas and whole bladder wall became opasify within 30 min-utes. Even 2 hours lazer, no contrast was observed in the pyelocaliceal system and ureters. It was understood that anal cystography was a helpful diagnose method in the evaluation of pathol-ogies which invaded the bladder wall and prostate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
Emine Türen, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively. The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion: Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanlarda Tc-99m İle İşaretlenmiş Siklofosfamid'ın Intravenöz Anal Submukozal Enjeksiyonunun Karşılaştırılması
Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Halim Bozoklu, A. Nuri Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanlarda Tc-99m İle İşaretlenmiş Siklofosfamid'ın Intravenöz Anal Submukozal Enjeksiyonunun Karşılaştırılması
A ComparIson Of Intravenous And Anal Submucosal InfectIon Of Tc-99m Labelled CyclophosphamIde In RabbIts
Mesane tümörlerinin tedavisinde kullanılan bazı kemoterapötik ajanların anal submukozal enjeksiyo-nu (AS!) ile vezikoprostatik pleksüste ve mesane dokusunda daha yüksek konsantrasyonda bulunabi-leceği belirtilmektedir. Bu yeni tekniğin değerlendirilmesi amacıyla Tc-99m ile etiketlenmiş siklofosfamid 10 tavşana ili, 10 tavşana da AS! yolu ile uygulandı. Tavşanlar enjeksiyondan 6 saat sonra kesilerek karaciğerleri, böbrekleri ve mesanelerinde welle counter ile sayımlar yapıldı. Sonuçlar Student's T testi ile değerlendirildi. Sonuçların değerlendirilmesinde AS1 li siklofosfamid uygula-masının anlamlı olarak yüksek mesane konsantras-yonu, düşük karaciğer ve böbrek konsantrasyonlart sağladığı görüldü.
Tc-99m labelled cyclophosphlamide was adminis-tred to 10 rabbits intravenous, 10 rabbits by anal submucosal injection. The rabbits were sacrified after 5 hours following injection and radioisotopic counts ıvere made from liver, kidney and bladder tissue by gamma camera scanning. The result were evaluated with student's t test. The drog accurnulation in vesi-coprostatic plexus and bladder tissue following anal submucosal injection was found high were as liver, kidney concentration were low, on the contrary intravenous injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multifokal Kolorektal Kanserler
Adil Kartal, Adnan Kaynak, Osman Yılmaz, Şakir Tavlı, Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Yüksel Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Multifokal Kolorektal Kanserler
MultIfokal Colorectal Cancers
1983-1989 yılları arasında karşılaştığımız 3 multifokal kolorektal kanser vakası sunuhdu. Üç vakadan yalnız ameliyattan önce doğru tanı almış, diğer iki vakanın multifokal olduğu laparatomide ortaya konmuştu. Rektumda yer alan multifokal vakada tümörler arasında çok sayıda polip vardı. Bu polipler distal tiirnörün yaptığı darlıktan dolayı preoperatif olarak tanımlanamadı. Kolorektal kanserler çok odaklı olabileceği ve ileride kanserleşmesi muhtemel poliplerle bir arada bulunabileceğinden tedavilerinde geniş rezeksiyonlar savunulmaktadır.
We presented three cases of rnultifocal colorectal cancer that we encountered between 1983-1989, only one of the three cases was correctly diagrıosed prooperatively. We observed that the other two cases had multicentricity during operalion. The case of rnultifocal carcinoma of rectum had a number of polyps between turnors. These polyps were unidentified preoperatively owing to listal narrowing of the 'umar. Recently, in the treatment of colorectal cancers extensive resection has been suggested because 'hey may be rrıulticentric or will be found with some polyps carrying rnalignancy risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma: A Rare Entity With Recognized Diagnostic Pitfalls
Sameera Rashid, Mohamed Meerasahib Kesudeen, Mohammed Abulaban, Adham Ammar
Olgu sunumu
Özeti
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma: A Rare Entity With Recognized Diagnostic Pitfalls
AngIomatoId FIbrous HIstIocytoma: A Rare EntIty WIth RecognIzed DIagnostIc PItfalls
Anjiomatoid Fibröz Histiyositoma (AFH), nadir görülen yumuşak doku tümörüdür. Genellikle çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür ve düşük nüks ve metastaz oranlarına sahiptir. AFH, nüksleri rapor eden bazı çalışmalarla revize edilmeye devam etse de şimdiye kadar teşhis kriterleribelirsizlğini korumaya devam etmektedir. Nadir bir tümör olması sebebiyle de tanı genellikle gecikmektedir. Biz bu makalede atipik histoloji, immünprofil ve genetik test sonuçlarına sahip 10 yaşında bir erkek olguyu sunduk. Atipik görünümleri nedeniyle teşhis sürecinde Almanya Heidelberg Hastanesi ve Philadelphia Çocuk Hastanesinden fikir danışılan olgunun nihai tanısı Brigham Kadın Hastanesi tarafından doğrulandı. Bu makalede ayrıca tanıyı tartıştık.
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma (AFH) is a rare soft tissue tumour of indeterminate differentiation usually occurring in children and young adults with low rate of metastasis and recurrence. AFH continues to be revised with various studies reporting recurrences but up till now, the diagnostic criterion remains unclear with pathologists relying mainly on Enzinger’s description and immunohistochemistry. Adding to the fact that it is a rare tumour, diagnosis usually is delayed. We present a case of a 10 year old male with AFH with atypical histology, immunoprofile and genetic testing. Opinions were sought from Heidelberg hospital Germany and Children Hospital of Philadelphia which had contrasting views regarding the diagnosis, which was finally confirmed by Brigham and Women’s hospital, Boston. We review literature and discuss the possible differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalpte Kitle Yapan Nedenler Ve Tedavısı
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Kadir Durgut, Tunç Solak, Mehmet Gök, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Kalpte Kitle Yapan Nedenler Ve Tedavısı
Masses Of The Heart And Treatment
Selcuk Universitesi Tip Fakillesi GogUs Ka1p Damar CerrahiSi kliniginde 1987-1995 ytllart ara-stnda yaptlan 692 kalp ameliyatinda, 11 vakada kalpde yer i c al eden kitle (% 1.59) tesbit Bu vakalarm 6'stnt kist hidatik (%0.87) 5'ini 0.72) neoplaztnalar oluiturmu,stur. Kist hi-datiklerinin 0.721si de sol ventriktil serbest On du-vanna yerlepnivir.
In 692 cardiac surgeries performed between 1987-1995 years in Selcuk University Faculty of Medicine GogUs Ka1p Vascular Surgery Clinic, 11 cases (1.59%) were detected in the heart mass in 6 of these cases (0.87%) and 5 of them were 0.72). formed neoplasms, stur. 0.721 of the cyst hy-dynamics are also placed on the left ventricle free on the du-vanna.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
Ferhat Berkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
BIlateral TestIcular Germ Cell Tumors
Ankara Onkoloji Hastanesinde 1985-1994 yillart arasmda tedavi edilen testikiiler germ hiicre turnorlii 789 olgunun dokuzunda bilateral tutulurn sap-tanm►vir. DOrt hastada senkron (2 seminom, 2 non-seminorn) bilateral tumor, belinde ise 8 ay ile 8 yil 11 ay arasinda de,14en siirelerde metakron tumor (4 seminom, 1 seminom ye nonseminorn) telhis edil-mi§tir. Dokuz olgunun oykiilerinden inmem4 testis nedeniyle operasyon gecirdikleri agrenilmivir. Bilateral testis tiimiirlerinin insidansi, histolojik bulgulari. tedavi ve prognozlart literatiir eViginde tartiplmivir. Bu calurna ile kontrlateral testis gelicme riskinin olmasma karpn kesin Inevaidiyeti, ikinci tumor gelicimine karp hastalarm kontrollerinin uzun yillar siirdt7rulmesr geregi, ay-rwa erken-lantda ultrasonografinin onemi actga ct-kartlmtvir.
The phenomenon of bilateral involvement of the testicles was observed nine times in a series of 789 patients with testicular germ cell tumors which were treated in Ankara Oncology Hospital from 1984 to 1994, Four patients evidenced a synchronous bi-lateral tumor (two seminomas, two non-seminomas) and in five others (4 bilateral seminomas, 1 se-minoma and nonseminoma), a second tumor oc-cured after an interval ranging between eight months and eight years eleven months. Three of nine patients had a history of undescended testes. The incidence, histologic findings, therapy and prognosis of bilateral testis tumors are discussed on the basis of a review of the literature. This study emphasizes the small but definite risk for a development of the second testicular tumor and suggests not only the significance of long-term fol-low-up period but also the importance of ult-rasorzography in the early diagnosis of a cont-rlateral tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Annulate Lamella: Yapısı Ve Fonksiyonları
Burcu Gültekin, Aydan Canbilen
Derleme
Özeti
Annulate Lamella: Yapısı Ve Fonksiyonları
Annulate Lamellae: Structure And FunctIons RevIew
Annulate lamella (AL), sitoplazmada bulunur ve hem kromatin hem de laminadan yoksun çok sayıda yoğun biçimde paketlenmiş por kompleksleri ile delinmiş yassılaşmış membran sisterna yığınlarından oluşmuştur. AL, hızlı gelişen yada farklılaşan hücrelerde (örneğin; erkek ve kadın gametler, tümör hücreleri ve viral infekte hücreler) görülmektedir. Nuklear ve AL porları çeşitli elektron mikroskopi teknikleri ile çalışıldığında onları basit yapılarından morfolojik olarak ayırt etmenin zor olduğu ortaya çıktı. AL, üreme hücrelerinde daha kolay gözlemlenebildiğinden onun fonksiyonu hakkında bilgiler, üreme hücrelerinin olgunlaşmaları sırasında yapılan morfolojik çalışmalardan elde edilmektedir. Çoğu hücre AL oluşturabilmek için kalıtsal bir yeteneğe sahiptir. Hatta, AL tamamen farklılaşmış bir hücrede halihazırda bulunan bir organel değilken, hücrede AL ağının oluşumunu başlatmak mümkündür. Bu derleme ile, bu hücre içi membran sistemini tanıtmak, bazı bilgileri yenilemek ve oldukça ilgi çeken organelin oluşumu, görevleri ve akıbeti ile ilgili birçok temel sorunları ortaya koymak istiyoruz.
Annulate lamellae (AL) are found in the cytoplasm and consist of stacks of flattened membrane cisternae perforated by numerous and densely packed pore complexes lacking both chromatin and a lamina. AL are frequently observed in rapidly growing or differentiating cells, such as male and female gametes, tumor ceils, and virally infected cells. Nuclear and annulate lamellae pores appear morphologically indistinguishable in their basic structure when viewed by a number of different electron microscopy techniques. Since AL are relatively easier to observe in germ cells, most of our knowledge concerning this organelle and speculations as to the proposed function of these cytomembranes has arisen from morphological studies of annulate lamellae during the course of germ cell maturations. Most cells have an inherent propensity towards AL formation . Even though annulate lamellae are not a ubiquitous feature of terminally differentiated cells, it is possible to induce the formation of the AL network in cells. The purpose of this review is to acquaint or reacquaint the reader with this inracellular membrane network and to adres a number of basic questions concerning the orgin, function, and fate this rather intriguing cellular organelle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ilerlemı Mesane Tumorlerının Radyoterapı Ve Radyokemoterapi Ile Mesane Koruyucu Tedavısı
Z. Akçetin, J. Dunst, R. Kühn, K.m. Schrott
Araştırma makalesi
Özeti
Ilerlemı Mesane Tumorlerının Radyoterapı Ve Radyokemoterapi Ile Mesane Koruyucu Tedavısı
Bladder SparIng Treatment Of Advanced Bladder Cancer By RadIotherapy And RadInchemotherapy
Radyoterapi veya radyokemoterapi 152 lokal mesane kanserli hastada TUR- T son-rastnda uygulandt. Tedaviye tarn yam! orant % 71.5 5 yilltk sagkahm oram % 65 idi. TUR'un ha-,varisi 5 yilhk sagkahm aristndan ert &tenth factor olarak hithilithr. Organ koruyttcu radyoterapi radyokemoterapi mesane kanserinde radikal sistektornive en azindan degerde bir metod olup, ilk tercih edilecek metod olmandir.
Radiotherapy or radiochemotherpy as applied to 152 patients with locally advanced bladder cancer following transurethral tumor resection. Complete response rate was 71%, the 5- year survival 65%. The success of the initial transurethral resection was found to be the most important factor the 5-year sur-vival. Organ sparing radiotherapy/ radiochemotherapy is in the treatment of bladder cancer at least an equ-ally efficient method like radical cystectomy and should be the method of choice.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Baş Boyun Hemanjiomlarında Mrg Bulguları Ve Tedaviye Dramatik Cevap
Alaaddin Nayman, Ersen Ertekin, Mehmet Emin Sakarya, Ganime Dilek Emlik, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Baş Boyun Hemanjiomlarında Mrg Bulguları Ve Tedaviye Dramatik Cevap
MrI FIndIngs In Head And Neck HemangIomas And DramatIc Response To Treatment
Hemanjiomlar çocukluk çağının en sık tümorleridir aynı zamanda en sık konjenital lezyonlarıdır(1). Vasküler malformasyonlar tüm benign tümörlerin yaklaşık %7’lik bir oranını oluştururlar(2). Baş boyun bölgesi vücudun yaklaşık %14’ünü oluşturmakla birlikte hemanjiomların %65’i bu lokalizasyondan kaynaklanmaktadır(1). MRG hemanjiomların tanısında ve çocukluk çağında medikal tedavi ile gerileyen hemanjiomların tedaviye yanıtının değerlendirilmesinde oldukça faydalı bir görüntüleme yöntemidir.
Hemangiomas are the most common congenital lesions and they are the most common tumors of childhood(1). Vascular malformations are common lesions accounting for approximately 7% of all benign tumours(2). Although the head and neck region comprises only 14% of the body surface, 65% of hemangiomas arise from this region(1). MRI in the diagnosis of hemangiomas and hemangiomas regressed with medical therapy in childhood is a very useful imaging method for assessing response to treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
Yavuz Atar, İlhan Topaloğlu, Abdullah Onur Göksel
Araştırma makalesi
Özeti
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
SalIvary Gland Tumors: HIstopathology AnalysIs Of 110 Cases
Tükrük bezi tümörü nedeniyle kliniğimizde ameliyat ettiğimiz olguların histopatolojik dağılımının ve özelliklerinin araştırılarak literatürdeki çalışmalarla karşılaştırması. Çalışmada 01.01.2000- 01.01.2007 tarihleri arasındaki yedi yıllık dönemde kliniğimizde ameliyat edilen 110 olgunun histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. Olguların %51’i erkek, %49’u kadın, yaş ortalaması 44 idi. Tümörlerin, %82’i parotis bezinden, %13’ü submandibuler bezden, %5’i minör tükrük bezlerden gelişmekteydi. Parotis bezi tümörlerinin %80’u benign, %20’i malign, submandibüler bez tümörlerinin %80’i benign, %20’si malign, minör tükrük bezi tümörlerinin %50’si benign, %50’si malign yapıda olduğu saptandı. Literatürde histopatolojik tanımlamada ayrılıklar ve TBT oranları arasında anlamlı farklılıklar bulunmaktadır. Çalışmada, olguların histopatoloji raporları analiz edilerek literatür gözden geçirildi.
To investigate the characteristic findings and histopathologic evaluation of the patients underwent to operation due to salivary gland tumor in our clinic. In this study on seven years period and between 01.01.2000-01.01.2007 dates, 110 cases were evaluated histopathologically addmitted to our clinic retrospectively. Men %51 of the cases, %49 were women. The average age of the cases were 44 years old. Tumors were orginated from parotis glands %84, submandibuler glands %15, %1 minor glands. Tumors of parotis gland were %80 benign, %20 malignant, tumors of submandibular glands were %80 benign, %20 malignant, tumors of minor salivary glands were %50 benign, %50 were found to be malignant in nature. In this study, cases with salivary gland tumors analyzed by histopathologically and discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Plevranın Lokalize Solid Fibröz Tümörü
Olgun Kadir Arıbaş, Niyazi Görmüş Görmüş
Olgu sunumu
Özeti
Plevranın Lokalize Solid Fibröz Tümörü
LocalIzed SolItary FIbrous Tumor Of The Pleura.
Plevranın lokalize solid fibröz tümörü, az görülen primer plevra tümörüdür. Tümörün histogenezl, diferansiyasyonu, malignite potansiyeli ve klinik davranışı halen tartışmalıdır. Sıklıkla 5-8. dekatta görülen olguların yarısından çoğu asemptomatikdir. Tümörün boyutu, sellülaritesinin yüksek olması ve rezektabilitesi en önemli prognostik faktörlerdir. Bu nedenle, cerrahi tedavide özellikle tümörün oldukça geniş bir rezeksiyon sınırıyla tamamen çıkarılması önemlidir. Bu makalede, diafragmatik plevradan kaynaklanan lokalize solid fibröz tümör saptadığımız, 48 ve 53 yaşlarında iki kadın olgu sunuldu. Tümörler başarıyla rezeke edildi ve hastalarda postoperatif komplikasyon görülmedi. Oldukça ender görülmeleri nedeniyle klinikopatolojik, radyolojik bulguları ve tedavi sonuçları literatür verileriyle tartışıldı.
Localized solitary fibrous tumor of the pleura is a rarely seen tumor of the pleura beyond It’s unclear histogenesis, differantiation, malignity potential, and clinical behaviour. They are usually seen in 5-8. decades and more than 50 % of the cases are asymptomatic. The most important prognostic factors are the size, cellularity, and resectability of the tumor. For these reasons in surgical treatment wide resection is advised. İn this article, two female patients who were 48 and 53 year-old are reported with the diagnosis of localized solitary fibrous tumor originated from diaphragmatic pleura. The tumors removed successfully and the patients did not have any complication postoperatively. Because of the rareness of localized solitary fibrous tumor of the pleura it is thought to be worth reporting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yumuşak Doku Tümörleri
Salim Güngör, Özden Vural, Hilal Koral, Dilek Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Yumuşak Doku Tümörleri
Soft TIssue Tuınors
Bu retrospektif çalışmada, 618 benign ve 49 ınalıgn yumuşak doku türnörü gözden geçirilerek, yaş, cinsiyet, histopatolojik tip ve lokalizasyon özel-likleri literatür bilgileri ışığında tartışıldı. Bu serilerde leionıvomlar en sık rastlamlan selim tümörkr, rabdomyosarkomlar en sık rastlamlan malıgn tümörlerdir.
In this retrospective study, 618 benign and 49 malign soft tissue tumors vere reviewed and dis-cussed their age, sex, histopathologic types and lo-calizatıon characters under the light of literatüre data. Leionıvomas are the most common benign tumors and rlıabdomvosarcomas are the most common ma-lign tumors in these series.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Kemal Balcı, Mehmet Gök, Bilge Çakır, Alaaddin Vural, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Computed Tomograply WIth ArtIfIcIal Pne-UrnomedIastIznum.
1994 yilintn ilk 4 ayznda 15 inde retroksifoid, 5 inde transtrakeal yolla yapay pniimomediyasten (YP) yapnktan sonra mediyastenlerini bilgisayarlz tomografi (BT) ile inceledigimiz 20 olgu icinde il-ginc: giirdiigiimiiz iki akciger kanserli olgunun tak-dimini yaptyoruz. Bu iki olguda BT sonuclarzna gore turnorlerin operabl olup olmadtklarz hususunda te-reddiide du mu tiik. Birinci olguda YP li BT me-diyastende tumoral invazyonun olmadzginz giivenilir fekilde gosterdi. Ikinci olguda ise mediyasten in-vazyonunun indirekt helirtilerini ortaya koydu. Her iki olgudada yapilan torakotomi bu bulgulan dog-rulach. Sonuc olarak akciger kanserinde selektif va-kalarda YP ile komhine edilmi. BT nin operahilite tayininde yararlz olahilecegi kanzszna varildz.
In the first 4 months of 1994 we carried out, in 20 cases computed tomography (CT) after artificial pneumomediastinum (AP). In 15 cases for air in-sulation into the mediastinum was used the trans-tracheal route and in 5 cases retroxiphoid route. In this article aong them 2 cases with bronchial car-cinoma is presented because we could not reach a decision whether they were operable or not by cli-nical findings and available methods including CT. But, at the first case CT performed after AP proved clearly no tumoral invasion in the mediastinum, at the second case it showed indirect signs of the me-diastinal invasion. In both cases thoracotomy con-firmed these findings_ As a result, it can be put for-wad that in some cases with bronchial carcinoma CT combined AP may he useful to assess the pos-sibility or chirurgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
Şehnaz Evrimler, Zümrüt Arda Kaymak, Hanefi Diler, Emine Elif Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
The Role Of MagnetIc Resonance ImagIng In The EvaluatIon Of Response Of The Locally Advanced Rectal Cancer To The ChemoradIotheraphy
Amaç: Lokal ileri evre rektum kanseri hastalarında neoadjuvakne moradyoterapi (KRT) yanıtının
değerlendirilmesinde Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) özelli klerinin rolünü araştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: KRT sonrası 6-8 hafta içinde 2015-2020 yılları arasında total mezorektal eksizy on
uygulanan 24 lokal ileri evre rektum kans erli olgunun KRT öncesi ve sonrası T2-Ağırlıklı ve Diffüzyon Ağırlıklı
Görüntülemeleri (DAG) retrospek tif olarak değerlendirildi. Radyolojik olarak kitle morfolojisi, lokalizasyonu,
boyut, mrT, mrN evrelemesi ve ekstramural vasküler invazyon (EMVİ) açısından değerlendirildi. Post-KRT
görüntülemelerde rezidü skorlaması; 0: rezidüel kitle yok, 1: fibrotik duvar kalınlaşması var, belirgin rezidü
kitle izlenmemekte, 2: rezidüel kitle var şeklinde yapıldı. Regresyon derecelendirmesi ise şu şekildeydi; 1:
Tümör yok, 2: İyi yanıt, çoğunlukla fibrozis, 3: %50’den fazla fibrozis ve musin, 4: Zayıf yanıt, 5: Yanıt yok.
Bulgular: KRT sonrası tümör kraniokaudal uzunluğunda anlamlı gerileme ve Apparent Diffusion Coefficient
(ADC) ortalamalarında artış izlendi (p=0,001). Histopatolojik T (pT) ile post-KRT mrT evresi anlamlı, kuvvetli
korelasyon gösterdi (r=0,54, p=0,006). Pre-KRT EMVİ ile perinöral invazyon (PN İa)rasında anlamlı korelasyon
mevcuttu (r=0,53, p=0,008). Rezidü skorlaması ile regresyon derecelendirm esi (r=0,6; p=0,001), pT (r=0,48;
p=0,02) ve tümör uzunluğu (r=0,51; p=0,01) arasında anlamlı ve k uvvetli korelasyon saptandı. Regresyon
derecesi ise EMVİ (r=0,43, p=0,036), PNİ (r=0,46, p=0,02), pT (r=0,41; p=0,048), pN (r=0,55; p=0,006) ve
metastatik/total lenf nodu oranı (r=0,46; p=0,02) ile anlamlı korelasyon gösterdi.
Sonuç: Lokal ileri evre rektum kanserinde neoadjuvanK RT sonrası MRG postoperatif patolojik değerlendirme
ile kuvvetli korelasyon göstermektedir. MRG primer evrelemede olduğu gibi KRT sonrası evrelemede de baş
arılıdır. MRG regresyon derecelendirmesi ile tedavi yanıtının değerlendir mesi cerrahi plana katkı sağlayabilir.
Aim: Investigate the role of Magnetic Resonance Imaging (MRI) in the evaluation of response of the locally
advanced rectal cancer to the chemoradiotheraphy (CR T).
Patients and Methods: T2-weighted and Diffusion Weighted Imaging (DWI) of 24 cases with locally advanced
rectal cancer who have undergone total mesorectal excision 6-8 weeks following the CRT between 2015 and
2020 were evaluated retrospectively. The evaluated radiological parameters were as follows; Tumor morphology,
localization, length, mrT/mrN stages, and extramural vascular invasion (EMVI). Post-CRT MRI residue scoring
was performed (0: No residual tumor, 1: No significant residual tumor, fibrotic wall thickening, 2: Residual tumor
present). Regression grading was as follows; 1: No tumor, 2: Good response, mostly fibrosis, 3: Fibrosis and
mucin more than 50%, 4: Slight response, 5: No response.
Results: There was a significant decrease in the craniocaudal length of tumor and a significant increase
in the mean ADC of tumor after CRT (p=0.001). A significant and high correlation was observed between
histopathological T (pT) and post-CRT mrT (r=0.54, p=0.006). There was a significant correlation between pre-
CRT EMVI and perineural invasion (PNI) (r=0.53, p=0.008). A significant correlation was found between residue
scoring and regression grading (r=0.6; p=0.001), pT (r=0.48; p=0.02), and tumor length (r:0.51; p=0.01). There
was a significant correlation between regression grading and EMVI (r=0.43, p=0.036), PNI (r=0.46, p=0.02), pT
(r=0.41; p=0.048), pN (r=0.55; p=0.006), and metastatic/total lymph node ratio (r=0.46; p=0.02).
Conclusion: Post-CRT MRI is highly correlated with postoperative pathological evaluation of the locally
advanced rectal cancer. MRI is highly successful in re-staging as well as primary staging. The evaluation of
treatment response by MRI regression grading may contribute to the surgical planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciğer Rezeksiyonlarında Ligasure Yardımlı Uygulamalarımız
Ahmet Tekin, Adil Kartal, Tevfik Küçükkartallar, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Şakir Tekin, Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Mustafa Şahin, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciğer Rezeksiyonlarında Ligasure Yardımlı Uygulamalarımız
Our ExperIences In LIgasure – AssIsted ResectIons In LIver
Amaç: Ligasure’u karaciğerde kitle olan 15 hastada, parankim kesilirken kanamayı azaltmak veya kanamasız rezeksiyon yapmak için kullandık. Ligasure yardımıyla hepatektomi ve perikistektomi uyguladığımız 15 olgunun verilerini preliminer bir çalışma olarak sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: 2005-2007 yıllarında S.Ü. Meram Tıp fakültesi Genel Cerrahi AD.’da Ligasure yardımlı hepatektomi ve perikistektomi uyguladığımız 15 karaciğer hastasının dosyaları retrospektif olarak incelendi. Olguların onu karaciğer tümörü (4’ü hemanjiom, 2’si adenom, 4’ü hepatocellüler Ca), 3’ü karaciğer kist hidatiği, biri safra kesesi tümörü, diğeri ise hepatolitiazisdi. Tüm olgularda Ligasure vessel sealing system (Ligasure Valleylab®) kullanıldı. Olgularda ligasure yardımlı hepatektomi, ve perikistektomi gibi işlemler yapıldı. Bir olguda parenkim transeksiyonda ligasure’a ek olarak büyük damarlar için sütür kullanıldı. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 53.7(32-65) olup kadın/erkek oranı 9/6 idi. Ortalama kan kaybı 217(30-700)cc olup, bir olgu dışında kan transfüzyonu gerekmedi. Transeksiyon zamanı 48,93(25-85)dakikaydı. Biyokimyasal parametrelerde postoperatif dönemde önemli artışlar olmadı. Postoperatif geç dönemde morbidite ile karşılaşılmadı. Sonuç: Ligasure uygulaması, karaciğerin benign ve malign hastalıklarının tedavisinde karaciğer transeksiyonu esnasında kansız bir dönemin öncüsü olarak gözükmektedir.
Aim: We used Ligasure vessel sealing system in order to lessen the bleeding while cutting the parenchyma or to have a non-bleeding resection at 15 patients with mass at the liver. We aimed to present the data of the 15 patients where we applied hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure, as a preliminary study. Material and Method: The records of 15 liver patients for whom we applied hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure at Selcuk University Meram Medical Faculty of General Surgery Department during 2005-2007, were examined retrospectively. 10 of the patients were liver tumors (4 of them were hemangiomas, 2 were an adenoma and 4 were hepatocellular carsinoma), 3 of them were liver cyst hydatid, one of them was gall bladder Ca and the other was hepatolithiazis. Ligasure vessel sealing system (Ligasure Valleylab®) was used for all cases. Hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure were applied to the patients. During parenchyma transection, sutures were used for great vessels a one patient. Result: The mean age of the patients was 53.7(32-65) and male/female ratio was 15/17. Mean blood loss was 217(30-700)cc and blood transfusion was not needed accept one case. Mean transection time was 48.93(25-85) minutes. There were no significant increases at biochemical parameters at the postoperative period. There was no morbidity at the late postoperative period. Conclusion: Ligasure application seems to be the precursor of a non-bleeding period at liver transection at them treatment of benign and malignant diseases of the liver
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Kartilajinöz Tümörleri
Kayhan Öztürk, Yavuz Uyar, Çağatay Han Ülkü, Hamdi Arbağ
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Kartilajinöz Tümörleri
CartIlagInous Tumors Of The Larnyx
Larenksin karitaljinöz tümörleri nadir görülen tümörlerdir fakat ses kısıklığı, dispne ya da disfaji şikayeti olan yaşlı hastalarda, malign epiteliyal tümörler ekarte edildikten sonra bu tümörlerden şüphelenilmelidir. Literatürde bugüne kadar yaklaşık 250 vaka bildirilmiştir. Literatür gözden geçirilerek bu nadir tümörler incelendi.
Cartilaginous tumors of larynx are rare, but should be suspected in elderly patients with persistent hoarseness, dyspnea, or dysphagia after malign epithelial tumors has been disproved. 250 cases have been reported in the literatüre. These tumors were investigated by revievved of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin Primer Anjiosarkomu
Mustafa U. Kalaycı, Ceyhan Uğurluoğlu, Hakan Bulak, Erol Eroğlu, Hüseyin Eraslan, Süleyman Oral
Olgu sunumu
Özeti
Memenin Primer Anjiosarkomu
PrImary AngIosarcoma Of Breast
Memenin primer anjiosarkomu nadir görülen, memenin perilobüler kapiller ağından köken aldığı düşünülen, erken dönemde hematojen metastaz yapan, kötü prognoza sahip bir tümör tipidir. Kırk yaşında kadın olgu, fizik mu ayenede sol memede kitle ve aksiller lenfadenopati mevcuttu. Biyopsi sonucu memenin primer anjiosarkomu ola rak değerlendirildi. Modifiye radikal mastektomi sonrasında adjuvan radyoterapi ve kemoterapi uygulandı. Olgu postoperatif 12. ayda akciğer ve kemik metastazı ile kaybedildi.
Primary angiosarcoma of breast is a rarely seen tumor type. İt considered that tumor is developing from the pe- rilobular capillary netvvork. İt metastased with hemotagen pathvvay in early State ıt shows a poor prognosis. Fourty years old woman. Left breast mass and axillary lymphadenopathy presenced in physical examination. Biopsy was reported primer angiosarcoma of the breast. After the modified radical mastectomy, adjuvant chemotheraphy and radiotheraphy was performed. Patient was tost inpostoperative 12th month with lung and bone metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ayşen Karabayraktar, Mehmet Çerçi, Bülent Baysal, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
The AntI-Hcv SeroposItIvIty In PatIents WIth DIfferent SolId Tumors
Bu çalışmada yeni tanı konmuş, daha önce kan trasfüzyonu ve herhangi bi cerrahi müdahale öyküsü vermeyen, karaciğer dışı solid tümörlü 46 hastanın serumundan anti-HCV pozitifliği II. kuşak ELISA yöntemi ile değerlendirildi. Hastaların 147i akciğer kanseri (Ca) 7'si lenfoma, 57 meme Ca, hipernef-roma ve 15'i diğer tümörlere sahipti. Toplam hasta-ların 5'inde (%10.8) anti-HCV pozitif bulunduğu; bunların 4'ü akciğer Ca'll, 17 beyin tümörlü hasta-lardan (113) idi. Hastaların hepsinin ALT seviyeleri normal; serum demiri ve demir bağlama kapasiteleri ile %73.9'unda hemoglobin ve hematokrit seviyeleri azalmış bulundu. Ayrıca hastaların 3'ünde (%6.5) HBsAg, 21'inde (%45.6) anti-HBc pozitif bulundu. Sonuç olarak; tesbit edilen anti-HBc pozitifliği Hep-atitis B virüs (HVB)'ün infeksiyonunu gösterirken, benzer buluşma yoluna sahip Hepatitis C virüsü (HCV) infeksiyonu da olasıdır. Kronik infeksiyon yapma niteliği taşıyan HCV'nin bir bulgusu olan anti-HCV pozitifliğinin immün sistemi bozulmuş olan kanser hastalarında normal populasyondan daha fazla görülmesi beklenir. Ancak ilginç olan 5 anti-HCV pozitifliğin 4'ünün akciğer Ca'lı hastalarda tespit edilmesidir.
Tumors In This study, anti-HCV seropozitivity was inves-tigated in 46 new diagnosed patients with different solid tumors without hepatocelluler carcinoma, which they have not received any transfusion or sur-gical operation. The positivity was evaluated using by second generation ELISA system. Patients are consist of 14 lung cancer (Ca), 7 lymphoma, 5 breast Ca, 5 hipernephroma and 15 other tumors. Anti-HCV positivity was in 5 (10.8%) of 46 pa-tients, and 4 of this positive patients were with lung Ca (4114,28.5%), and 1 was with brain Ca (113). ALT levels were normal, serum iron and iron-binding capacily were decrased in all patients, hae-moglobin and haemotocrit were also decreased in 73.9% of patients. In addition, 3 patients (6.5%) HBsAg, 21 patients (45.6%) anti HBc were found to be positive. As a result, the high positivity of anti-HBc while the HBsAg was low positive showed that there was IIBV infection, and the HCV infecton was alsa expected with the same transmission ways. Anti-HCV positivity as a marker of HCV infection-which can produce the chronic carrier state is more expected in cancer patients. They have allected immun status than normal population, but 4 of 5 posi-tivity was in Lung Ca patients is of great interest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
A Sternal MetastasIs Of FollIculer CarcInoma Of ThyroId Case Report
56 yquidaki bayan hastada saptanan sternuma metastaz yapnus troid folikiiler karsinomu nadir ol-mast sebebiyle literatiir go den gecirilerek su-nuhnnflrir.
Fifty six old year women with sternal metastazis of foliculer carcinoma of thyroid was operated on since it is rarely seen, it is thqught to publish in-volving the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Olgu sunumu
Özeti
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
IntestInal InvagInatIon In An Adult
İnvajinasyon barsağın bir segmentinin diğer segmentinin içine girmesi olarak tanımlanır. Yetişkin invajinasyonu nadir bir durumdur ve sebepleri çocukluk yaş grubundan farklıdır. Otuzüç yaşında kadın hasta acil servise karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleriyle başvurdu. Karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografide invajinasyondan şüphelenildi, hasta acil ameliyata alındı. İnvajinasyon alanında tümöral kitle palpe edilerek segmenter rezeksiyon uygulandı. Ameliyat sonrası süreçte sorun yaşanmayan hasta postoperatif yedinci gün taburcu edildi. Patolojik değerlendirmede dört polibin her birinde iyi diferansiye adenokarsinom tespit edildi. Yetişkin olgularda invajinasyon nadir görülse de preoperatif değerlendirmede invajinasyon düşünüldüğünde bunun habis bir tümöre bağlı olabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda yapılacak rezeksiyonun sınırlarının geniş tutulması önerilir.
Invagination is the condition whereby a segment of intestine becomes drawn into the lumen of the proximal bowel. İnvagination in adults is a rare situation and the causes are different from childhood group. A 33 years old female patient admitted to emergency service with abdominal pain , nousea and vomiting. In ultrasonography and abdominal computed tomography suspected from invagination so the patient was operated urgently.In operation a masswas palpated and segmental resection was applied. Post-operative 7 th day , the patient was discharged from hospital without any complication. In pathological evaluation well-differentiated adenocarcinoma was detected in all polyps. Although invagination is a rare condition in adult patients when suspected from invagination the possibility of malign tumor should be considered. According to this , wide segmental resection is advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Mehmet Kılınç, Kadir Yılmaz, Salim Güngör, Mehmet Arslan, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Nephrectomy Related IndIcatIons And ComplIcatIons In 150 PatIents
Son sekiz yıl zarfında nefrektomi uygulanan 150 hastada, endikas•onlar, yaş ve ınortalite oranı Yeniden incelendi. Kronik pyelonefrit en sık nefrektomi sebebidir (% 38). Böbrek tümörü ise üçüncü sık se-beptiı- (% 14). 150 vakanın 98'i erkek, 52'si kadındır. Genel mortalite oram % 1.33'tür. Fakat tümör ol-mayan vakalarda mortalite oranı hemen hemen sıfırdır.
The indications, age and mortality rate in a re-cent 8-vear eıperience with 150 nephrectomies reveiwed. Chronic pyelonephritis is the most .frequent condition (38 per cent) requiring nephec-tom•. Renal tıonor is the thinl frequent cause (14 per cent). Of 150 cases 98 were mıde, 52 }vere fe-male. The over-all mortalite rate was 1.33 per cent but was almost nil in the absence of malignancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Görülen 4 Krukenberg Tümörü Olgusu
Cemalettin Akyürek, Ergün Onur, Lema Tavlı, B. Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Görülen 4 Krukenberg Tümörü Olgusu
4 Krukenberg Tumor Cases WhIch DIagnosed In Our ClInIc
1988-30.6.1989 tarihleri arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Kadın-Doğum kliniğinde görülerek teşhis ve tedavi edilen 4 Krukenberg Tümörlü hastanın değerlendirilmesi ve tedavisi literatürle beraber incelenerek sunulmuştur.
This study presents 4 Krukenberg cases which were diagnosed between the years 1.1.1988-30.6.1989 in Medical School of S.ü. Treatmeni courses and clinical aspects were discussed with a review of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Alaaddin Vural, Kemal Ödev, Ahmet Candan Durak, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
UltrasonographIc Features Of PrImary And MetastatIc LIver Cancers
Çalışma kapsamtna aldığımız 15 primer, 18 met-astatik karaciğer kanserli hastada, tümörlerin ultraso-nografik (US) özellikleri incelendi. Ilepatosellüer karsinomların ve gastrointestinal sistemden kaynak-lanan metastatik karaciğer tümörlerinin çoğunluğu hiperekoik iken; hedef yapı bull's-eve pattern meta-statik lezyonlar için spesifiktir. Metastatik karaciğer tümörlerinin büyük kısmı hipoekoik yapı arzetmek-tedir. Bu sonuçlar, primer ve metastatik karaciğer karsinomlarının ayırıcı tanısında US`nin faydalı olduğunu gösterir.
Ultrasonographic features of tumor lesions in 15 patients with hepatocellular carcinoma and 18 with metastatic liver cancer were analyzed. Hepatocellular carcinomas and metastatic liver cancers originating from the gastrointestinal tract were frequently hyper-echoic. Bull's-eye (target sign) pattern was spesific for metastases. Most of metastatic liver cancers showed hypoechoic pattern. These results indicate that ultrasonography is useful for the dillerantial di-agnosis of hepatocellular carcinoma and metastatic liver cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anterior İliak Crest'ten Minimal İnvazif Greft Alımının Klinik Sonuçları: Yeni Bir Tekniğin Tanımı
Onur Bilge, İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Nazım Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Anterior İliak Crest'ten Minimal İnvazif Greft Alımının Klinik Sonuçları: Yeni Bir Tekniğin Tanımı
ClInIcal Results Of MInImally InvasIve Graft HarvestIng From The AnterIor IlIac Crest: DescrIptIon Of A Novel TechnIque
Amaç: Otolog kemik greft kullanımı çeşitli ortopedik girişimlerde altın standarttır. Bu çalışmanın amacı,
anterior iliak krestten Jamshidi ile K-teli kılavuzlu, çok yönlü perkütan kemik grefti almanın alternatif bir
tekniğini tanıtmak ve bu tekniğin erken karşılaştırmalı klinik sonuçlarını ortaya koymaktır .
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif karşılaştırmalı çalışmaya Ocak-Kasım 2013 tarihleri arasında kemik
grefti gerektiren çeşitli el ameliyatları geçiren 38 hasta dahil edildi. Hastaların dahil edilen tanıları; el ve
bilek kemiği kırıkları psödoartrozları ve iyi huylu kemik tümörleriydi. Hastaların prospektif olarak toplanan
verileri geriye dönük olarak iki grupta değerlendirildi. İliak krest otogreft alımı, sırasıyla grup I ve II'de
standart bir açık teknikle ve sonraki bölümde anlatılacak olan yeni bir perkütan teknikle gerçekleştirildi.
Hastaların ortalama yaşı sırasıyla grup I ve II'de 29,6 +/- 6,4 ve 28,6 +/- 8,2 idi. Hastaların postoperatif ağrı
ve cerrahi yara izi algısına bağlı ağrıları Görsel Analog Skala üzerinden derecelendirilmiş; postoperatif 6.
ayda kaydedildi. İstatistiksel olarak Mann-Whitney U testi kull anıldı.
Bulgular: Perkütan grupta hiçbir majör postoperatif komplikasyon görülmedi. Ağrı açısından, postoperatif
6. ayda orta vadede V AS skorları grup II'de grup I'e göre anlamlı olarak düşük bulun du (p <0.05).
Sonuç: İliak krestten Jamshidi ile yeni K-teli kılavuzlu kemik grefti toplama, postoperatif ağrı azaltma
açısından güvenli ve hasta dostu bir yöntemdir. Bu teknik, kemik grefti gerektiren küçük eklem ve kemik
ameliyatlarında faydalıdır. Bu çalışmanın sonuçları, daha yüksek düzeyde kanıt çalışmaları ile daha da
desteklenmelidir.
Aim: Autologous bone harvesting is the gold standard for grafting in a variety of orthopaedic procedures.
The aims of this study were to introduce an alternative technique of K-wire guided, multidirectional
percutaneous bone graft harvesting with Jamshidi from the anterior iliac crest, and to put forward the early
comparative clinical results of this technique.
Patients and Methods: 38 patients, who underwent a variety of hand surgeries in which bone grafting was
required between January and November 2013, were included in this retrospective, comparative study.
The included diagnoses of the patients were; non-unions of hand and wrist bone fractures, and benign
bone tumors. The prospectively collected data of patients were retrospectively evaluated in two groups.
Iliac crest autograft harvesting were performed with a standardized open technique, and with a novel
percutaneous technique -which will be described in the subsequent section- in group I, and II, respectively.
The mean age of the patients was 29.6 +/- 6.4, and 28.6 +/- 8.2 in group I, and II, respectively. The patients’
postoperative pain related with the perception of the pain and surgical scar, were evaluated according to the
graded Visual Analogue Scale; at postoperative 6th months. Statistically , Mann-Whitney U test was used.
Results: There were no major postoperative complications in the percutaneous group. Regarding pain,
mid-term at postoperative 6th months, VAS scores were found to be lower in group II than in group I,
significantly (p< 0.05).
Conclusion: The novel K-wire guided bone graft harvesting with Jamshidi from the iliac crest is a safe and
patient-friendly method in terms of postoperative pain reduction. This technique is useful in small joint and
bone surgeries, requiring bone grafting. The results of this study should be further supported with higher
level of evidence studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
Özlem Şahin, Ahmet Eren Şen, Zeynep Aydın, Buğra Kaya
Olgu sunumu
Özeti
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
A BenIgn Pathology MImIckIng MultIple Bone MetastasIs On F-18 Fdg-Pet/ct: Brown Tumor
\r\n Brown tümörler uzun süreli hiperparatiroidinin nadir bir komplikasyonu olarak ortaya çıkabilen, benign ancak lokal agresif seyreden tümörlerdir. Klinik ve radyolojik olarak kemik metastazları ile karışabilirler. F-18 FDG PET/CT’de Brown tümörler tıpkı metastatik kemik lezyonları gibi artmış metabolik aktivite gösterirler. Çalışmamızda multiple kemik metastazı ön tanısı ile primer odak aramak için PET/CT çekilen, görüntülerde primer odak saptanmayıp paratiroid lojlarında artmış FDG tutulumu görülmesi nedeni ile Brown tümörden şüphelenilen ve ileri tetkiklerle tanısı doğrulanan bir hasta sunulmuştur. Bu olgu sunumu ile klinik ve radyolojik olarak kemik metastazı düşünülen hastalarda Brown tümörünün de ayırıcı tanıda akılda tutulması gerektiğini vurgulamayı amaçladık.
\r\n
\r\n Brown tumors are benign, but locally aggressive tumors that may emerge as a rare complication of prolonged hyperparathyroidism. They may be clinically and radiologically confused with bone metastases. Browns tumors show increased metabolic activity on F-18 FDG-PET/CT just as metastatic bone lesions. In this study, we present a patient who underwent PET/CT to seek a primary focus with the presumed diagnosis of multiple bone metastasis, and Brown tumor was suspected because no primary focus was detected on imaging and increased FDG enhancement was seen in parathyroid locations, and the diagnosis was confirmed with further investigations. Herein, we aimed to underline that Brown tumors should be kept in mind in the differential diagnosis in patients who are clinically and radiologically considered to have bone metastasis.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Ali Acar, Kadir Karabacak, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Neoadjuvant M-Vac (methotrexate, VInblastIne, DoxorubIcIn, CIsplatIn) Treatment Results In HIgh Grade Bladder Tumors.
Kliniğimizde 1996-1999 tarihleri arasında radyolojik ve patolojik olarak değerlendirilerek ileri evre mesane tümörü tanısı konmuş 27 hastaya neoadjuvan MVAC kemoterapisi uygulandı. % 15.4 klinik tam yanıt, % 34.6 klinik kısmi yanıt, % 34.8 klinik yanıtsızlık ve % 19.7 progresyon gözlendi. Hastalardan bir tanesi tedavi sırasında yaygın tümör metastazı ve nötropenik sepsise bağlı olarak yaşamını yitirdi. En sık görülen yan etkiler bulantı-kusma, geçici böbrek yetmezliği, lökopeni ve trombositopeni idi. M-VAC tedavisi kinik yanıt oranının çok yüksek olmamasına karşın düşük yan etki profiliyle ileri evre mesane tümörü olan uygun hastalarda stage düşürmek suretiyle TUR ve diğer alternatif cerrahi seçeneklerine imkan sağlamaktadır.
During 1996 and 1999, we applied MVAC in 27 patients whose final stage bladder tumor depends on pathological and radiological bases at urological department. 15.4 % had complete response, 34.6 % had partial clinical response, 34.8 % hadn’t any clinical response and 19.7% had progression. One of the patient died due to a wide spreed tumor metastasis and neutropenic sepsis during the treatment. The most common side-effects were nausea- vomiting, transient renal failure, leucopenia, and trombocytopenia. M-VAC therapy showed it’s beneficial effect by decreasing the stage so providing TUR possibility and other alternative surgical procedurs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bobızek Leiomyosarkomu
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Bobızek Leiomyosarkomu
LeIontyosarconıa Of The KIdney (a Case Report)
Primer renal sarkomlar, böbrek tümörlerinin sa-dece %37inü teşkil ederler. Klinigimize högiir agrısı ve hematiiri nedeniyle başvuran 52 yaşında bir hasta-da, renal leiomyosarkom teşhis edilmiştir. Tanı, pa-tolojik olarak da kesinleştirilmişitir. Bu makalede, renal leionıyosarkomu olan bu hasta, literatür bilgileri eşliğinde tartışılarak sunuldu.
Primaıy renal sarcoma represent 3% of alt kidney tumors. We diagnosed in our clinics 52 year old pa-tient complainingflank pain and her taturia was seen in our clinics. A diagnosis of leiornyosarcoma was made on pathologic examination. In this artiele, this patient with renal leiomyosarcoma are reported and relevant liıerature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kistik Tümörü Taklit Eden Palatin Tonsilin Epidermoid Kisti
Nagendra Chandana, Vijay Shankar S, Vijay Shankar S
Olgu sunumu
Özeti
Kistik Tümörü Taklit Eden Palatin Tonsilin Epidermoid Kisti
PalatIne TonsIllar EpIdermoId Cyst- MImIckIng CystIc Tumor
Epidermoid kistler, epidermal elemanların dermal ve daha derin dokulara implantasyonu ile oluşurlar. Baş ve boyun bölgesinde görülme sıklığı %1,6 ile %7 arasında değişmektedir. Tonsil bölgesinde görülmesi son derece nadirdir, yani neredeyse %0.01'den azdır. Fetal dönemde konjenital bir lezyon olarak meydana gelebilirler veya travmaya bağlı ya da cerrahi sonrası implant olarak edinsel şekilde ortaya çıkabilirler. Bu olgu sunumunda, daha önce bilateral tonsillektomi öyküsü olan ve boğaz ağrısı şikayeti ile başvuran 46 yaşındaki erkek hastada teşhis edilen epidermoid kisti sunacağız.
Epidermoid cyst refers to the implantation of epidermal elements into the dermal and deeper tissues. In head and neck, incidence ranges from 1.6 to 7%. In the tonsillar area it is extremely rare i.e less than 0.01%. They occur in fetal period as congenital lesion or as an acquired lesion either due to a trauma or as post surgery implant. In this case report, we will discuss the epidermoid cyst, in a 46-year-old male who presented with history of pain in the throat with previous history of bilateral tonsillectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternal Kondrosarkomanin Sandwıch Teknikli Çelik Protezle Tedavisı
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sternal Kondrosarkomanin Sandwıch Teknikli Çelik Protezle Tedavisı
The Treatment Of Sternal C Lı Ndro Sarko Ma S WIth SandwIch TechnIcs UsIng Steel ProthesIs
Kondrosarkomalar gögüs duvarının en sık görülen neoplaznflarıdır. Vakaların %75'inde bu tümörler kostokondral bileşkelerden kaynaklanırlar. ileri solunum sıkıntılı kondrosarkomalı bir yakaya total tümöı- eksizyonunu takiben sandwich teknik!' sternal protez uygulandı. Bu makalede sternal defekt-lerde gögüs stabilitesini saglavabiimek için adele fle-bleri veya protez uygulamalarının zorunlugn oıgında vurgulandı.
Chondrosaıromas are most frequently a neoplasm of the anterior chest wall, with 75% arising tn either the costochondral archs of the sternum.In this article, o case with severe obstruction rrf trachea due to push-ing of chondrosorcoma was reported and using a ster-nal prosthesis by sandwich technique following (u-mar excission was discussed involving the subject. It was suggested that prostheses er tissue flaps should be used to amid flrıfl chest in sternal defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksilla1da Ameloblastık Fıbrosarkom
Bedri Özer, Ziya Cenik, Mustafa Tüz, Tolga Şahiner, Alaattin Başöz
Araştırma makalesi
Özeti
Maksilla1da Ameloblastık Fıbrosarkom
AmeloblastIc FIbrosarcoma In The MaxIlla A Case Report
Ameloblastik fibrosarkorn son derece nadir görülen mikst odontojenik bir tunıördür. Ameloblastik fibromlartn mezenşimal elementlerinin malign degişiklik gösteren formu olup, bugüne kadar lite-ratürde 43 vaka yaytnlannuşttr. Burada maksilla cia lokalize Ameloblastik fibrosarkoma va/Cast kli-nik bulgulart, hLtiolojik karakteri ve tedavisi ile birlikte sunulmuştur. Bulgular literatürde yayınlanmışvakalarla mukayese edilmiştir.
The Am.eloblastic fibrosarcoma is aıe exceedingly rare, mixed odontogenic tumor. It is the malignant counterpart of the ameloblastic fibroma in which the rnesenchymal element has becarne malignant. To date only 43 cases have beyi reported in the literature. An addatonel case of ameloblastıc fibrosarcorna of the maxilla is presenied; the clinical feawes, histologit characieıistics and the treatment discussed. The observations are compared with those reported cases 1-f2 the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
Özgür Külahcı, Gülay Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05). Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05). Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive. All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proksimal Humerus Ve A Kromion'da Multıple Lokalizasyonlu Malign Hemanjioendotelıoma
Mustafa Başbozkurt, Ethem Gür, Sabri Ateşalp, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Kaan Erler
Araştırma makalesi
Özeti
Proksimal Humerus Ve A Kromion'da Multıple Lokalizasyonlu Malign Hemanjioendotelıoma
HernangIoendothelIonta WIth MultIfocally Located On The AcroınIon And The ProxImal Part Of The Humerus
Kemiğin malign hernanjioendotelioması oldukça nadir görülür. En sık olarak öncelikle deri ve iç or-ganlarda yerleşir. Kemiklerde bu kadar az sıklık-la rastlanan bir tümör olması nedeniyle, humerusun proksimal parçastrıda ve akromionda multifokal yerleşim göstermiş bu hemanjioendotelloma olgunusu tanı ve tedavisini literatürle karşılaştırarak yayınlıyoruz.
Malign hemagioendotheliorna is a rare bone Nı.- mor. it is most fraquently primary in the skin and visceral organs. Since it is so less often seen in the bones, this is the report of ahemangioendothelioma with multıfocally located on the acromion and the proximal port of the humerus. Also we reviewed the liteı-ature and discussed its diagnosis and the treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mast Hücrelerinin İltihap Ve Tümörlerle Olan İlişkileri
Özden Vural, Osman Yılmaz, Lema Tavlı, Salim Güngör, Sabiha Serpil Kalkan, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Mast Hücrelerinin İltihap Ve Tümörlerle Olan İlişkileri
RelatIonshIp Of Mast Cells WIth InflammatIon And Tumors
Bu araştırmada mast hücrelerinin iltihap ve tümörlerle olan ilişkileri incelendi. Kontrol grupları ile karşda,stırıldığında deney gruplarındaki mast hücre sayısının akut apandisitlerde azaldığı, kronik kolesistitlerde arttığı, leiomyonlarda azaldığı, bazal hücreli karsinomlarda arttığı tespit edildi.
In this study, the relationship of most cells with inflamınation and tumors were investigated. When compared with control groups, the number of mast cells were found to be decreased in acute appendicitis and leiomyoma while increased in chronic cholecystitis and basa! cell careinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Salim Güngör, Özden Vural, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Squamous Cell CarcInoına Of The Renal PelvIs
Yassı epitel hücreli karsinom, primer malign böbrek tümörlerinin yalnızca % 2 sini teşkil eder. Bu makalede, böbrek pelvisinde yassı eperil karsinomu olan, 53, 54 ve 56 yaşlarında üç erkek hasta, literatür bilgileri eşliğinde tartışılarak sunuldu.
Squamous cell carcinomas represent only 2% of all primary malignant kidney tumors. İn this article, three men, 53,54 and 56 vears old, with squamous cell carcinoma of the renal pelvis are reported and relevant literature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okkült Testikuler Seminom (vaka Takdimi)
Salim Güngör, Özden Vural, Dilek Bitik, Hilal Koral, Metin Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Okkült Testikuler Seminom (vaka Takdimi)
Occult TestIcular SemInoma (a Case Report)
Testis tömürleri % 25 vakada, metastazkırına bağlı •semptorn ve şikayetlerle ortaya çıkarlar. Bu makalede, bel agıı-ısı olan ve retroperitoneal lenf nodüllerinde seminom metastazı bulunan 34 yaşında bir erkek hastayı sunuyoruz.
Testicular tumors, 25 percent will first present with sign or svınptoms of metastatic disease. We describe a 34- year- old man who had lomber pain with metastatic seminoma in retroperitoneal lymph nodes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Meryem İlkay Eren Karanis, İlknur Küçükosmanoğlu, Tuğba Günler, Yaşar Ünlü, Hande Köksal
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Non-Gıst Mesenchymal Tumors Of The GastroIntestInal Tract
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler dışındaki gastrointestinal sistemin mezenkimal tümörleri nadirdir ve çoğu iyi huyludur. Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörlerinin klinik ve patolojik özelliklerini ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntemler: 2008-2018 yılları arasında tüm gastrointestinal endoskopik ve cerrahi rezeksiyon materyalleri retrospektif olarak incelendi. Gastrointestinal stromal tümör dışındaki mezenkimal tümör tanısı alan olgular dahil edildi.
Bulgular: Yirmi dört lipom, 14 inflamatuar fibroid polip, altı leiomyom, dört lenfanjiyom, dört hemanjiyom, dört schwannom, iki nöroma, iki malign melanom, bir leiomyosarkom, bir granüler hücreli tümör ve bir Kaposi sarkomu saptandı. Olguların ortanca yaşları 61 (29-87), ortanca tümör boyutu 1.5 cm (0.2-14) idi. Otuz yedi olgu (% 58,7) kadın, 26 olgu (% 41,3) erkekti. Bu tümörler spesifik olmayan semptomlara neden oldular. Benign tümörlerde eksizyon sonrası patolojik tanıya bakılmaksızın nüks veya metastaz saptanmadı.
Sonuç: Gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörleri her yaşta görülebilen ve sıklıkla kadınlarda izlenen, çoğunlukla küçük ve iyi huylu tümörlerdir. En yaygın olanları lipomlar ve inflamatuar fibroid poliplerdir. Mide tümörlerinin çoğu dispeptik şikayetlere, barsak tümörleri de karın ağrısı, bulantı veya kusmaya neden olurlar. Ayrıca bağırsak tümörlerinin bazıları akut ve kronik kanama, obstrüksiyon, perforasyon, volvulus veya intussussepsiyon gibi ciddi, hatta ölümcül klinik durumlara yol açarlar. İyi huylu tümörlerin tedavisi için eksizyon yeterlidir, nüks veya metastaz göstermezler.
Aim: Mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract other than gastrointestinal stromal tumors are rare and most of them are benign. The aim of this study to reveal the clinical and pathological features of non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract.
Materials and Methods: All gastrointestinal endoscopic and surgical resection materials, between 2008-2018, were retrospectively reviewed. Cases diagnosed with mesenchymal tumor other than gastrointestinal stromal tumors were included.
Results: Twenty four lipomas, 14 inflammatory fibroid polyps, six leiomyomas, four lymphangiomas, four hemangiomas, four schwannomas, two neuromas, two malignant melanomas, one leiomyosarcoma, one granular cell tumor and one Kaposi sarcoma were detected. The median ages of the cases were 61 years (29-87), the median tumor size was 1.5 cm (0.2-14). Thirty seven (58.7%) cases were female and 26 (41.3%) were male. They caused nonspecific symptoms. No recurrence or metastasis was detected after excision in benign tumors regardless of the pathological diagnosis.
Conclusion: Non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract are mostly small and benign tumors that can be seen at any age and are frequently seen in women. The most common ones are lipomas and inflammatory fibroid polyps. Most gastric tumors cause dyspeptic complaints and intestinal tumors cause abdominal pain, nausea or vomiting, as well as some of the intestinal tumors lead to serious, even fatal clinical situations such as acute and chronic bleeding, obstruction, perforation, volvulus or intussusception. For benign tumors’ treatment, excision is sufficient, they do not exhibit recurrence or metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karotıs Tumorlerı (bır Vaka Nedenıyle)
Kadir Durgut, Mehmet Yeşiltay, Mehmet Gök, Ufuk Özergin, Ufuk Tütün, Işık Solak, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Karotıs Tumorlerı (bır Vaka Nedenıyle)
CarotId Body Tumors
Karotis tümörIeri kemoreseptor paraganglioma hiicrelerinden menşe alırlar. Bu hücreler crista no-ralisten orijinli embriyolojik hiicrekrdir. DI4iik in-sidanslarindan dolayi giinliik pratikte aliplmq de-illerdir. Biz hu makalede klinik muavene ye anjiografi ile telhis edilen ye bcgarilt bir cerrahi olarak tedavi edilen hir vakayi takdim et-mekteyiz. Bu tiimorlerde günrinruzdeki techis ye tedavi zorlukları tartiplmq ye literatür gozden geçirilmiştir.
Carotid body tumors (synonymus che-modectoma, carotis tumor. glomus carotica) are tu-mors arising from chemoreceptor paraganglioma cells. These cells have proved to have an emb-riyologic origin from neural crests. Due to their low incidence these tumors are not habitually found in daily practices. We present a case of carotid body tumor diagnosed by clinical examination and an-giography which was successfully treated by sur-gery. The diagnostic and therapeutic difficulties pre-sent in these tumors are discussed and literature was reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
Burhan Apillioğulları, Buğra Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
18f-Fdg Pet/ct FIndIngs In Esophageal Ca StagIng: A RetrospectIve AnalysIs
Amaç: Özofagus kanseri(ca) tanısı alan ve 18F-Florodeoksiglukoz (18F-FDG) Pozitron Emisyon Tomografi /
Bilgisayarlı Tomografi (PET/BT) görüntüleme kullanılarak evrelemesi yapılan hastaların bulgularını retrospektif
olarak analiz etmeyi ve sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Şubat 2015 ile Şubat 2020 tarihleri arasında hastanemizde 18F-FDG PET/
BT ile evrelemesi yapılmış 37 özofagus ca tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün
lokalizasyonu ve 18F-FDG PET/BT maksimum standardize alım değeri (SUVmax), mediastinal, abdominal
ve servikal lenf nodları, akciğer(AC), karaciğer(KC), kemik ve diğer alanlara olan metastazlarına ait bulgular
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 66,97± 4,54 yıl bulundu. 20 hasta (%54) erkek, 17 hasta (%46) kadındı. 10
hasta (%27) özofagus üst bölge tümörü, 23 hasta (%62) özofagus alt bölge tümörü, 4 hasta özofagus orta bölge
tümörüydü (%11). 23 hastanın patolojik tanısı squamöz hücreli ca, 14 hastanın adeno ca olarak tespit edildi. Tüm
hastalarda primer tümör SUVmax ortalaması 14,09±6,36 olarak ölçüldü. Squamöz ca tanılı hastaların primer tümör
SUVmax ortalaması 14,51±6,63, adeno ca tanılı hastaların primer tümör SUVmax ortalaması 13,40±6,03 olarak
bulundu. 8 hastada hiçbir metastaz bulgusuna rastlanmazken 29 hastada metastaz belirlendi. Ayrıca 3 hastada
ise ikinci bir primer malignite (ikisi kolon ca, birisi nazofarenks ca) saptandı. Tedavi ve takiplerine hastanemizde
devam edilen 9 hastanın 7’ sinde progresyon, 2’sinde ise regresyon izlendi.
Sonuç: Özofagus ca tanısı alan hastaların ilk evrelemesinde, 18F-FDG PET/BT günümüzde kullanım sıklığı
gittikçe artan faydalı bir görüntüleme yöntemidir . Bizim çalışmamızda bunu destekler niteliktedir .
Aim: We aimed to retrospectively analyze and present the findings of patients diagnosed with esophageal
cancer and staged using 18F-Fluorodeoxyglucose (18F-FDG) Positron Emission Tomography/Computed
Tomography (PET/CT) imaging.
Patients and Methods: Thirty-seven patients diagnosed with esophagus who were staged with 18F-FDG
PET/CT in our hospital between February 2015 and February 2020 were included in this study. Patients'
age, gender, localization of the primary tumor and 18F-FDG PET/CT maximum standardized uptake value
(SUVmax), findings of metastases to mediastinal, abdominal and cervical lymph nodes, lung, liver, bone and
other areas were retrospectively evaluated as.
Results: The meanage of the patients was 66,97 ± 14,54 years. 20 patients (54%) were male, 17 patients
(46%) were female. 10 patients (27%) had upper esophagus tumors, 23 patients (62%) had lower esophagus
tumors, 4 patients had middle esophageal tumors (11%). The pathological diagnosis of 23 patients was
squamous cell ca, 14 patients were adeno ca. The mean of primary tumor SUV max was measured as 14,09
± 6,36 in all patients. The mean primary tumor SUVmax of the patients diagnosed with squamous ca was
14,51 ± 6,63, and the mean of primary tumor SUV max of the patients diagnosed with adeno ca was found to
be 13,40 ± 6,03. Progression was observed in 7 of 9 patients whose treatment and follow-ups were continued
in our hospital, and regression was observed in 2 of them.
Conclusion: In the initial staging of patients diagnosed with esophageal ca, 18F-FDG PET/CT is an
increasingly useful imaging method. Our study supports this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yuzeyel Mesane Tumorlerınde İkinci Transuretr. Rezeksıyon Uygulamaları
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Kadir Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Yuzeyel Mesane Tumorlerınde İkinci Transuretr. Rezeksıyon Uygulamaları
Second Transurethral ResectI-On ApplIcatIons In SuperfIcIal Bladder Tumors.
Mart 1993-1Iaziran 1994 tarihleri arastnda pollakiiri, urgency ya-kznmalart sergileyen yikeyel mesane tamorlii 15 haslayaTUR uygulandt. uygulantadan ortalama 1 ay sonra awn liro-lojist tarafindan 15 hastanin tamannna ikinci bir TUR uygulandt. liana TUR itygulanmasmdan sonra 15. vakanut Tsinde histoparolojik olarak rezeksiyon bolgesinde rezidiy belirlendi. Ylice vet mesane taniirlerinde bell i araliklarla yaptlan ikinci TUR'utt tondir reziclivini bekleme ve önlemeye yonelik saglıklı bir yaklaşım olduğu görüşüne varıldı.
For 15 patients with superficial bladder tumor suffering from hematuria, dvsuria, pollacuria, ur-gency have been reffered our clinic applied tran-surethral resection between March 1993-June 1994. Second transurethral resection was performed approximated)! 1 month after the initial Iran-surethral resection in cell patients b) same urologist. In 7 patients of 15 patients residual tomtit- was con-firmed hitologically at resection area after second TUR. It was understood that second transurethral re-section performed determined interval in patients H.,ith superficial bladder tumors succesfid alternative-for prevent and confirm of residual tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
Murat Akıcı, Erkan Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
GIant SuprapubIc DesmoId Tumor Treated WIth
reconstructIve Surgery
Desmoid tümörler, metastaz yapma riski olmayan ancak
lokal agresif seyir gösteren nadir görülen benign tümörlerdir.
Etyopatogenezleri kesin olarak bilinmemektedir. Travma sonrası
gelişebilmektedirler. Sıklıkla abdominal duvarda yerleşirler.
Suprapubik lokalizasyon ise çok nadirdir. Desmoid tümörler için
standard bir tedavi yaklaşımı yoktur. Tedavide öncelikle geniş
cerrahi eksizyon uygulanmalıdır. Lokal nüks oranları yüksek olduğu
için hastalar cerrahi sonrası yakın takibe alınmalıdır. Burada,
rekonstruktif cerrahi ile başarıyla tedavi edilen ve nüksüz takip edilen
suprapubik bölgede yerleşen dev desmoid tümörlü olgu sunulmuştur.
Desmoid tumors are rare benign tumors with local aggressive
clinical course but without the risk of metastasis. Etiopathogenesis
of desmoid tumors is not known clearly. They can develop after
trauma. Desmoid tumors are mostly located on abdominal wall and
very rarely on suprapubic region. There is not a standard treatment
approach for desmoid tumors. Firstly a wide surgical excision should
be performed. As local recurrence rates are high patients should be
followed up closely after surgery. Here in, a case with giant desmoid
tumor located on suprapubic region treated successfully with a
reconstructive surgery and followed up without a recurrence was
reported.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vena Cava Superior Sendromuna Yol Açan Substernal Guatr (vaka Takdimi)
Adnan Kaynak, Şükrü Bülent Özer, Mehmet Metin Belviranlı, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Vena Cava Superior Sendromuna Yol Açan Substernal Guatr (vaka Takdimi)
Substernal Goller Causes SuperIor Vena CamI Syndome (case Report)
Vena Cava Superior sendromuna yol açan medi-astinal kitlelerin %80-90'i malign tümörlerdir. Selim tümörler ve bunlardan substernal guatr nadiren V.Cava Superior sendromuna yol açar. Burada seyrek görülmesi nedeniyle V.Cava Superior sendromuna yol açan bir substernal guatr olgusu sunulmuştur.
Among the mediastinal masses, malign tumors are the main cause for superior vena cava syndrome ata rate of 80-90%. Benign tumors and öne of them substernal goiter are unusual cases. In this report, a rare case of a substernal goiter which caused superior vena cava syndrome is presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sertolı Leydig Hücreli Tümörler (vaka Takdim)
Cemalettin Akyürek, Hikmet Karabacak, Metin Çapar, Osman Yılmaz, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Sertolı Leydig Hücreli Tümörler (vaka Takdim)
SertolI LeydIg Cell Tumors (a Case Report)
Bu yazıda klinigimizde teşhis ve tedavi edilen Sertoli leydig hücre tümörlü bir hasta literatür bilgileriyle tartışılarak takdim edildi.
In this report a case of Sertoli leydig cell tumor which was diagnosed and treated in our clinic was presented and discussed in view of recent references.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koloni Stımulan Faktörler
Hilal Kart, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Koloni Stımulan Faktörler
Colony Stımulated Factors
Bağışık yanıtın düzenlenmesinde. antijenik uyarıyı alıp aktive olan, çeşitli hücrelerden salgılanan hormon benzeri maddelere genel olarak sitokinler; bunlardan lenfositler tarafından salınanlara lenfokinler, mo-nonükleer fagositler tarafından iiretilenlere monokinler adı verilir (1, 2, 3). Sitokinler immun sistem tarafından salgılanan; interferon, tümör nekroz faktör (TNF), interlökin (IL) ve koloni stimulan faktör (CSF) gibi düşük moleküler ağırlıkla proteinlerdir (3).Koloni stimulan faktörler; granülosit koloni stimulan faktör (G-CSF). makrofaj koloni stimulan faktör (M-CSF) ve granülosit -makrofaj koloni stimulan faktör (GM-CSF) olarak isim-lendirilirler. CSFIer stern cell hücrelerinin büyüme ve farkhlaşmasını sağlayan hormonal büyüme fak-türleridir.. Antijenle uyanlan aktive T lenfositlerince salınarak makrofajlarm etkilenmesine ve interlökin salmalarına ve böylece bağışık yanıtta gerekli mediatörlerin aktivite kazanmalarına yol açarlar
In the regulation of the immune response. cytokines in general, to hormone-like substances secreted from various cells that receive and activate antigenic stimulation; of these, those released by lymphocytes are called lymphokines, and those produced by mononuclear phagocytes are called monokines (1, 2, 3). Cytokines secreted by the immune system; Low molecular weight proteins such as interferon, tumor necrosis factor (TNF), interleukin (IL), and colony stimulating factor (CSF) (3). Colony stimulating factors; granulocyte colony stimulating factor (G-CSF). They are called macrophage colony stimulating factor (M-CSF) and granulocyte-macrophage colony stimulating factor (GM-CSF). CSFs are hormonal growth factors that enable the growth and differentiation of stern cell cells. They are released by activated T lymphocytes stimulated with antigen and cause macrophages to be affected and release interleukins and thus the necessary mediators gain activity in the immune response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
İslam Kaklıkkaya, Zerrin Uzun, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Yaşar Güven, Altay Tandoğan, Gökalp Altun, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
AnalysIs Of The Open Heart OperatIons At The MedIcal School Of K.t.u. 31 PatIents Were Treated Hv UsIng Car-DIopulmonary Hypass At The K.t.u.
K.T. Ü. Tıp Fakültesi, Farahi Hastanesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Kliniği'nde Haziran 1995 ile Nisan 1996 tarihleri arasında 31 hastaya açık kalp cerrahisi uygulanmıştır. 28 hasta (%90.32) akkiz, 3 hasta (%9.67) konjenital nedenlerle ameliyata alın-Kardiopulmoner hypass boyunca orta de-recede hipoter-mi ve soğuk potasyum kardioplejisi kullanıldı. Hastalardan koroner arter hastalığı mev-cut olan 7'sine CABG kapak hastalığı olan 18'ine valy replasmanı veya anuloplasti; sol (ithal mik-somalı bir hastaya tümör eksizyonu, bir aort di-seksiyonu yakasına Bentall presedürü ye septum de-fektli hastalarada defekt onarımı yapıldı. Erken mortalite 4 olgu ile %12.9 olarak belirlendi.
Medical School between lune 1995 and Apı-il 199C. 28 of the ope-rations were for acquired heart disease and 3 were for congenital heart disease. During caı-- diopulrnonary bypass, moderate hypotermia and cold potassium cardioplegia were used. 7 patients who had coronarv artery disease were peıformed CABG. 18 ones with valve disease were peıformed valve replacemed or valvılloplasiy. One patient with myxonıa underwent tunıor excision, aortic dis-section underwend Bentall proceduı-e Septal defekt were repaired. Early moı-tality rate was found 12.9 % with a 4 patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eozin0filik Granuloma
Hakkı Bölükoğlu, Banu Çiçek Bilkay
Araştırma makalesi
Özeti
Eozin0filik Granuloma
EosInophIlIc Granuloma
Eozinofilik granulorna; Histiositozis-X in klinik bir varyantıdır. Kemikte soliter veya multipl lez-yonlar bulunur. Bunlar histiosit proliferasyonuna bağlıdır. Ender olarak temporal kemikte yerleşir. Tümör başlangıçta asemptonwıtiktir. Biz de temporo-parietal yerleşimli bir lez.yonu olan olguyu sunmak istedik. Olgu operasyon yapıldıktan sonra kemoterapi ve radyoterapi yapılmadan izlendi.
Eosinophilic granuloma is a clinical variant of histiocytosis - X. There are solitary or multiple le-sions on the bones due to histiocytic proliferation. The lesions are rarely located in the temporal re-gion. The tumor is asymptomatic at the onset. We present a case whose lesion is located on the temporoparietal area. The case is followed after the operation without chernotherapy and radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta