Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
Volkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme
Özeti
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Başar Çolak, Tahir Kemal Şahin, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIscrImInatIon AbIlIty And Mental CapacItIes ExamIned Court Case CrImInal ChIldren In Konya ForensIc MedIcIne DIvIsIonal DIrectorateshIp
Bu çalışmada, 1992-1997 yılları arasında Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne farik-i mümeyyizlik mu-ayenesi için gönderilen 479 olgu retrospektif olarak incelendi. 479 olgudan 25`inin yaş sınırının farik-i mümeyyizlik muayenesi yaş sınırının dışında olduğu görüldü_ Geri kalan 454 olguda, suç işlediği iddiasıyla muayeneye gönderilen çocukların büyük bir çoğunluğunun erkek (% 96.5), en sık suç işlenen yaşın 15 (% 39.7) ve 14 (% 33_9), en sık işlenen suçun hırsızlık (% 54.4) olduğu, olguların % 95.6'sının işlemiş oldukları iddia edilen suçun farik ve mümeyyizi olduklarının belirlendiği görüldü. Farik ve mümeyyiz olmadıkları belirlenen 20 (% 4.4) olgudan 2'sinde (% 10.0) zeka geriliği saptandığı, 1 Olunda (% 50.0) içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı se-bebiyle suçu işlemekten kaçınamayacakları, 6Sında 30.0) psikobiyolojik gelişimierinin kendilerini işledikleri suçtan koruyabilecek derecede ta-mamlanmamış olması nedeniyle, 2 çocuğun ise sağır ve dilsiz olmalarının da etkisiyle (% 10.0) farik-i mümeyyiz olmadıklarının belirlendiği görüldü. Sonuçlar diğer bölgelerde yapılan benzer çalışmalarla karşılaştırıldı.
In this study, 479 criminal children were sent to Forensic Medicine Divisional Directorateship for their discrimination and mental capacities to be sulted for child correction institutions. Twenty five children were out of the age range of examination of disc-rimination and mental capacity. Remaining 454 sub-jects were largely males (96.5 %). The large per-centage of criminal ages were 15 (39.7 %) and 14 (33.9 %) years of age. The most attempted erime was steeling and burglary (54.4 %). Of those 96.6 % were the age of discrimination and mental capacity and knowing attempted to the crimes. Twenty sub-jects, although they had the ages older than 11 years old, were below the discrimination and mental ca-pacity level. Among them two (10.0 %) were mentally retarded. Ten subjects (50.0 %) were inclined to at-tempt criminal temptations due ta their fawer socio-economic cultural type of living. Of those, six (30.0 %) of thern were lacking behind the psychobiological developments and unaware of the judgement of their criminal acts. The remaining two (10.0 %) subjects were deaf and dumb, and they were considered to have low level of discriminative ability and mental ca-pacity. This study when compared ta similar studles carried out else where in Turkey, it can be concluded that the type of erime attempted and the ratio of disc-riminative and mental capacity were of similar.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Tedavisinin Elektrokardiyografide Ventriküler Aritmogenez Parametrelerine Etkisi
İsa Ardahanlı, Okan Akyüz
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Tedavisinin Elektrokardiyografide Ventriküler Aritmogenez Parametrelerine Etkisi
The Effect Of HemodIalysIs Treatment On VentrIcular ArrhythmogenesIs Parameters In ElectrocardIography
Amaç: Hemodiyaliz (HD) hastalarında ventriküler aritmiler ve ani kardiyak ölüm (AKÖ) dahil kardiyovasküler olaylar birincil ölüm kaynağıdır. QT aralığı, QT dispersiyonu (QTd), TPe aralığı, TPe / QT oranı ve kardiyak-elektrofizyolojik denge (iCEB = QT / QRS) gibi EKG parametrelerinin kontrol edilmesi, yüksek aritmi ve SCD riski olan hastaların sınıflandırılmasında yararlı olabilir. Çalışmamız, HD seansı öncesi ve sonrasında elektrokardiyografik parametrelerdeki değişimi sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırmayı amaçladı.
Yöntemler: Çalışmaya 49 HD hastası ve 50 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Gruplar hemodiyaliz ve kontrol grubu olarak iki gruba ayrıldı. Hemodiyaliz grubunun EKG'leri diyaliz öncesi ve sonrası değerlendirildi. EKG verileri tarandı ve dijital bir platformda değerlendirildi. QT, cQT, QTd, TPe, TPe / QT, TPe / cQT, QT / QRS ve cQT / QRS ölçüldü.
Bulgular: Hemodiyaliz sonrası QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc ve QRS pre-HD'ye göre anlamlı olarak azalırken (her biri için p <0,05), diyaliz tedavisi sonrası HR, iCEB ve iCEBc anlamlı artış gösterdi (p <0,05 için her biri). Diyaliz öncesi EKG parametreleri ile kontrol grubu karşılaştırıldığında QT, cQT, QTd, cQTd, TPe ve iCEBc pre-HD'de anlamlı olarak daha yüksekti (her biri için p <0.05). Diyaliz sonrası EKG parametreleri karşılaştırıldığında, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB ve iCEBc değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (her biri için p <0.05).
Sonuç: HD hastalarında ventriküler repolarizasyon ve depolarizasyonu birlikte gösteren elektrokardiyografik parametreler değerlendirilerek aritmi ve ani kardiyak ölüm riski öngörülebilir.
Aim: Cardiovascular events, including ventricular arrhythmias and sudden cardiac death (SCD), are the primary source of death in hemodialysis (HD) patients. Checking ECG parameters such as QT interval, QT dispersion (QTd), TPe interval, TPe/QT ratio, and cardiac-electrophysiological balance (iCEB = QT/QRS) can be useful for classifying patients with high arrhythmia and SCD risk. Our study aimed to compare the change of electrocardiographic parameters before and after the HD session with the healthy control group.
Methods: A total of 49 HD patients and 50 healthy volunteers were included in the study. The groups were divided into two groups as hemodialysis and control group. ECGs of the hemodialysis group were evaluated before and after dialysis. ECG data were scanned and evaluated on a digital platform. QT, cQT, QTd, TPe, TPe/QT, TPe/cQT, QT/QRS, and cQT/QRS were measured.
Results: While QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc, and QRS decreased significantly after hemodialysis compared to pre-HD(p <0.05 for each), HR, iCEB, and iCEBc showed a significant increase after dialysis treatment (p <0.05 for each). Comparing pre-dialysis ECG parameters with the control group, QT, cQT, QTd, cQTd, TPe and iCEBc were significantly higher in pre-HD (p <0.05 for each). Comparing the ECG parameters after dialysis, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB, and iCEBc values were significantly higher than the control group (p <0.05 for each).
Conclusion: By evaluating the electrocardiographic parameters showing ventricular repolarization and depolarization together, the risk of arrhythmia and sudden cardiac death can be predicted in HD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
İshak Özkan, Emine İnci Tuncer, Naci Kemal Kırca, A. Zeki Güney, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
Immune Responses In Acute Stress And DepressIon Cases
Bu çalışma, akut stres ve depresyonda immünglobulin ve kompleman düzeylerine kapsamaktadır. Bu amaçla 22 ölümcül hasta yakınından, DSM-III Kriterlerine göre depresyon tanısı almış 22 hastada?: ve 22 normal insandan kan örnekleri alındı. Serurnlarda radial irnmün dijfüzyon yöntemi ile IgA, IgM, IgG, C3 ve C4 değerleri araştırddı. Bu değerlerle her üç grupta çoklu korelasyon analizleri yapıldı. Stres ve depresyonla serum 1gM, IgG, C3 ve C4 değerleri arasında bir ilişki bulunamadı. Depresyonda Ise serim IgA düzeyi kontrol grubuna göre önemli derecede artış gösterdi (p<0.05).
Immunoglobulin and complernent levels were studied in patients having acute stress and depression. The relatives of the patients (22 of them) who 12re either canser or myocardial infarcts were treated as stressed patients, and patients (22 of them) determined to be depressed by DSM-III criteria and 22 normal people respectively, were selected for !his study. Blood samples (5 mi) were taken from thern intravenou-sly. IgA, 1gM, IgG, C3 and C4 level of the sera were determined by radial irnmunodiffusion technique. The values were analyzed by multiple regression analysis and it was found that neither stress nor depression has any affeci or relationship with the serum IgM, IgG, and C3 and C4 levels. However, IgA levels in the sera of depressed patients significantly remained higher than the control group (p<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
Bilsev İnce, Zeynep Altuntaş, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen, Tuğba Sodalı
Olgu sunumu
Özeti
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
SupportIve DebrIdement TechnIque In The Treatment Of NecrotIzIng
fascIItIs: MultIple FascIotomy
Nekrotizan fasiit (NF) cilt, yumuşak doku, fasya ve kasların nekrozu
ile karakterize, fulminan seyirli olabilen enfeksiyoz bir hastalıktır.
Tedavi geniş debridman ve antibioterapi olmasına rağmen, hastanın
genel durumu, kanama diatezi, kullanılan ilaçlar gibi bazı nedenlerle
hastalara genel ve/veya blok anestezisi verilemeyerek debridman
yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda hastalarda yapılabileceklerle
ilgili sınırlı bilgi ve çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar, lokal
anestezi altında yapılacak erken fasyatominin hayat kurtarıcı
olabileceği yönündedir. Yetmiş altı yaşında erkek hasta sağ ön kol ve
kolda generalize ödem, eritem, büllü ve pürülan akıntılı lezyon tespit
edildi. Parmak testi pozitif olması üzerine NF tanısı konularak acil
operasyon planlandı. Ancak genel durum bozukluğu nedeniyle genel
anestezi verilemedi. Aspirin kullanımı nedeniyle blok yapılamadı.
Bunun üzerine lokal anestezi ile kol ve ön kola fasyotomiler açılarak
yaygın apse boşaltıldı ve kültür örnekleri alındı. Sonuç olarak NF
tedavi edilmediği takdirde ölümcül bir hastalık olup erken tanı, yeterli
debridman ve uygun antibiyotik tedavisi ile başarılı sonuçlar elde
edilebilmektedir. Ancak hızlı debridman yapılamadığı veya anestezi
verilemeyen hastalardaki NF’te çoklu fasyotomiler açılarak apsenin
boşaltılması, laboratuar bulgularında düzelme sağlayarak tedaviye
yardımcı olmaktadır. Bu gibi hastalarda fasyotomi debridman öncesi
yardımcı tedavi olarak uygulanabilir.
Necrotizing fasciitis (NF) is an infectious disease with a possible
fulminant course that it is characterized by necrosis of the skin, soft
tissues, fascia or muscle. Treatment involves extensive debridement
and antibiotherapy. Although, debridement may not always be
possible due to limitations in the administration of general and/or
block anesthesia in some patients based on such reasons as overall
health, bleeding diathesis or medications being used by the patient.
There is limited information or studies exploring possible options
in such patients, although those that are available support the lifesaving
advantages of early fasciotomies performed under local
anesthesia. A 76-year-old male patient was admitted with generalized
edema to the right forearm and arm, erythema, and a lesion with a
bulla and purulent discharge. An NF diagnosis was confirmed with a
positive finger test and emergency surgery was planned; however,
general anesthesia could not be administered due to the impaired
overall health status of the patient, who was using aspirin, preventing
blockage. Accordingly, the abscess was drained through arm and
forearm fasciotomies that were performed under local anesthesia,
and samples were obtained for culture.In conclusion, NF can be
fatal when left untreated, while successful results can be achieved
with early diagnosis, sufficient debridement and treatment with
appropriate antibiotics. That said, drainage of the abscess through
multiple fasciotomies can improve the laboratory findings and support
treatment in NF patients who cannot undergo rapid debridement or
can not tolerate general anesthesia. A fasciotomy may be performed
as a supportive treatment prior to debridement in such patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
Seda Özbek
Derleme
Özeti
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
SwIne OrIgIn Influenza A VIrus (h1n1) InfectIon: A RadIologIcal RevIew
Domuz kaynaklı influenza A virüsü ilk olarak saptandığı Nisan 2009 dan itibaren dünya çapında hızlı bir yayılım göstermiş ve ölüm vakaları giderek artmıştır. Bugüne kadar literatürde hastalığın oluşturduğu radyolojik bulguları içeren yayınların sayısı oldukça azdır. Bu yazıda amaç literatür bilgileri ışığında H1N1 enfeksiyonuna genel bir bakış yapmak ve radyolojik bulgulara ait bilgileri derlemektir.
Since it has first observed in April 2009, the swine origin Influenza A virus infection, spreaded worldwide and cases of dead increased. Untill now the number papers in literature about the radiological signs caused by the desease is extremely low. In this review we aimed to overview the H1N1 and collect the data in literature about radiological signs of the desease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastada Amlodipin Ve Valsartan+hidroklorotiazid İntoksikasyonu
Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Mehmet Sargın, Alper Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Çocuk Hastada Amlodipin Ve Valsartan+hidroklorotiazid İntoksikasyonu
AmlodIpIne And Valsartan+hydrochlorothIazIde ToxIcIty In ChIld
Kalsiyum kanal blokerinin yüksek doz alımı ciddi klinik sonuçlara
ve ölüme neden olabilir. 13 yaşındaki çocuk hasta intihar amaçlı
yüksek doz amlodipin ve valsartan+hidroklorotiazid alımına bağlı
gelişen belirgin hipotansiyon nedeniyle yoğun bakım ünitemize alındı.
Sıvı, kalsiyum glukonat, dopamin, dobutamin ayrıca glukoz ve insülin
ile başarılı olarak tedavi edilerek ileri komplikasyonların gelişmesi
önlenen hasta, yoğun bakım ünitemizden 8 gün sonra sağlıklı olarak
taburcu edildi.
Intake of high doses of calcium channel blocker can cause serious
clinical consequences and death. A child patient at 13 years old was
admitted to the intensive care unit because of significant hypotension
due to high-dose amlodipine and valsartan+hydrochlorothiazide
intake aiming commit suicide. The patient successfully treated with
fluid, calcium gluconate, dopamine, dobutamine in addition to insulin
and glucose was discharged from intensive care unit after eight days
healthy by preventing development of further complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Kesesindeki Bride Bağlı Gelişen Barsak
perforasyonu
Murat Çakır, Ebubekir Gündeş
Olgu sunumu
Özeti
Kasık Fıtığı Kesesindeki Bride Bağlı Gelişen Barsak
perforasyonu
InguInal HernIa Due To A Band AdhesIon WIthIn The HernIal Sac
Kasık fıtığı onarımı cerrahide sık uygulanan işlemlerden biridir.
Boğulmuş kasık fıtığı, Dünya genelinde cerrahların karşılaştığı en
sık ölüme yol açan cerrahi acillerden biridir. Kasık fıtığında en nadir
boğulma nedeni omental bant yapışıklığına bağlı meydana gelir.
Biz omental bant yapışıklığına bağlı fıtık kesesi içinde ince barsak
tıkanıklığı ve perforasyona neden olmuş boğulmuş kasık fıtığı
olgusunu sunduk.
Inguinal hernia repair surgery is one of the most common
procedures. Strangulated inguinal hernia is one of the most widely
performed surgical emergencies dealt with by surgeons worldwide.
Uncommonly, strangulation of the contents can occur due to other
causes like omental band adhesion. We reported a rare case
of strangulated inguinal hernia, brought about by an omental
band adhesion, causing closed loop small bowel obstruction and
perforation within the hernial sac in the inguinal canal.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Treatment Of Fractures Of The Fernoral Neck By Replacement WIth The Thompson ProthesIs
Haziran 1983-Eylül 1989 tarihleri arasında 51 femur boyun kırığı yakasına Thompson protezi uygulandı. Ortalama yaşları 64.8 olan hastaların 18'i erkek (9040), 33'ü kadın (%60) idi. Cerrahi işlem bütün hastalarda posterolateral girişle uygulandı. erken komplikasyon olarak bir ölüm, bir fibular sinir yaralanması ve bir dislokasyon meydana geldi. Değerlendirmeye alınan 34 hastanın ortalama takipleri 24 ay idi. Bunların 24 önde radyolojik değerlendirme yapıldı. Bir vakada asetabulurnda çökrne. bir vakada asetabulurrıda aşınma ve bir vakada da protezde gevşeme tespit edildi.
From June 1983 to September 1989, 51 patients with displaced fractures of the femoral neck were treated by Thornpson arihroplasty. The avarege age at operation was 64.8 years. There were 18 men (40 per sent) and 33 women (60 per cent) The postero-lateral approach to the hip was used at al! operations. There was one dead, one dislocation and one fibular nerve injury as early complication. The resulis after 34 hips studied at follow-up. Among 34 patients, 24 of !hem were controlled radiologically. One asetabular erosion, one asetabular protrusion and one loosening of prothesis were found as a lale complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya'da Sosy0-Ekonomık Duzey Farklılığı Gösteren İlkokul Çocuklarında Diş Sağlığını Etkıleyen Faktorler
Orhan Demireli, Selma Çivi, Necla Mısıroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Konya'da Sosy0-Ekonomık Duzey Farklılığı Gösteren İlkokul Çocuklarında Diş Sağlığını Etkıleyen Faktorler
Factors EffectIng The Dental Ilealth Of PrImary School ChIldren OrIgInatIng From DIfferent SocIo-EconomIe Levels In Konya
Diş çürükleri en sık rastlanan sağlık sorunlarındandır. Özellikle çocukluk döneminde en sık görülen 10 hastalık arasındadır. Memeli hayvanların dişlerinin dökülüp beslenememeleri ölüm nedenlerinden biridir. insanlarda çürük dişlerin tedavisi mümkündür, Ayrıca protez kullanma şansları olmasına rağmen, hiç bir protezin kişinin kendi dişlerine üstün olmayışı ve getirdiği ekonomik yük nedeni ile diş sığlığınğla koruyucu önlemler daima tedaviden üstün olmuştur. Araştırmamada, Konya*da sosyo-ekonornik düzeyi farklı ola,: iki ilkokulda 8 ile 12 yaşlar arasında toplam 152 çocukta diş sağlığına etki etmesi mümkün olabilen faktörler incelendi ve bu çocukların diş muayeneleri yapıldı. Bu çalışmada yalnız 9 (%5,9) çocukta çürük dişe rastlanmamıştır. Kızlarda erkeklere göre daha az 'sayıda çürük diş tesbit edilmiştir. Diş çürükleri ile anne-babanın eğitim düzeyleri arasında önemli bir ilişki bulunamamıştır (p>0.05). Kabuklu besinlerin dişlerle kırılınastyla clis çürükleri arasındaki ilişkinin önemli olduğu ortaya çıkmıştır (p<0.05). Sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan ilkokulda öğünler arasında iüketilen yiyeceklerin diş çürüklerini artırdığı tesbit edilmiştir (p<0.05). DAM." inele.ksi, iki ilkokuldan sosyo-ekonomik düzeyi düşük alanda 0.15 olarak saptandı. df indeksi, düşük sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda 5.59, diğer il-kokulda ise 5.0 olarak bulunmuştur. Sosyo-ekonoınik düzey farklılığı ile DıtIF ve df indeksleri arasında önemli bir fok bulunamaıntşur (P>0.05). Çürük prevalans hızı, düşük sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda %97.6, yüksek sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda ise %92.7 dir. Diş sağlığının korunması ve devamı için içme sularının florizasyonu, ilkokullarda diş sağlığı ile ilgli eğitim yapılması, kitle iletişim araçları ile halka eğitim verilmesi ve diş sağlığı sorunu belir-diğinde vakit kaybetmeden dis hekimine başvurınanm önemli olduğu belirlendi.
Carious tooth is one of the most prominent health prebletn. It is one of the ten diseases ıneet in the childhood period. Preventing form the disease 'is more casier and more economic ihan treating of them. This siu.dy had been compteted on 152 prirnary school Children of eight-twelve years old, Which were socially and economically different leıel. Various paraıneiers were detected by using khikare tesis. in the school which low socio-econoınical kvel index of DMF was 0.30, index rıJ q- was 5.59 and prevalance of carious tooih was 97.6 %. In the school was high socio-econoınicai level index of DMF was 0.15, index of df was 5.0 and prevalance of carious tooth was 92.7 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Emre Korkut, Alparslan Esen, Fatma Demiray, Yağmur Şener
Derleme
Özeti
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Dental Approach In The PedIatrIc Oncology PatIent
Çocukluk çağı kanserlerinin oranı son iki yıldır nispeten sabit
kalmış olmasına rağmen, erken tanı ve tedavi yöntemlerindeki
gelişmeler sayesinde ölüm oranlarında ciddi düşüşler olmuştur.
Günümüzde yaşanan tüm bu gelişmelere rağmen halen, kanser tanısı
alan çocukların %75’inden fazlası beş yıldan fazla yaşayamamaktadır.
Ağız ve diş sağlığı problemleri; kanser tedavisi öncesinde, sırasında
ve sonrasında çocuğun sağlığını ve yaşam kalitesini bozabilir. Bu
nedenle pediatrik diş hekimleri, bu hastaların ağız hijyeni ve diş
tedavi gereksinimlerinin sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Although it remains relatively stable childhood cancer rates
in the last two years, thanks to advances in early diagnosis and
treatment there has been a serious decline in the mortality rate.
Despite all these developments, it still experienced today that
children diagnosed with cancer 75% more than they can not survive
more than five years. Before cancer treatment, oral and dental health
problems may impair during and after the child’s health and quality of
life. Therefore, pediatric dentists, the provision of oral hygiene and
dental treatment needs of these patients have a very important place.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
Bayram Korkut, Hasan Gök, Gülay Korkmaz, Mehmet Tokaç, Mustafa Demirkıran, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
PredIctIon Of VentrIeular ArrhythmIas And Sud-Den CardIac Death After MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüsü (AMİ) geçiren 62 olgu hastaneden çıkmadan önce ekokardiyografi. Halter monitor , ve sinyal ortalamalz elektrokardiyografi (SOEKG) ile incelendi. Bir yıllık takip süresi içinde aritmi olayı (AD) (ani ölüm, ventriküler fihrilasyon, sürekli ventriküler taşikardi) yönünden değerlendirildi. AMI geçiren olgular, AO (+) [5 (%8).1 ve AO (-) [57 (%92)] gruplara ayrıldı. AD (+) grubun [sol ventrikül ejeksiyon fi•aksiyonu (LVEF): % 48±I 3.5 mmfigi tümünde (% 100) geç potansiyel (LP) po-I 'inde (%20) malign ventriküler aritmi (VA) 3 olguda (%60) LVEF S %40: AD (-) grupta (LVEF % 555±9.7) ise 28 olguda (%49) LP (+), 2(%3.5) nl guda malign VA ve 7 olguda (%12) LVEF%40 tesbit edildi (p<0,05, p>0.05, p<0.01). Bir yıllık takipleri esnasında, çalışma grubundaki LP (+) olan 33 ol-gunun ILVEF5_%40:6 (%18), malign VA 3(%9)] 5'inde (%15) ani ölüm, LP (-) olan 29 olguda [LVEF5_%40: 4(%13.7), malign VA (-)] ise ani ölüm tespit edilmedi (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Has-taneden çıkmadan önce VA tesbit edilen 14 olgudan 11 'inde (%78.5) LP (+), 5`inde (%35.7) LVEF-40 idi ve bir yıllık takipte 4 tanesinde (%28.5) ani ölüm oluşuren, VA tesbit edilmeyen ve 22 (%45.8) LP (+), 5 (%10) LVEF%40 olgusuna sahip 48 olgunun bir yıllık takibinde sadece 1 olguda (%2) ani ölüm gelişti (P<0.05, p<0.05, p<0.01). LVEF..040 olan ve has-taneden çıkmadan önce 6 (%60) LP (+), 1 (%10) ma-lign YA gösteren 10 olgunun 3'ünde (%30) ani ölüm LVEF>%40 olan ve 27 olguda (%51.9) LP (+), 2 olguda (%3.8) malign VA tesbit edilen 52 ol-gunun bir yıllık takibinde 2 tanesinde (%3.8) ani ölüm gelişti (p>0.05, p>0.05, p<0.01 ). Sonuç olarak AM! sonrası malign VA ve ani ölüm riskinin belirlenmesinde en fazla SOEKG olmak üzere 3 yöntemin de (SOEKG, eko-kardiyografi. Holter monitor) faydalı olabileceği ka-naatine varıldı.
In order to stratificate the risk of aı-rhythmi• events (AE) such as sudden cardiac death, vent-ricular fibrillation, sustained vertricular tach-ycardia in the first year after myocardial infarction, 62 patients were evaluated with echocardiography, Holter monitorisation and high resolution signal averaged electrocarcliography (H1-RES ECG). Patients were divided into 2 subgroups according ta presence on absence of AE [AE (+): 5 (%8), AE (-): 57 (%92)]. Patients with AE [(mean left ventriculaı-eje•tion fr-action (LVEF): % 48±I 3.5 showed 5 (%100) late potentials (LP). 1 (%20) malign VA and 3 (%60) LV dysfunction with LVEF 5 %40, while the other patients with AE (-) (LVEF % 55±9.7) had 28 (49%) LP (+), 2(%3.5) malign VA ve 7 (%12) LVEF5._%40 (p<0.05, p>0.05, p<0.0I ). During the 1 year follow-up, LP (+) patients (n=33) who had 6 (18%) LVEF%40 and 3(%9) malign VA showed 5 (%15) sudden death, while LP (-) patients (n=29) who had 4 (13.8%) VEF5_%40 but no malign VA, showed nn sudden death (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Patients with VA (n=14) who had 1 1(%78.5) LP (+) and 5.(%35.7) LVEF.40 showed 4 (%28.5) sud-den death in the first year after AMI, whereas pa-tients without VA (n=48) who had 22 (%45.8) LP ( +) and 5(%10) LVEF<%40 showed 1 (2%) sudden death (p<0.05, p<0.05, p<0.01 ). Patients with LVEF5_%40 (n=10), who had 6 (%60) LP (+) and 1 (%1 O) malign VA before hospital discharge evolved 3 (%30) sudden death, wheı-eas pa-tients with LVEF>%40 (n=52) who had 27 (%51 .9) LP (+) and 2 (%3.8) malign' VA before hospital dis•-harge, showed 2 (%3.8) sudden death in the one year follow-up period (p>0.05, p>0.05, p<0.01). In conclusion, in the risk stratification of arrhy-thmic events after AM!. alt of the thı-ee methods (ec-hocardiography, Holter, HI-RES ECG) are usefill where HI-RES ECG is more sensitive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
Kürşat Uzun, Şebnem Yosunkaya, Turgut Teke, Emin Maden, Zuhal Yavuz, Levent Kart
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Female PatIents WIth ObesIty HypoventIlatIon Syndrome
Obezite hipoventilasyon sendromu (OHS) hiperkapnik solunum yetmezliğinin (HSY) ve erken ölümün nedenidir. Bu çalışmada obstrüktif akciğer hastalığı olmayan HSY ile Göğüs hastalıkları yoğun bakım ünitesine yatırılan 29 kadın hastanın klinik ve laboratuar özellikleri tartışılmıştır. Hastaların yaş ort. 63.6±17.3 olup tümüne polisomnografi yapıldı. Hastaların ortalama vücut kitle indeksi (BMI) 41.7±9.4 idi. Tüm gece polisomnografisine göre ortalama apnehipopne indeksi 38.8±29.1, arousal indeksi 34.6±26.1 ve gece boyu saturasyon ortalaması 66.5±8.8 idi. 29 olgunun 23’üne evde kullanılmak üzere BiPAP cihazı verildi. Bu hastalara uygulanan BiPAP titrasyonunda ortalama IPAP 15.1±1.3 cmH2 O, EPAP basıncı 8.25±1.6 cmH2 O idi. Sonuç olarak noninvaziv mekanik ventilasyon OHS’da mortalite ve morbiditeyi azaltan önemli bir tedavi olduğu gözlenmiştir.
Obesity hypoventilation syndrome (OHS) is a reason of hypercapnic respiratory failure (HRF) and early death. In this study, the laboratory and clinical characteristics of 29 female patients who did not have obstructive pulmonary disease and admitted to pulmonary medicine intensive care unit due to HRF were evaluated. The mean age of the patients was 63.6±17.3 and polysomnography was applied to all of them. The mean body mass index (BMI) of the cases was 41.7±9.4. According o all night polysomnography the mean apnea-hypopnea index was 38.8±29.1, arousal index was 34.6±26.1 and the mean night saturation was 66.5±8.8. BIPAP/CPAP was given to 23 of 29 cases to use at home. The BIPAP titration of the patients demonstrated a mean IPAP of 15.1±1.3 cmH2 O and a mean EPAP pressure of 8.25±1.6 cmH2 O. In conclusion, it was observed that NIV is a therapy that decreases the morbidity and mortality in cases with OSH.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Taze Donmuş Plazma İle Hızla Düzelen Ağır Bir Herediter
anjiyo Ödem Atağı
Habibullah Aktaş, Can Ergin
Olgu sunumu
Özeti
Taze Donmuş Plazma İle Hızla Düzelen Ağır Bir Herediter
anjiyo Ödem Atağı
A Severe HeredItary AngIoedema Attack RapIdly Improved WIth Fresh
frozen Plasma
Herediter anjio ödem otozomal dominant geçişli genetik bir
hastalıktır. C1 inhibitör (C1INH) eksikliği sonucu oluşur. Solunum
yollarında ödem ve bronkospazm ciddi boyutlara ulaşabilir ve tedavi
edilmezse ölümle sonuçlanabilir. Bu makalede,travma sonrası yüzde
ve üst solunum yollarında şiddetli bir anjio ödem ve ağır bir solunum
sıkıntısı yaşayan, taze donmuş plazma infüzyonu ile hızla düzelen bir
herediter anjioödem olgusu sunuyoruz.
Hereditary angioedemais a genetic autosomal dominant disease
caused by C1-esterase inhibitor protein (C1INH) deficiency that
sometimes results in death due to obstruction of upperair ways from
severe edema. Here in, we present a young male,who secon dition
was known before, faces a severe brea thing difficulty because of
uvula and diffuse face edema after a minor travma on his head. His
condition rapidly and complete lyimproved with in 2 hours after two
units of fresh frozen plasmain fusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Aydin Akyuz, Ramazan Uygur, Seref Alpsoy, Veli Caglar, Dursun Cayan Akkoyun, Bilal Burak Baltaci
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Anomaly Of RIght Coronary, Lad, And Cx ArterIes OrIgInatIng From
rIght SInus Valsalva
Tek koroner arter bütün koroner arter anomalileri içerisinde
yaklaşık olarak % 2-4 oranında gözlenir. Bizim vakamızda, 48
yaşında bayan hastada egzersize bağlı göğüs ağrısı ve yorgunluk
vardı. Hastanın egzersiz elektrokardiogramında 9 mets iş gücünde ST
depresyonu sonrası, biz koroner anjiografide orijinal sol ana koroner
arterin yerinde olmadığını sol ön inen arterin ve sirkumfleks arterin
sağ sinus Valsalvadan sağ koroner arterle birlikte çıktığı çok nadir bir
tek çıkışlı koroner arter anomalisi olduğunu gösterdik. Medikal tedavi
olarak beta bloker ile hastanın semptomları düzeldi. Bu tip koroner
arter anomalileri oldukça seyrektir ve ani ölüm sebebi olabilir.
Single coronary artery is observed in approximately 2-4% of all
coronary artery anomalies. In our case, 48 years old female patient
had exercise-induced angina pectoris and fatigue. After her exercise
electrocardiogram revealed ST depression during 9 mets, we
demonstrated a single coronary artery as an extremely rare anomaly
of coronary artery in which there was no original left main artery as
well as right coronary artery, left anterior descending and circumflex
arteries were originated from right sinus Valsalva. On medical
treatment with beta blocker, her symptoms had recovered. This type
of coronary anomalies is very infrequent and may be a reason of
sudden death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
Baykal Tülek, Levent Tabak
Araştırma makalesi
Özeti
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
RelatIonshIp Of Nocturnal DesaturatIons And DaytIme Pulmonary FunctIons In Duchenne Muscular Dystrophy
Amaç: Duchenne müsküler distrofi (DMD) ölüm nedeni genellikle solunum yetmezliği olan, ilerleyici, kalıtımsal bir nöromüsküler hastalıktır. Uyanıklıktaki solunum yetmezliği öncesinde genellikle uykuda hipoventilasyon mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; DMD’li hastalarda noktürnal desatürasyonların varlığını ve ağırlığını değerlendirmek ve noktürnal desatürasyonlar ile ilişkili gün içi solunum fonksiyon parametrelerini saptamaktı. Gereç ve yöntem: Gecelik oksijen satürasyon izlemi, uyku apne-hipopne sendromu taramasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışma yöntemi olarak uyanıklıkta yapılan solunum fonksiyon testleri (spirometre, maksimum volanter ventilasyon, maksimum ağız içi basınçları, arter kan gazları) ile gece boyu oksimetre sonuçlarının prospektif karşılaştırılması seçildi. Klinik olarak stabil, ortalama yaşları 13,83±1,86 olan 14 DMD’li hasta çalışmaya alındı. Bulgular: Dokuz hastada (%64), en düşük oksijen satürasyon < %85, 10 hastada ise (%71) desatürrasyon indeksi > 5 olarak saptandı. Desatürasyon indeksi ile maksimum inspiryum basıncı (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= - 0,730, p<0,01) ve FEV1 (r= -0,664, p<0,05) arasında anlamlı ilişki saptandı. Bununla beraber, lojistik regresyon analizi yapıldığında gece boyu desatürasyonların, gündüz solunum fonksiyon testlerinin sonuçlarıyla öngörülemeyeceği saptandı. Sonuç: Klinik olarak stabil olan DMD’li hastalarda uykuyla ilişkilidesatürasyonlar sıklıkla mevcuttur. Gecelik desatürasyonlar, gün içi solunum fonksiyon testleri ile öngörülemez. DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili yakınmaların (baş ağrısı, uykuluk, vs.) yokluğunda bile DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili solunum bozukluklarından şüphelenilmeli ve araştırılmalıdır.
Duchenne muscular dystrophy is a progressive, hereditary neuromuscular disease with the cause of death usually occurring because of respiratory failure. The development of respiratory failure during wakefulness usually preceded by hypoventilation during sleep. The aim of this study were to assess the presence and severity of nocturnal desaturations and to determine the parameter of daytime lung function associated with nocturnal desaturations in patients with DMD. Material and method: The monitoring of overnight oxygen saturation is widely used for sleep apnoea-hypopnea screening. As our method we choosed aprospective comparison of wakeful respiratory function tests (spirometry, maximum voluntary ventilation, maximal mouth pressures, arterial blood gases) with outcomes of overnight oxymetry. Fourteen clinically stable patients with DMD, mean age (±SD) 13,83 ± 1,86 were studied. Results: The lowest oxygen saturation < 85% was present in 9 (64%) patients and oxygen desaturation index > 5 was found in 10 subjects (71%). Desaturation index was significantly related to maximum inspiratory pressure (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= -0,730, p<0,01) and FEV1 (r= 0,664, p<0,05). However logistic regression analysis showed that overnight desaturations could not be reliably predicted from the daytime pulmonary function test results. Conclusion: Sleep-related desaturations are freguently present in clinically stable patients with DMD. Overnight desaturations can not be predicted from daytime respiratory function tests. Even in the absence of sleep-related symptomatology (headache, somnolence, etc.), sleep related respiratory disturbances should be suspected and searchhed in DMD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
Ahmet Yılmaz, Önder Akkaş, Meral Bayar, Hakan Uslu, Kemalettin Özden
Araştırma makalesi
Özeti
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
The InvestIgatIon Of CryptosporIdIum Spp. In PatIents WIth DIarrhea
by MIcroscopIc And ElIsa Methods
Cryptosporodium spp. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
ishale neden olan parazitler arasında hala önemli bir yere sahiptir.
İmmün sistemi baskılamış bireylerde ölümcül ishallere neden
olabilen, zorunlu olarak hücre içi yerleşim gösteren bir protozoondur.
Bu çalışmada hastanemizde kronik ve akut ishal ön tanısı almış
hastalarda etken olarak Cryptosporidium spp.’nin araştırılması,
etkenin tanısında Modifiye Asit Fast boyama ve ELISA (Enzim Linked
Immunassay Absorbant) yöntemini birlikte uygulayarak iki yöntemin
sonuçlarını karşılaştırmak amaçlanmıştır. Kasım 2013-Mayıs 2014
tarihleri arasında Erzurum Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi kliniklerinden Mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen
86 ishalli dışkı örneği araştırma kapsamına alınmıştır. Çalışma
grubundaki dışkı örneklerine aynı gün Modifiye Asit Fast boyama
yöntemi uygulanarak mikroskopta 100X objektifde incelendi.
Toplanan dışkı örneklerinin bir kısmı ise hiçbir koruyucu madde ilave
edilmeden ependorflara alınarak -20 °C’de saklandı. Saklanmış bu
örnekler daha sonra Cryptosporidium antijenlerini aramaya yönelik
hazırlanmış ELISA yöntemiyle çalışıldı. Kit üretici firmanın önerdiği
şekilde uygulandı. Değerlendirme 450 nm dalga boyunda ELISA
okuyucusunda yapıldı. Yaşları 0-83 arasında değişen 43 kız, 43
erkek bireylerden oluşan 86 kişiye ait gaita örneklerinde toplam 6
örnekte Modifiye Asit-Fast boyama ile pozitif sonuç saptanırken,
ELISA yöntemiyle 8 örnekte pozitiflik saptanmıştır. ELISA yöntemiyle
pozitiflik saptanan olguların 4’ü (%50) erkek, 4’ü (%50) kız idi.
Modifiye Asit Fast boyama yönteminde ise pozitiflik saptanan olgular
2’si erkek (%33.3), 4’ü kız idi (%66.7). Sonuç olarak, dışkıda özgül
antijen arayan ELISA’nın maliyeti, boyama yöntemine göre yüksek
olmasına rağmen, uygulamada sağladığı avantaj, çok sayıda örneğe
birlikte uygulama kolaylığı sağlaması ve hızlı sonuç vermesi gibi
nedenlerle ELISA yönteminin Cryptosporidium tanısında tercih
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Cryptosporidium spp. has still an important place among
parasites which are the main reason of diarrhea both developing and
developed countries. It is an obligate intracellular protozoan that may
lead fatal diarrhea in immune-suppressed persons. In this study, our
aim was to investigate the presence of Cryptosporidium oocysts as
an agent in pre-diagnosed patients with chronic and acute diarrhea
by using both Modified Acid Fast Staining and ELISA methods. For
our study, 86 diarrheal stool samples were collected which were sent
from Ataturk University Medical Faculty Research and Application
Hospital Clinics to Microbiology Laboratory between December 2013
and May 2014. At the same day, Modified Acid Fast Staining method
was performed to stool samples and examined under the microscope
(with 100X magnification). A small pieces of feces were placed in
eppendorf tubes without adding any preservatives and stored at
-200
C. After a while, ELISA method was performed to these stored
samples for detecting Cryptosporidium antigens. Kit was performed
as recommended by the manufacturer and the results was evaluated
with ELISA reader at 450 nm. A total 6 of samples by Modified Acid
Fast Staining and 8 samples by ELISA were detected as positive in
stool samples of 86 patient (43 female and 43 male) having age range
of 0-83 years. Four (50%) positive samples, which were detected by
ELISA, were belong to either female or male patients. For Modified
Acid Fast Staining, 2 (33.3%) of positive samples were belong to
male patients, 4 (66.7%) of positive samples were belong to female
patients. As a consequent; although ELISA method is costly than
staining method, we suggest that ELISA method should be preferred
for Cryptosporidium diagnosis because of the advantages including
quick results and ease of application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Hasan Acar, Saadet Demirören
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Two Types Of ChronIc MyeloId LeukemIa In ChIldhood, Two Cases Report.
Kronik myelositer lösemi (KML) çocukluk çağı lösemilerinin %2-5’ini oluşturur. Adult tip ve juvenil tip şeklinde iki formu vardır. Juvenil tipi (J-KML) çocukluk çağı tüm myelodisplastik sendrom vakalarının %18’ini oluşturmaktadır. Adult tip ise (A-KML) çocukluk çağında juvenil tipten iki kat daha fazla görülür. Lökositoz, splenomegali, lenfadenopati, periferik yaymada kemik iliği elemanlarının görülmesi ortak bulgulardır. Ciltte döküntü, monositoz, fetal hemoglobinin %10’dan fazla oluşu ve Philadelphia (Ph) kromozomunun olmayışı J-KML için tipik bulgular olup, kemik iliğinde megakaryosit ve eozinofilik serinin artmış olması, lökosit sayısının 100000/ mm 3 den fazla oluşu ve Ph kromozomu varlığı A-KML için karakteristik bulgulardır. Çocukluk çağında kronik lösemilerin nadir görülmesi dolayısıyla, bahsedilen bulgulara sahip, biri üç yaşında olup juvenil tip, diğeri dört yaşında olup adult tip KML tanısı alan iki vakayı literatür bilgilerini gözden geçirerek sunmayı düşündük.
Chronlc myeloid leukemia accounts for 2-5% of cases of childhood leukemia. There are two types: adult type (A-CML) and juvenile type (J-CML). Juvenile type accounts for 18% of cases of the childhood myelodysplastic syndrome. Adult type is seen in the childhood period two fold of juvenile type. Leucocytosis, splenomegaly, lymphadenopathy, bone marrow elements in the periferic smear are the common findings. Skin rash, monocytosis, fetal hemoglobin above 10% and absence of Philadelphia (Ph) chromosome are the typical findings of J-CML and increase in the number of the megakaryocytic and eosinofilic series in the bone marrow, leucocytosis above 100.000/mm 3 and existence of Ph chromosome are the typical findings of A-CML. Since the chronic leukemia cases are rarely seen in the childhood period, we aimed to present two cases having mentioned symptoms, one of which is a 3 years old boy diagnosed as J-CML, the other is 4 years old boy diagnosed as A-CML.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Antidiyabetiklerin Kardiyovasküler Etkileri
Ahmet Soylu, Bülent Behlül Altunkeser
Derleme
Özeti
Oral Antidiyabetiklerin Kardiyovasküler Etkileri
CardIovascular Effects Of Oral AntIdIabetIc Drugs
Koroner arter hastalığı gelişimi için oldukça önemli ir risk faktörü olan diyabetes mellitusun (DM) %90’dan fazlasını tip-2 diyabet oluşturur ve bu hastaların çoğu oral antidiyabetik tedavi almak zorundadır. Tip-2 DM’da esas ölüm nedeninin kardiyovasküler hastalıklar olduğu düşünüldüğünde bu hastalarda kullanılacak ilaçların kardiyovasküler (KV) sistem üzerine olan etkilerinin iyi bilinmesi gerekir. Bu yazıda doğrudan veya dolaylı yoldan çeşitli KV etkilere sahip oldukları bilinen oral antidiyabetiklerin bu etkilerine genel bir bakış sunulmaya çalışılmıştır.
Type 2 diabetes makes up more than 90 percent of diabetes mellitus (DM) being of a quite significant risk factor fort he development of coronary arter disease and most of these patients are required to take oral antidiabetic treatment. Upon considered that the main cause of the deaths in type 2 DM is cardiovascular diseases it is necessary that the effects of the drugs used for thesepatients on cardiovascular system be well-known to have various direct and indirect cardiovascular effects over these influences.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Ali Acar, Osman Balcı, Fedi Ercan, Cemre Alan, Berkan Sayal, Fatma Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Fundal Serosal Placental FIeld SuturIng In UterIne Atony;
analysIs Of 5 Cases
Postpartum kanama (PK) dünya çapında da her yıl maternal
ölümlerin %25-30’undan sorumludur. Gelişmekte olan ülkelerde
maternal mortalite ve morbiditenin en önemli nedenidir. Primer PK’nin
de en sık nedeni uterin atonidir (UA). UA’ye yaklaşım öncelikle geniş
damar yolu açılması ve mesane kateteri takılması ile başlar. Medikal
tedaviye yanıt alınamayan hastalarda uterin tamponat, kompresyon
sütürleri, gerekli vakalara uterin arter ligasyonu/embolizasyonu veya
hipogastrik arter ligasyonu uygulanır. En son ve istenmeyen müdahale
ise histerektomidir. Acil peripartum histerektomi oranı yaklaşık
%0.020-%0.509 arasındadır. Christopher B-Lynch’in uterin atoniye
histerektomi uygulamamak için 1997’de uterusa sütürler attığını
görmekteyiz ve bu teknik literatüre B-Lynch tekniği olarak geçmiştir.
Bu tekniğin ardından uterusa farklı sütürler atarak histerektomiyi
önlemeye yönelik çeşitli sütür teknikleri tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bu olgu serisinde fundal serozal plasental alan sütürasyonu
kullanılarak tedavi edilen, klasik yöntemlere cevap vermeyen 5 uterin
atoni vakasının sonuçları paylaşılmaktadır.
Postpartum hemorrhage (PH) is responsible for 25-30 percent
of maternal deaths worldwide. PH is the most important reason
of maternal mortality and morbidity in developing countries. The
most frequently reason of primary PH is uterine atony (UA).
Approach for uterine atony starts with large intravenous and
urinary catheterization. For the patients who don’t respond medical
treatment, uterine tamponade, compression sutures, if necessary
uterine artery ligation-embolization or hypogastric artery ligation is
applied. The last and the most unwanted procedure is hysterectomy.
Urgent peripartum hysterectomy rate is about %0.020-%0.509. We
observed that Christopher B Lynch used sutures for uterus for not
to perform hysterectomy and this technique is sited as B-Lynch
technique in literature. After this procedure, by using different
sutures for uterus to avoid hysterectomy, various suture techniques
are tried to be defined. In this case series, we shared data of uterine
atony hemorrhage control which was provided by use of fundal
serosal plasental field suturation for 5 uterine atony cases ,who don’t
respond classical modalities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
Meltem Energin, Ekrem Ünal, Ülkühan Kaya, Tamer Baysal, Yavuz Köksal, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
The InformatIon Levels Of The Mothers About DIarrhe, Whose ChIldren Have Been AdmItled To An UnIversIty HospItal
Amaç: İshal, özellikle gelişmekte olan ülkelerde çocuk hastalıklarının ve ölümlerinin önde gelen nedenlerindendir. İshal sonucu olan dehidratasyon önlenmez ise ölüm ile sonuçlanabilir. Çocukların ishalden korunmasında ve dehidratasyon başlamadan yeterli sıvı ve elektrolitin yerine konmasında annelere önemli görevler düşmektedir. Gereç ve yöntem: Annelerinin ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkındaki bilgi düzeylerinin araştırılması amacıyla hastanemize başvuran hastaların annelerine ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkında sorular içeren anket uygulandı. Anket sonuçları annelerin sosyoekonomik düzeylerine ve eğitim durumuna göre değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya yaşları 17 ile 50 yaş (ortanca, 32 yıl) arasında değişen 250 anne katıldı. Annelerden 77’si (%30,8) gelir düzeyi yüksek iken, 98’i (%39,2) orta gelir düzeyine ve 75’i (%30) düşük gelir düzeyine sahipti. Annelerin yaklaşık yarısı ilkokul mezunu idi. Araştırma kapsamındaki 190 anne (%76) ishali çocuklar için öldürücü bir hastalık olarak görürken, en sık tercih edilen korunma yöntemi hijyene dikkat etmek olduğunu, annelerin %26,8’i korunma hakkında bilgisi olmadığını belirtti. Annelerin çocukları ishal olduğunda en sık tercihleri; sulu gıdalar vermek (%55,6) ve doktora götürmekti (%24,4). Ankete katılan annelerin %93,6’ sı çocukları ishal olduğunda sıvı gıdaları arttıracağını, %88,4’ü ise anne sütünün kesmeyeceklerini belirtti. Oral rehidratasyon sıvısını annelerin %76,4’ü biliyordu ve bu bilgiyi sıklıkla sağlık kurumu (%42) ve yayın organlarından (%18,8) öğrendiği saptandı. Yedi annenin (%2,8) ishalden çocuğunu kaybettiği öğrenildi. Sonuç: Yirmi birinci yüzyılda halen ishalden çocuk ölümlerinin olması nedeni ile gerek birinci basamak sağlık hizmetlerinde ve gerekse medyada eğitime zaman ayrılmalı ve anneler ishal konusunda bilinçlendirilmelidir. Ailelerin oral rehidratasyon sıvısına kolay ulaşması sağlanmalıdır.
Aim: Diarrhea is one of the most common causes of mortality and morbidity in childhood, especially in developing countries. Dehydration related to diarrhea can be mortal if it could not be prevented. Mothers play important role in preventing children from diarrhea and replacing fluid and elect rolytes before the dehydration. Material and Method: Information levels of the mothers about diarrhea and oral rehydration solution were extracted from an questionnaire form. The results of the questionnaire were investigated according to socioeconomic, educational levels of the mothers. Results: In the study, 250 mothers’ answers (ages varied 17 to 50-years-old, median; 32-years-old) were evaluated. Seventy-seven (30.8%) of the mothers were from upper-socioeconomic-class 98(39.2%) were from middle-socioeconomic-class, and 75 (30%)were from lower-socioeconomic-class. Approximately, half of the mothers were graduated from primary school. 190 (76%) of mothers pointed out that diarrhea is a mortal disease and the most common protection practice is to be aware of hygiene, whereas 26.8% of the participants remarked that they did not have any idea for protection from diarrhea. The most common method that the mothers choose when their children had diarrhea was juicy drinks (55.6%), and application to medical center (24.4%). 93.6% of the mothers remarked that they should increased intake of juicy drinks and 88.4% remarked that they did not stop breast feedings when their children had diarrhea. Oral rehydration solution was known by 76.4% of the participants, and this knowledge had been achieved from a medical center (42%) and broadcast media (18.8%). Seven of the mothers (2.8%) had a history of child death related to diarrhea. Conclusion: Since diarrhea still remains one of the most common causes of mortality in childhood in the twenty-first century, the mothers must be instructed, and much time must be allowed in primary medical center and media for education about diarrhea. Unlabored achievement to oral rehidration solution must be provided for the parents.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
İhsan Çetin, Mahmut Tahir Nalbantçılar, Birsen Yılmaz, Kezban Tosun, Aydan Nazik
Araştırma makalesi
Özeti
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
CorrelatIon Of Trace Element Levels In DrInkIng Water WIth Body
composItIon Of ChIldren
Su ile alınan minerallerin iyon şeklinde görünmeleri ve sindirim
yolunda hemen emilmelerinden dolayı içme suyu, mineral alımında
önemli bir kaynak olmaktadır. Ancak içme suyundaki eser element
seviyelerinin, çocukların vücut kompozisyonları ile nasıl bir ilişki
içinde olduğu henüz kapsamlı bir araştırmaya rastlanmamıştır. Bunun
üzerine bu çalışmada, içme suyundaki klinik olarak önemli eser
element seviyeleri ile Batman’daki çocukların vücut kompozisyonları
arasındaki ilişkiyi değerlendirme amaçlandı. Araştırmanın örneklemi,
Batman Bölge Devlet Hastanesi Diyet Polikliniği’ne başvuran
beden kütle indeksi (BKİ) ile persentil eğrilerine göre fazla kilolu,
obez ve normal kilolu olarak 20 kişilik gruplara ayrılan 13-18 yaş
aralığındaki (ortalama yaş 15.9±1.68) kız çocuklarından oluşturuldu.
İndüktif eşleşmiş plazma spektrometresi kullanarak, belediyenin
ve şahısların kuyularındaki sulardan alınan örneklerde lityum (Li),
nikel, kurşun (Pb), silisyum, kalay, stronsiyum (Sr), bor, alüminyum
(Al), baryum ve rubidyum seviyeleri ölçüldü. Vücut kompozisyonu
ölçümleri biyoelektrik empedans cihazı (Tanita BC 418) ile
gerçekleştirildi. İçme suyundaki lityum seviyeleri, bütün çocuklarda
BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde pozitif korelasyon
göstermiştir. Benzer şekilde, içme suyundaki kurşun seviyeleri
de çocuklarda BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Son olarak, içme suyundaki Al ve
Sr seviyeleri, çocuklardaki vücut ağırlığı, BKİ, yağ yüzdesi ve vücut
kompozisyonunun dahil olduğu birçok değişken ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Elde edilen bu bulgulara göre; suyun
içeriğinde bulunan Li, Pb, Al ve Sr seviyelerinin 13-18 yaşlarındaki
çocukların vücut kompozisyonları ile ilişkili olduğu önerilebilir.
Drinking water is a significant source in mineral intake due to
the fact that waterborne minerals are present in ionic form and are
instantly absorbed by the gastrointestinal tract. However, up until
now, no comprehensive research has been encountered about how
levels of trace elements in drinking water are related with body
compositions of the children. Thereupon, in this study, it was aimed
to assess the relationship between clinically important trace element
levels in public drinking water and body composition of the children
in Batman. The universe of the study consisted of female children,
at the age range of 13-18 (mean age 15.9±1.68), who were divided
into overweight, obese and normal weight groups of 20 participants,
according to body mass index (BMI) and percentile curves, and
who applied to Batman Regional State Hospital Diet Policlinic. The
levels of lithium (Li), nickel, lead (Pb), silicon, stannum, strontium
(Sr), boron, aluminium (Al), barium and rubidium were measured
in water samples obtained from municipality and individual wells
by employing inductively coupled plasma spectrometry. Body
composition measurements were performed by means of bioelectrical
impedance analysis (Tanita BC 418). Li levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and
fat percentage in all children. Similarly, Pb levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and fat
percentage in children. Finally, Al and Sr levels in drinking water
showed significantly positive correlations with body weight, BMI, fat
percentage and several variables of body composition in children.
According to the findings obtained, it may be suggested that there is
a relationship between Li, Pb, Al and Sr contents in drinking water
and body composition of children aged 13-18.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Hasan Solak, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Dıagnosıs And Treatment Methods In Bronchıc Cancers
Bronş kanserlerinin morbiditesi, genel kanser morbiditesi içinde yaklaşık %20'lik bir orandadır. Bu oranla bronş kanserleri sıralamada gastrointestinal kanserlerden sonra ikinci sırayı almaktadır. Bazı istatistiklerde erkeklerde ilk sırayı almaktadır (4). Son yıllarda diğer kanser türlerinde duraklama - şayet varsa çok az bir yükselme - gözlenirken, bronş kanserlerinde aşırı oranda yükselme dikkati çekmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda, kanserden ölenlerin 1/3 - 4'ünde sebep; bronş kanserleridir (2).
In this article, we researched 87 patients in our clinic with primary bronch carcinoma for diagnosis and treatment methods. Seventy-five of the cases were men (86.2 %) and 12 of them (13.7 %) were women. 72 of thern smokers of different numbers and times. 15 of the cases were passive smokers. Most of the patients were applied often 5 or more months that the symptoms began because of the patients' uneducation and the physicians uncare. In our research, the best diagnostic technic is the endoscopy and biopsy together in 69 cases (79.3 %). Thoracotomy were applied in 25 cases. We couldn't know about the 5 years survey because the patients never come to control. The mortality rate was 4 % with 1 death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastane İnfeksiyonu Profilaksisinde Selektif Digestif Dekontaminasyon
Cüneyt Kuru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hastane İnfeksiyonu Profilaksisinde Selektif Digestif Dekontaminasyon
SelectIve DIgestIve DecontamInatIon In HospItal InfectIon ProphylaxIs
infeksiyon yoğun bakım ünitelerinde yatan has-talarda sık rastlanan ve hayatı tehdit edici komp-iikasyonlann başında gelir. Multiorgan yetmezliği bu hastalarda en sık rastlanan ölüm sebebidir ve çoğunlukla infeksiyon kaynaklıdır (1). On yıldır yapılagelen araştırmalar ünitelerin tipine ve altta yatan hastalığın ciddiyetine göre bu hastalarda 0/ 10 ile %50 oranında infeksiyon geliştiğini göstermiştir (2,3). Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) kafış süresi ile infeksiyon gelişme riski arasında da bir ilişki söz ko-nusudur. YBÜ' ne girişten beş gün sonra %50 , on gün sonra ise %90 oranında infeksiyon geliştiği , bu infeksiyonların %50-80'inin gram(-) bakteriler, %20- 40'ının ise gram(+) bakteriler tarafından oluşturuldukları bildirilmektedir (4,5).
It is one of the most common and life-threatening complications in patients hospitalized in infectious intensive care units. Multiorgan failure is the most common cause of death in these patients and is mostly caused by infection (1). Studies conducted for ten years have shown that infection develops between 0/10 and 50% in these patients, depending on the type of units and the severity of the underlying disease (2,3). There is also a relationship between the duration of the head in the intensive care unit (ICU) and the risk of developing infection. It has been reported that infection occurs at a rate of 50% five days after admission to the ICU and 90% after ten days, 50-80% of these infections are caused by gram (-) bacteria and 20-40% by gram (+) bacteria ( 4.5).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Kamil Hakan Doğan, Yusuf Aynacı, İdris Deniz
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
MedIcal PractItIoners' Approach To ForensIc Cases And ForensIc Reports In Konya ProvInce - A QuestIonnaIre Study
Amaç: Bu çalışma, acil servis çalışanı hekimlerin adli olgulara ve adli rapor düzenlenmesine yaklaşı-mını ve bu konularla ilgili yaşadığı sorunları tespit etmek ve çözüm önerileri sunmak amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Konya ve çevresinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerin acil servislerinde ve 112 Hızır Acil servislerinde çalışan ve "Acil Hekimliği Sertifika Programı Temel Modülü Eğitimi"ne katılan pratisyen hekimlere, eğitim öncesi, anket formları uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan hekimlerin %85.2’si mezuniyet öncesi adli tıp eğitiminin yeterli olmadığını belirtmişlerdir. Mezuniyet sonrasında adli tıp ve rapor konusunda eğitim alanların oranının ise %20.1 olduğu görülmektedir. Hekimlerin %42.4’ü adli raporun "tanıyı ilk koyan hekim tarafından" verilmesinin gerektiğini, %84.3’ü hastasının adli olgu olması nedeniyle fazladan bir tedirginlik yaşadığını, %66.8’i çalıştıkları birimlerde sadece adli olgulara bakan bir birim oluşturulması gerektiğini ancak bu gruba katılmak istemediklerini belirtmişlerdir. Hekimlerden, Türk Ceza Kanunu’nda yara ağırlığının belirlenmesi ile ilgili "yaşamsal tehlike", "basit tıbbi müdahale" ve "kemik kırığının yaşam fonksiyonlarına etkisi" konusunda yanlış değerlendirme yapanların oranının yüksek olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Acil servis çalışanı pratisyen hekimlerin adli olgu ile karşılaşma oranı yüksek olmasına rağmen, adli rapor yazımı hususunda eğitim ve bilgi yetersizliği nedeniyle tedirginlik yaşadıkları anlaşılmaktadır. Yaşanan tedirginliği gidermek ve objektif kriterlere uygun adli rapor düzenlenmesi için özellikle acil servis çalışanı pratisyen hekimlere adli rapor düzenleme, yara ağırlık kriteri olarak kullanılan kavramlar ve adli olguya yaklaşım konularında uygulamalı eğitim verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Aim: The aim of the present study was to investigate the medical practitioners' approach to forensic cases and to composing forensic reports and to determine the problems they face regarding these issues and to present suggestions for solutions to problems. Material and Method: Questionnaire forms were administered to practitioners working in emergency services and 112 Hizir Acil (swift emergency ambulance and first aid) services of hospitals affiliated with the Ministry of Health in the Province of Konya and around and who participated in "Emergency Medical Service Certificate Program Basic Module Training" before their training. Results: 85.2 % of the practitioners who participated in the study stated that the undergraduate forensic medicine training was not adequate. It was seen that the percentage of the practitioners who received training on forensic medicine and report after graduation was 20.1 %. Among the subjects, 42.4 % of the practitioners stated that the forensic report should be prescribed by "the medical practitioner who made the first diagnosis", 84.3 % of the practitioners stated that they experienced an uneasiness because of the fact that the patient was a forensic case, 66.8 % stated that a unit which dealt with only forensic cases should be set up in the units they worked, however, they did not want to take part in that group. It was determined that, of the practitioners, the number of the ones who made wrong assessments regarding the issues in the Turkish Penal Code such as "vital danger", "simple medical intervention" and "the effects of bone fractures on life functions" was high. Conclusion: Although the rate of encountering forensic cases is high in practitioners, it is understood that practitioners experience uneasiness about writing forensic reports because of their lack of training and knowledge. It is suggested that practical training should be provided concerning the issues of forensic report writing, concepts used as criteria for severity of injuries and approach to forensic cases, especially to the practitioners who work at emergency services in order to remove the uneasiness experienced and to organize forensic reports according to objective criteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Özgür Pirgon, Ahmet Sert, Mehmet Emre Atabek, Hüseyin Tokgöz
Olgu sunumu
Özeti
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Akrep ZehIrlenmesI Olan BIr Olguda Kalp Tutulumunun KardIyak TroponIn I Ile TakIbI
Akrep zehirlenmesinde ölümlerin esas nedeni kardiyovasküler tutulumdur. Akrep zehirlenmesiyle başvuran hastalarda lokal ağrı ile birlikte kardiyovasküler sistemle ilgili semptom varsa kardiyak enzimlerine bakılmalıdır. Serum troponin I düzeyinin saptanması miyokard hasarına daha spesifiktir. Bu kalp tutulumunun hızlı bir şekilde tespitine ve tedaviye erken başlanmasına olanak sağlayabilir. Kalp tutulumu olan akrep zehirlenmelerinde takip kriteri olarak troponin I’nin kullanılması daha sonra oluşabilecek olayları önleyebilir. Burada akrep zehirlenmesi nedeniyle getirilen 7 yaşında erkek hasta sunulmuştur.
The cardiovascular involvement is the majör cause of mortality in the scorpion envenomation. Cardiac enzymes should be measured if patients with scorpion envenoming have symptoms related to cardiovascular system accompanied with local pain. Serum level of troponin I is a highly specific fort he myocardial injury. It may be allow early establishing of the cardiac involvement and starting to treatment. The using of troponin I as a follow-up criterion in the scorpion envenoming with cardiac involvement may be prevent from events that will ocur later. We presented a 7-year-old boy with scorpion envenoming.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya’da 1991-2000 Yılları Arasındaki Adli Ölümlerin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Konya’da 1991-2000 Yılları Arasındaki Adli Ölümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIcolegal Deaths Between 1991 And 2000 In Konya JustIce
Bu tanımlayıcı çalışmada, 1991-2000 yılları arasında Konya’daki adli ölümlerin demografik özelliklerinin, ölüm sebeplerinin ve orijinlerinin belirlenmesi amaçlandı. Ölü muayene ve otopsisi yapılan toplam 4281 olgu değerlendirmeye alındı. Olguların yaz aylarında yoğunlaştığı görüldü. Adli ölümlerde erkek/kadın oranı 3,32/1 bulundu. Olgular 20-29 yaşlarında yoğunlaşmaktaydı. Ölümlerin orijinlerine göre dağılımına bakıldığında, kaza ölümlerinin % 75,3 ile ilk sırayı aldığı, bunu % 8,0 ile cinayetlerin, % 5,9 ile intiharların izlediği görüldü. Trafik kazasına bağlı ölümlerin, tüm olguların %53,5’ini oluşturduğu, kaza orijinli ölümlerin içinde ise % 71,1’lik bir oranı kapsadığı saptandı. Olguların % 69,5’inde ölüm sebebi künt travma iken, bunu % 6,8 ile hastalığa bağlı ölümler, % 5,8 ile asfiksili ölümler izlemekteydi. Ölüm orijin ve sebeplerinin yaş ve cinsiyete göre farklı dağılımlar gösterdiği sonucuna varıldı.
İn this descriptive study, determining the demographic features, death causes and death origins of medicolegal deaths which vvere occured betvveen the years of 1991 and 2000 in Konya was aimed. Totally 4281 death cases to vvhom forensic examination and autopsy vvere performed vvere taken for evaluation. İt was observed that death cases vvere more dense in summer months. Male / female ratio was 3.32/ 1 in forensic deaths. The cases vvere cumulated betvveen the ages of 20 and 29. Deaths due to accidents was the main death origin with 75.3 % and it was follovved by homicides (8.0 %) and suicides (5.9 %). İt was stated that the ratio of the deaths due to traffic accidents was 53.5 % of the total deaths and was 71.1 % of the accident originated deaths. The cause of death in 69.5 % of the cases was blunt trauma and it was follovved by pathological deaths with 6.8 % and asphyxic deaths vvith 5.8 %. İt was concluded that causes and origins of the deaths vvere varied by gender and age differences.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
NosocomIal InfectIons At Newborn IntensIve Çare UnIt
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları yenidoğan ünitesine 1992-1996 yılları arasında yatırılan 4468 çocuk hastanın 236’sında(% 5.2) hastane enfeksiyonu saptandı. Bu enfeksiyonların 169’u (%71.6) prematüre bebeklerde, 67’si (%28.4) ise matür bebeklerde gelişmiştir. Matür bebeklerde enfeksiyon gelişme oranı % 2.2 iken, prematürelerde % 11.5 idi. Hastane enfeksiyonlarından sepsis (% 73.1) en sık görülürken, menenjit %19.3, pnomoni %3.4 ve diğer enfeksiyonlar %4.2 oranında tesbit edildi. Değişik vücut sıvılarından alınan kültürlerden 32’sinde bakteri üretilebildi (%13.5). Etkenler arasında Klebsiella spp. 9(%28.1), Escherichia coli (E.coli) 8(%25.0) olarak saptandı. Hastane enfeksiyonlarından ölüm oranı pnömonide %87.5, sepsisde %61.5, menenjitte %8.7 ve diğerlerinde %40.0 bulundu. Genel olarak hastane enfeksiyonlarının %51.6’sı ölüm ile sonuçlandı.
236 (5.2%)nosocomial infections were detected in 4468 patients hospitalised in our newborn unit in Medical Fa- culty, Selçuk University between 1992 and 1996. 169 (71.6 %) of the infections detected were in prematüre ba- bies while 67 (28.4%) of them in mature babies and that numbers corresponded 11.5 percent and 2.2 res- pectively. The most common infection was sepsis (73.1%) and others such as menengitis (19.3%), pneumonia (3.4%) and others (4.2%) followed it. At least one microorganism growed in 32 (13.5%)specimens obtained from various body fluids. 9 (28.1%) of the miroorganisms were Klebsiella spp. and 8 (25.0%) of were E.coli Mortality rates of the infections were 87.5% for pneumonia, 61.5% for sepsis, 8.7% for menengitis and 60.0% for others, which corresponded an average mortality rate of 51.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Kriton Dinçmen, Murat Bilgili, Ümit Biçer
Araştırma makalesi
Özeti
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Jealousy-DIvorce-Spouse-MurderIng TrIanglurIty
Kıskançlık nedeniyle eşini öldürmüş veya öldürmeye tam teşebbüs etmiş olan akli du-rumlarının tetkiki ve dolayısıyla ceza ()Niyetlerinin tayini için Adli Tıp Kurumu 1V. ihtisas kuruluna gönderilmiş olan vakalaı-ın tetkikinde. suçu işleme tarihinden önceki dönemde (eşlerinden ayrılma) girişimtnde bulunmuş olanlara sıklıkla rastlannuş olması, son beş yıla ait bütün dosyaların bu açıdan araştırılmasına ii eden olmuştur. Sözü edilen araştırmalarda ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Şöyle ki: aklen salim veya akıl hastası olsun. tüm olguların akli durumları herhangi bir hususiyet gözetmeksizin bu husu.vta gözlenmiş oldukları davranış faktörleri tamamen aym olmuştur. Her iki grubtaki olguların %41.3'ii, davalı bulundukları suçu işlemeden önce (eşlerinden ayrılma) gibi sosyal bir kuruma başvurarak kendilerini katil ve eşlerini de maktül ol-malarından korumaya çalışrınşlardır. ancak, sosyal baskılar boşanma başvıtrustmun mahkemece reddi reyahut aile çevrelerinin bu husustaki olumsuz tu-nunları şahısların bu "sosyal açıdan makbul" girişimlerine mani olarak "sosyal açıdan makbul ol-mayan" suçun önlenmesine _neden olmuştur. Bu açıdan bu araştırmanın tıbbi yanının dışında önemli bir sosyal yanının da bulunduğıı konuma varılmıştır.
In this article the restdts of a research study the relations between jealousy-divorce murdering the spouse done hy Psychian-ic Speciality Committee of the Supreme Council of Forensic Medicine of Turkey aı-e discussed.From 242 cases (207 male and 35 lemale) examined hy the Committee, the 138 were found as not possessing penal respons.ihility for psychiatric ı-easons; on the other hand, the rest 104 cases were accepted tü possess a full res-ponsibility tovvards the erime the)' committed. The main goal of the study was the determination of the percentage of the criıninals, who. before committing the erime had attempted to divorce their spouses. These people were forced to continue their common maı-ital life, eithe• becatıse their attemptsr were re-jected by the Court as not heing based on an ac-curate cause, ni- their wishes for divor-ce were found tü be unsuitable with te current social norms by their families. it is ve)); interesting tü find that. in both groups -sane or insane, responsible or ir-responsible- about the same percentage of 41. before conımitting crimes. tried to prevent themselves fr onı becoming murderers and their spouses Irom being kil-led, hy trying to get divorced. However, as their at-tempts 1,1,ere rejected. they had tü continue their for-ced coe.vistence and forced cohabitation, and as a result, after a while, not heing ahle to master their normal or delusion jealousy anymore. had to commit crimes. From this point of view. it is put forward that, such cases in which jealous people -sane ni" in-sane- reach to the point of asking for divorce, ac-cepting it will prohahly have a positive qffect on the prevention of such crimes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Derın Ven Trombozu (dvt) İle Pulmoner Emboli (pe) Arasındaki İlişki Ve Proflaksi
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Taner Ziylan, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Derın Ven Trombozu (dvt) İle Pulmoner Emboli (pe) Arasındaki İlişki Ve Proflaksi
The RelatIonshIp Between Deep VeIn ThrombosIs And Pulmonary EmbolIsm And TheIr ProphylaxIs
Ocak 1983-Ocak 1993 tarihleri arasında derin yen trombozu (DVT) tanısı ile kliniğimize kabul edilen 315 hastanın 49'unda pulmoner emboli (PE) tespit DVT'lu hastalardan 4'ü kaybedilmiş olup bunlardan 3'ünün ölüm sebebi pulmoner embolidir. DVT ve PE tanısı konulan hastaların hepsi semp-tomatikti, tanıda klinik ve laboratuar bulgularına dayanıldı. PE'nin asemptomatik DVT`larında da görülebileceği, yine birçok PE'nin de sessiz seyre-debileceği dikkate alındığında DVT ve PE arasındaki ilişkinin ne derece önemli olduğu literatür eşliğinde vurgulandı. DVT riski yüksek olan vakalarda pro-flaksinin öneminden bahsedildi.
Between January 1983-January 1993, 315 pa-tients with deep vein thrombosis were treated in our clinic. In 49 of them pulmonary embolism were present. 4 paiients with pulmonary embolism died in hospital, 3 of them died due to embolism. Ali pa-tients were symptomatic, diagnosis of them were de-pended on clinical and laboratory findings. It was ac-cented that pulmonary embolism may occur on silent thrombosis and the importance of the relation-ship between deep yein thrombosis and pulmonary embolism. Importance of prophylaxis on high risk patients was reminded
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Traumatık Perikard Yaralanması
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Kemal Ödev, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Traumatık Perikard Yaralanması
Traumatıc PerIcard Injury
Pure pericardial rupture witiwut additional intrathoracic injuries is a rare entity. Such cases are usually diagnosed as post mortem. This article describes such a cases with an uneventful surgical result.
Künt travmayı izleyen perikard rüptürü çok nadir olarak meydana gelmektedir. Perikard rüptürünün tarihçesi 19. yüzyıla dayanmaktadır. Stokes, 1831 yılında, su çarkının kolu tarafından yaralanan genç bir has-tada perikard yaralanmasını teşhis etmiştir (2). Morel Lavalle, 1864 yılında, düşme sonucu göğüs travmasına maruz kalan 3 hastanın birinde dinleme bulgusu olarak su çal kahin suya çarpması sonucu çıkan sese benzeyen bir ses bulmuştur. Otopside bu 3 vak'ada da perikard yırtığı görülmüştür (2). Crynes ve Hunter, 1939 yılında, «travmatik perikard rüptürü» teşhisini almış 58 vak'anın raporlar= topladılar, fakat bunla-rın hiçbirisi ölümden önce tespit edilernemişti. Perikardial yırtıklar ancak otopsi ile teşhis edilmiş ve vak'aların ölüm nedeni bu .yırtıklardan oluşan kalp herniasyonuna baglanmıştır. Bu yazarlar kendi kurumlarındaki 4107 otopside. 22 pelikard rüptürü vak'ası gördüler. Crynes ve Hunter'in gözlemlerinden bugüne kadar literatür taraması sonucunda 142 vak'a toplanmıştır (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Taşlarının Urat - I Ve Mekanık (punch) Lıtotriptör İle Kombine Tedavisi
İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Taşlarının Urat - I Ve Mekanık (punch) Lıtotriptör İle Kombine Tedavisi
Elektrohydrolıthotrıpsıe In Der Blase Durch Dıe Kombınatıon Von Urat-I Und Steın- Pun Chlıtotrıptor Nach Mauermeyer
Kliniğimizde 1984 yalandan beri elektrohidrolitotripsiyi uygulamaya başladık. Her ne kadar basit, herkes tarafından hiçbir ön bilgi edinilmeden yapılabilir gibi görünürse İse çok tehlikeli hatta ölümle sonuçlanabilecek komplikasyonlar yaratabileceği literatür incelemelerinde görülmektedir. Biz 28 olguluk çalışmamızı bir ön rapor halinde sunuyoruz. Çeşitli büyüklükte ve sertlikteki opak ve non-opak 28 mesane taşlı hastayı kliniğimizde URAT - I ve mekanik litotriptör (PUNCH) kombinasyonu ile mesanede kalıntı bırakmaksızın intraoperatif ve postoperatif hiçbir komplikasyon görmeksizin tedavi ettik. Hastalar çok kısa süren bir hospitalizasyondan sonra taburcu edildi.
We started to practice electrohydrolithotripsy in our clinic since 1984. Although it seems simple and can be done by anyone without any prior knowledge, it is seen in the literature that it can create very dangerous complications that may even result in death. We present our study of 28 cases as a preliminary report. In our clinic, we treated 28 patients with opaque and non-opaque bladder stones of various sizes and hardness, with the combination of URAT - I and mechanical lithotripter (PUNCH) without leaving any residue in the bladder intraoperatively and postoperatively without any complications. The patients were discharged after a very short hospitalization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Döneminde Üçüncü Ventrikül Kolloid Kiste Bağli Gelişen Akut Hidrosefali
Mustafa Kaçmaz
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Döneminde Üçüncü Ventrikül Kolloid Kiste Bağli Gelişen Akut Hidrosefali
Acute Hydrocephalus Due To ChIldhood ColloId Cyst Of The ThIrd VentrIcle
\r\n Kolloid kistler üçüncü ventrikülün nadir benign tümörleri olup tesadüfen bulunan kistlerden akut ölüme kadar çok geniş bir klinik sunum aralığına sahiptir. Bu kistlerde sık görülmeyen bir olay olan kistin büyümesi, obstrüktif hidrosefaliye ve sonuçta hastanın durumunda ani kötüleşmeye ve ölüme neden olabilen yaşamı tehdit edici bir komplikasyondur. Üçüncü ventrikülde büyük kolloid kisti olup, literatürde in vivo tanı konmuş ani ölüme yol açan çocuk kolloid kist tıkanması vakası oldukça nadir bir durumdur. Acil servise ani şuur kaybıyla başvurup Akut Hidrosefali gelişmesi nedeniyle acil ventrikülostomi yapılmasına rağmen, 24 saat içinde beyin ölümü gerçekleşmiş olan bir 3. Ventrikül kolloid kist obstrüksiyonu vakasını sunuyoruz.
\r\n
\r\n Colloid cysts are rare benign tumors of the third ventricle and have a wide range of clinical representations from incidentomas to acute death. The growth of these cysts is an uncommon event and may cause obstructive hydrocephalus that lead to sudden deterioration in the patient's condition and may cause life-threatening complications. The large colloid cyst of third ventricle caused sudden death of children due to clogging, diagnosed in vivo is a very rare case in literature. We are representing here a case which patient admitted to emergency room for sudden loss of consciousness. Even he had urgent ventriculostomy due to acute hydrocephalus development, brain death has occured because of 3rd ventricle colloid cyst.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
Mehmet Özdemir, Mehmet Emin Demircili, Bahadır Feyzioğlu, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
InvestIgatIon Of Acute VIral GastroenterItIs Agents In DIarrhaeIc
patIent
Viral gastroenterit etkeni olan virüsler insanlarda sporadik ve
epidemik salgınlara yol açabilir. Sık görülen viral enterit etkenleri
rotavirüs, nörovirüs ve adenovirüstür. Bu çalışmada Konya
bölgesinde ishalli hastalarda bu viral etkenlerin araştırılması
amaçlandı. Hastanemiz Merkez Mikrobiyoloji laboratuvarına çeşitli
klinik, poliklinik ve yoğun bakım ünitelerinden gönderilen ve karın
ağrısı, ishal, kusma şikayeti olan hastalardan alınan 300 gaita örneği
çalışmaya alındı. Bu örneklerde mikroskopik inceleme yapılarak
parazit yönünden negatif bulunanlarda Adenovirus ve Rotavirus
immunokromotografik yöntemle, Nörovirus ELISA yöntemi ile
çalışıldı. Bu örneklerin 52’(%17,3) si Rotavirüs, 8(%2,6)’i Adenovirüs
35(%11,7) i Nörovirüs açısından pozitif olarak saptandı. Rotavirüsün
en yüksek pozitif bulunduğu aylar Kasım ve Şubat iken, Nörovirus
Ağustos ve Eylül aylarında yüksek bulundu. Viral gastroenterit
etkenleri, mevsimsel ve yaş gurubu farklılıkları olmakla beraber
her coğrafik bölgede görülmekte ve bazen ciddi infeksiyonlara
neden olmaktadır. Çocukluk yaş guruplarında ölümlere kadar varan
infeksiyonlar görülebilir. Bu nedenle sık görülen viral gastroenterit
etkenlerini rutin tanıda tespit edecek tanı sistemleri hastane
laboratuvarlarında bulunmalı ve gastrointestinal infeksiyonlarının
tanısında kullanılmalıdır.
The viruses that cause viral gastroenteritis can lead to sporadic
and epidemic outbreaks in humans. Common viral enteritis agents
are Rotavirus, Nörovirus, and Adenovirüs. In this study it was aimed
to investigate viral agents in diarrheic patients in Konya region. From
patient who has diarrhea and abdominal pain, 300 stool samples
which sent from various clinics, outpatient clinic and intensive care
units to central clinical microbiology laboratory of our Hospital, were
included in the study. Of these samples, were 52 (17.3%) positive
for Rotavirus, 8 (2.6%) positive for adenovirus, and 35 (11.7%)
positive for Norovirus. while it was detected the highest positivity to
Rotavirus in November and February; Norovirus was higher in August
and September. Although the differences observed in seasonal and
age group, viral gastroenteritis agents could be detected in each
geographical region, and sometimes can cause serious infections up
to death. For this reason, routine diagnosis of common viral agents of
gastroenteritis must be available and should be used in the diagnosis
of gastrointestinal infections in hospital laboratories.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of Early And Late Pos-ToperatIve Results Of Björk-ShIley-Convexo- Con-Cave And SorIn All-Carbon ProtetI Heart Valves On MItral PosItIon
Selçuk Üniversitesi Hastanesinde 1 Ağustos 1990 - 30 Haziran 1996 tarihleri arasında Björk-Shiley-Konveks-konkav (BSCC) ve Sorin Allcarbon (SA) prostatik kalp kapağı ile 122 hastaya mitral valv repiasmanı (MVR) uygulandı. Hastaların 102'sine SA, diğerlerine BSCC ile MVR yapıldı. Hastalar 5 yıl boyunca, 3'er aylık periyotlarda düzenli olarak takip edildi. Ortalama takip zamanı 32 aydı. Hastane mortalitesi, SA uygulanan hastalar için % 5.8, BSCC uygulanan hastalar için % 15 idi. Geç dönemde takipde 6 vakada tromboembolik olaylara bağlı ölüm, 3 vakada evde ani ölüm ve 1 va-kada kalp dışı nedenle ölüm gözlendi. Khi kare testi ile kapak trombüsü ve tromboembolik olaylarda BSCC kapak lehine değerler bulundu (P=0.425, P<0.05). Khi kare testi ile geç dönemde ölüm oran-ları karşılaştırıldığında BSCC kapak lehine sonuçlar elde edildi (P=0.218, P<0.05). SA ve BSCC prostatik kapak protezlerinin uy-gulamasından sonra geçen ilk ayda kapaklar arası is-tatistiksel bir fark yok iken uzun süreli takipde is-tatistiksel oranlar BSCC protezinin daha iyi olduğunu göstermektedir
A total of 122 consecutive patients underwent valve replacement with a Sjörk-Shiley-Convexo-Concave (BSCC) and Sorin Allearhon (SA) prostheses from Au-gust 1, 1990 through. June 30, 19%. ,4 total of 102 pa-tients had a mitral valve replacement with SA, others had mitral valve replacement with BSCC at Selçuk Universty Hospital. AlI survivors were prospeetively lallowed hy regular clinical examinations every 3 months lbr 5 years. The mean follow-up time was 32 months_ Overall hospital mortality ?vere 5.8 % for pa-tients with SA and 15 % for patients with BSCC. Res-pectivel- lale mortality was due to thromhoemholic events (n=6), sudden death (n=3), noneardiae death (n=1 ). Khi square test eAplained that thromhotic events was a different hetween SA and BSCC (P=0.425, P<0.05). Khi square test explained that there was a significant difierent ahout late mortality rate hetween SA and BSCC (P=0.218, P<0.05). The er-hocardiographic study was carried out on 92 cases (17 BSCC. 75 SA). During the first months of ohservation no sık-nificant an actuarial differences hetween there rnec-hanical pı-ostheses could he ohserved however, afteı- 5 years of long - term follow-up the actuarial rates vere ınore favorahle for the BSCC pı-osthesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşioliti Taklit Eden Yabancı Cisim (termiye) Aspirasyonu
Ruhuşen Kutlu, Gülseren Pamuk
Olgu sunumu
Özeti
Bronşioliti Taklit Eden Yabancı Cisim (termiye) Aspirasyonu
MImIckIng BronchIolItIs ForeIgn Body (termIye) AspIratIon
Yabancı cisim aspirasyonları (YCA) çocukluk çağında sık görülen ve ciddi morbidite ve mortaliteye neden olabilen durumlardır. YCA’ları 3 yaş altı çocuklarda daha sık görülmektedir. Eğer aniden başlayan nefes durması ve öksürük anamnezi yoksa atlanabilir, akciğer enfeksiyonlarını taklit edebilir, tekrarlayan enfeksiyonlara ve buna bağlı komplikasyonlara neden olabilir. Bu olgu sunumunda, değişik bir bakla türü olan termiye yedikten sonra aniden başlayan öksürük, kusma ve hışıltılı solunum şikayetleri ile getirilen 10 aylık bir erkek çocuk takdim edilmiştir. Hastanın teşhisi hikaye, fizik muayene, göğüs grafisi ve bronkoskopi ile konmuştur. Sağ alt bronşta yabancı cisim (termiye) vardı ve çıkarıldı. Bu olgu yabancı cisim aspirasyonunun çocukluk yaş grubunda akılda tutulması gereken bir durum olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü yabancı cisim aspirasyonu komplikasyonlara, hatta ölüme yol açabilen önemli bir problemdir.
Foreign body aspirations (FBA), which have high mortality and morbidity rate, are common pediatric emergency issues occured in childhood. FBA is seen more frequently among children under 3 years old. If there is no history of sudden-onset choking and cough, it can be ignored and the patient may come with recurrent pulmonary infections and its related complications. In this report, 10-monthold boy patient who was brought with complaints of sudden-onset of cough, vomiting and wheezing after eating a kind of broad bean ( termiye) was presented. Diagnosis was established on the history, physical examination, the chest X-ray and bronchoscopy. The foreign body (termiye) was located in the right inferior bronchus and removed. This case emphasizes that the presence of a foreign body aspiration must be kept in mind in childhood. Because foreign body aspiration is a serious problem that may lead to complications or even to death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Extremite Derın Ven Trombozları Ve Tedavisi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Ümran Çalışkan, Şamil Ecirli, Mehmet Cengiz Çolakoğlu, F. Özkan, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Extremite Derın Ven Trombozları Ve Tedavisi
Theromboses Of The Deep Vene In Lower Extremıa And Its Treatment
Derin yen trombozları, operasyon sonrası yüksek mortalit2 ve ölüm sebebi olarak son zamanlarda büyük önem kazanmıştır. Venöz trambozis üzerindeki çalışmalar, 1865 yılında Wirchow'un venöz trombozislerle ilgili triadrna kadar dayanır. Bu triad, staz koagulasyon defekti ve damar cidart lezyonundan ibarettir. Venöz trombektomi ilk defa Le Riche tarafından 1927 de uygulanmıştır. Sonraki yıllarda Fogarty. De Weese ve Edwards venöz trombektomi ve tıbbi tedavinin temel kurallarını tam olarak ortaya koyan otörlerdir.
Between 1983 - 1985 years, 52 patients were adm.itted with deep rein thrombosis. 28 of these patients were female and 24 male. Ali patients were treated conservatively with anticoağulants, bed rest and antibiotic. 45 patients had uneventful recovery. 7 patients required close follow because of resisting oederna of the extremities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
Zeynettin Kaya, Kenan Demir, Mehmet Alparslan Küçük, Hasan Kara
Olgu sunumu
Özeti
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
MyocardIal BrIdge WhIch Cause Total OcclusIon
Miyokardiyal kas bandı(MKB) koroner arterlerin doğumsal sık bir anomalisidir. MKB sıklıkla asemptomatiktir ancak göğüs ağrısına, miyokard enfarktüsüne, çok nadiren yaşamı tehdit edici aritmilere hatta ani ölüme neden olabilmektedir. Kardiyoloji kliniğimize tipik göğüs ağrısı ve elektrokardiyografide anterior iskemi bulguları ile başvuran 44 yaşında erkek hastada yapılan koroner anjiyografide sol inen koroner arter orta segmentte tam tıkanmaya neden olan kas bandı saptandı. Bizler bu vaka ile MKB’nın semptomlara neden olma mekanizmasını, mevcut medikal ve girişimsel tedavi seçeneklerini ve MKB uzun dönem takip sonuçlarını tartışmayı hedefledik.
Myocardial bridge(MB) is common congenital anomaly of coronary arteries. Altough MB is generally asymptomatic, it can manifest as angina pectoris, acute myocard infarction, very rarely fatal cardiac arrhythmias and even sudden death. 44 years old man admitted to our cardiology clinic with typical chest pain and signs of anterior ischemia at electrocardiography, coronary angiography was performed and a myocardial bridge which cause total occlusion at mid-segment of left anterior descending artery detected. In this case report we aimed to discuss mechanism of symptoms, medical and invasive theraphy options and long term follow outcomes in MB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı Araştırılması
Yaşar Cesur, Murat Doğan, Sevil Arı Yuca, Erdal Peker, Mesut Okur, Sinan Akbayram, Şekibe Zehra Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı Araştırılması
The EveluatIon Of CystIc FIbrosIs Frequency In ChIldren WIth MalnutrItIon And/ Or Recurrent Pulmonary InfectIon
Kistik fibroz (KF), transmembran ileti regülasyonu genindeki mutasyon sonucu oluşur ve otozomal resesif kalıtım gösteren beyaz ırkın en sık rastlanan ölümcül hastalığıdır. Hastalığın sıklığı beyaz ırkta 1/2500-1/3500, Afrika kökenli Amerikalılarda 1/1700 civarındadır. KF’nin ülkemizdeki sıklığı ise bilinmemektedir. Bu çalışmada, hastaneye başvuran tekrarlayan akciğer enfeksiyonu ve/veya malnutisyonu olan çocuklarda Kistik fibrozis sıklığının bulunması amaçlanmıştır. Çalışmaya Şubat 2007 ile Ocak 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran tekrarlayan akciğer ve/ veya malnutrisyonu olan vakalar alındı. Vakalarda kistik fibrozis tanısı, kistik fibrozis kliniği ile uyumlu bulgulara sahip olma, diğer hastalıkların dışlanması ve ter testi pozitifliği esaslarına göre kondu. Çalışmaya 491 çocuk vaka alındı. Vakaların yaşları minimum 2, maksimum 216 ay olup ortalama 26,1±35.01 ay idi. Vakaların 335 (%68.3)’si erkek, 156 (%31.7)’ü kız idi. Çalışmaya alınan vakalar ter testi sonucuna göre değerlendirildiğinde pozitif ter testi vaka sayısı 35 (%7.1) idi. Tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda KF sıklığı %5.3, malnutrisyonu olanlarda %8.8, malnutrisyonu ve/ veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda ise %7.1 (%95 Confidence interval 3.9 -9.2) olarak bulundu. Bu çalışma ile biz hastaneye başvuran malnutrisyon ve/veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan olgularda Kistik Fibrozis tanısının erken konulması ve geç komplikasyonlarının önlenmesi için mutlaka akılda tutulması gerektiğini vurgulamak istedik.
Cystic fibrosis (CF) which is occurred by mutations in the gene regulation of transmembrane message shows autosomal recessive inheritance. It is also the most common fatal diseases in white race. The frequency of disease is estimated as 1/2500-1/3500 in white race, 1/1700 in African Americans. But the frequency of CF is not known for our countries. In this study, the frequency of disease was tried to find in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections who admitted to hospital. This prospective study was conducted between February 2007 and January 2010 and children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections were enrolled the study. The diagnosis CF was made by using positive sweat test and appropriate clinical findings and rule out of other diseases which also caused recurrent pulmonary infections or malnutrition. A total of 491 children were enrolled the study. The mean age of children was 26,1±35.01 months with the range of 2-216 months. Of all children, 335 (68.3%) were male and 156 (31.7%) were female. Positive sweat test was found in 35 (7.1 %) children. The frequency of CF was found to be 5.3 % in children with malnutrition and 8.8 % in children with recurrent pulmonary infections. Finally we emphasized one more times that CF should be keep in mind in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections due to its early diagnosis and prevention of late complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
Salim Güngör, Hüseyin Üstün, Mustafa Tunç, Filiz Avşar, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
OverIn SertolI-LeydIg Cell Tumors
Buçalışmada 6 Sertoli-Leydig hücreli over tümörü vakası histopatolojik ve klinik özellikleri ile sunuldu. Bu vakalar iyi-orta-kötü diferansiasyon gösteren vakalar olarak 3 grade'e ayrıldı. Bir vakada retiform diferansiasyon saptandı. Hiç bir vakada heterolog elemanlar bulunamadı.
In this article, we presented six ovarian Sertoli-Leydig cell turııors with histopatologic and clinical features. This cases classified in 3 grades as: well, intermediate and poorly dillerantiation. There was retiforrn dıfferentiation in only one case. We couldn't encounter heterolog elements in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortopedik Cerrahide İntraoperatif Masif Pulmoner Emboli
Ömer Faruk Erkoçak, Rabia Erkoçak, İnci Kara, Hakan Zor
Olgu sunumu
Özeti
Ortopedik Cerrahide İntraoperatif Masif Pulmoner Emboli
MassIve IntraoperatIve Pulmonary EmbolIsm Due To OrthopaedIc Surgery
Terapötik ve proflaktik tedbirlere rağmen pulmoner embolizm halen meydana gelmektedir ve çoğu ortopedik cerrah bu ölümcül komplikasyon nedeniyle er geç bir hastasını trajik şekilde kaybetmektedir. Femur kırığı pulmoner emboli riskini kat kat artırmaktadır. Olgu sunumumuzda belirtildiği gibi, akut masif pulmoner emboli uzun kemiklerin cerrahisi sırasında meydana gelebilir. Akut masif pulmoner emboli erken teşhis edilip agresif şekilde tedavi edilmezse genellikle ölümcül seyreder. Trombolitik tedavi ve kateter embolektomi kesin tedavide giderek daha fazla kullanılmaktadır. Acil açık embolektomi daha az invaziv metodlar işe yaramadığında veya hasta kardiyopulmoner arrest geçirdiğinde sıklıkla başvurulan son çaredir.
Despite prophylactic and therapeutic measures, pulmonary embolism still occurs and most orthopaedic surgeons sooner or later suffer the tragic loss of a patient from this life threatening complication. Femur fracture has repeatedly been associated with increases in the risks of pulmonary embolism. As the following case report illustrates, massive pulmonary embolism can occur intraoperatively in a long bone fracture surgery. Acute massive pulmonary embolism usually results in death if not diagnosed early and treated aggressively. Thrombolytic therapy and catheter embolectomy are increasingly used as definitive management. Emergent open embolectomy is often reserved as a last resort when less invasive methods have failed or the patient is in cardiopulmonary arrest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malıgn Eksternal Otıt
Yavuz Uyar, Ziya Cenik, Levent Soley
Araştırma makalesi
Özeti
Malıgn Eksternal Otıt
MalIgn External OtItIs
Malign Eksternal Ozit (MEO); 1968 de Chandler tarafından tanımlanmıştır. Genellikle oldukça yaşlı diabelli hastalarda görülen, Pseudornonas AeruginosaWın sebep olduğu, dış kulak yolunun ilerleyici bir infeksiyonudur. Temporal kemik ve kafa tabanına yayılan infeksiyon, multipl kranial sinir paralizileri ve diğer intrakranial komplikasyonlarla ölümcül bir klinik tablo meydana getirmektedir. Bu makalede; kliniğimizde MEO tanısı alan bir yaka sunularak; etyopatogerıezi, klinik tablosu, teşhis ve tedavisiyle MEO tartışılmaktadır.
MEO was described by Chandler in 1968. it is a progressive exiernal otitis that usually occuring elderly diabetic patients caused by Pseudomonas Aeruginosa. Leads ta death by paratysis of multipl cranial nerves and other iniracranial complications when attaching ternporal bone and skull base. in this article, we present a patient who was diagnosed as MEO at arar clinic and üs etiopathogenesis, clinical features, diagnosis and Ireatment have been cliscused.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
Hasan Gök, Bayram Korkut, Ahmet Altınbaş, Mehmet Tokaç, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
VentrIcular ArrhythmIas And PrognostIc SIg-NIfIcance In PatIents WIth EssentIal HypertensIon
Bu Çalışmamızda esansiyel hipertansiyonlu hastalarda ventrikülar aritmi dağılımı ve yaşam süresine etkisi araştırıldı. Esansiyel hipertansiyonlu 50 olgu, eko-kardiyografik olarak interventrikiiler septum (IVS) ye sol ventrikill arka duvar (LVPW) kahnitklarina gore sol ventrikill hipertrofisi (LVH) olanlar (30 olgu) ye olmayanlar (20 olgu) ceklinde grup-landtrildt. Daha sonra 24 saatlik Holter mo-nitorizasyonu gerceklegirildi ve tesbit edilen vent-rikuler aritmiler OA) Lown stniflamasinda oldugu gibi gruplandirtldt. Anjiotensin enzim (ACE) inhibitorii tedavisi ba§lanan butan hastalar, 2 aylik aralarla 6 aylik klinik takibe LVH olan hipertansif hastalarda VA tiplerinin hepsi fazia oranda tesbit edildi, fakat Lown IVA grup VA istatistiksel olarak anlamll oranda fazla idi. Her iki hipertan.qf pasta grubunda da en sik olarak Lown IA grubu VA tesbit edildi malign VA ye ani olicm tesbit edilmedi.
In this study, we looked the distribution and prognostic significance of ventricular arrhythmias (VA) in patients with essential hypertension. Fifty patients with essential hypertension were included. After physical and laboratory exa-mination, interventricular septum (IVS) and left ventricular posterior wall (LVPW) thickness were measured in M-mode echo to detect left ventricular hypertrophy (LVH). Patients were classified into 2 main group according to presence or absence of LVH. Halter monitoring was performed and VAs seen in Halter were defined according to Lawn clas-sification_ All of the patients were followed clinically at least 6 months by 2 monthly intervals. All types of VAs were more common in LVH group, but only Lawn IVA group VA was sig-nificantly higher occurence. There were no malign VA and sudden death while Lawn IA group VAs were more common in the two group of patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesı
Nesrin Hadimli, Sennur Demirel, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi
Özeti
Adolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesı
Adolescence HeIght, WeIght, HemoglobIn, And Serum Iron Levels A ComparatIve InvestIgatIon
Bu calışmada. Kadıköy Anadolu Lisesi giirrdiizlri re Gii:el Sanatlar Anadolu Lisesi yattlt. 16 ya,y grubu. ve erkek 35'er ogrencide boy, kilo, he-moglobin ve serum demir dikeylerilerek. de-:Oder karplaittrmali olarak incelenmictir. ve yank kr: ve erkek ogrencilerin boy. ve hemoglobin degerkri m-astndaki farkm istalistiksel olarak onem taltmadigt (P>0.05). sadece t`• atrlt erkek Orencileri► serum demir dfizeyleri arasmda anlamh bir farklatk oldubt belirlenmivir (P<0.001).
Teenagers. 16 years age groups; 35 male and female students each from Kadtkay Anatolian High School and Fine-Art Anatolian Boarding High Scho-ol were included for this study. Their heights. body weights. hemoglobin. arm serum iron levels were de-termined. The values were compared for boarding and regular students. Except the serum iron levels (P<0.001) the other measurements did not differ each other significantly (p>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ana Safra Kanalında Bir Yabancı: Fasciola Hepatica
ercp İle Çıkarılması
Sezgin Yılmaz, Bahadır Celep, Mustafa Altındiş, Yüksel Arıkan
Olgu sunumu
Özeti
Ana Safra Kanalında Bir Yabancı: Fasciola Hepatica
ercp İle Çıkarılması
A Stranger In The MaIn BIle Duct: FascIola HepatIca The
extractIon By Ercp
Fasciola hepatica (FH) çoğunlukla veterinerliği ilgilendiren ancak
nadiren de insanı enfekte edebilen bir paraziter hastalıktır. Genellikle
dünyanın gelişmekte olan ülkeleri ya da tropikal bölgelerinde
görülmekle birlikte, kıtalararası transport ve göçün artmasıyla
birlikte sıklığı tüm dünyada her geçen gün artmaktadır. Karaciğer
ve safra ağacı parazit için nihai hedeftir. Klinik görünüm basit biliyer
kolikten sarılık ve hatta ölüme neden olan komplike kolanjite kadar
değişkenlik gösterir. Endemik olmayan bölgelerde hastalıkla ilgili
düşük bilgi düzeyi tanı ve tedaviyi geciktirir. Hastanın değerlendirme
ve tedavisinin hızlı yapılması başarının temel taşıdır. Bu yazıda FH
nedeniyle gelişen biliyer obstruksiyon olgusu klinik görünümden,
ERCP ve kolesistektomiyi içeren tedaviye kadar literatür ışığında
tartışılmıştır.
Fasciola hepatica (FH) is a parasitical disease mostly concerns
the veterinary medicine but sometimes accidentally infests humans.
It’s generally seen in some parts of the world especially in tropical
and developing countries but the incidence is increasing day by
day all over the world due to increased facility of intercontinental
transportation and immigration. Liver and biliary tree is the final
target site for the parasite. The clinical presentation varies from basic
biliary colic to jaundice and even complicated cholangitis leading
death. Low level of knowledge about the disease, especially in the
non-endemic areas, leads delayed diagnosis and therapy. Prompt
evaluation and therapy of the patient is the corner stone of the
success. Herein, we discuss a case of biliary obstruction due to FH
from presentation to therapy including ERCP and cholecystectomy in
the guidance of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Teşhisinde Yenı Laboratuvar Metodları Ve Elısa Testinin Değeri
Ahmet Saniç, Bülent Baysal, A. Zeki Şengil
Araştırma makalesi
Özeti
Tüberküloz Teşhisinde Yenı Laboratuvar Metodları Ve Elısa Testinin Değeri
The Value Of New Laboratory Methods And Elısa In The DIagnosIs Of TuberculosIs
İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan tüberküloz, teşhis ve tedavi yöntemlerindeki ilerle-melere rağmen 30 milyonluk prevalansı, 10 milyon yeni olgusu ve 3 milyon ölüm insidansıyla bütün dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerin insanlarında önemli bir enfeksiyon hastalığı olarak karşımıza çıkmaktadır. 1960'lı yıllara göre büyük ölçüde azalmasına rağmen ülkemizde de başta gelen sağlık sorunlarından biri tüberkülozdur.
Tuberculosis, which has a history as old as human history, appears as an important infectious disease especially in the people of developing countries with a prevalence of 30 million, 10 million new cases and an incidence of 3 million deaths, despite the advances in diagnosis and treatment methods. Although it has decreased significantly compared to the 1960s, one of the leading health problems in our country is tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Hatunsaray Kasabası Evlıyatekke Koyu Kaynak Suyunda Yapılan Değerlendirme Çalışması
Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Günay Kanber, Tacettin Tütüncü
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Hatunsaray Kasabası Evlıyatekke Koyu Kaynak Suyunda Yapılan Değerlendirme Çalışması
EvaluatIon Of SprIng-Water In EvlIyatekke VIl-Lage In Hatunsaray Town Of Konya DIstrIct
Evliyatekke kayfindeki kavnaktan kimyasal analiz kin airman ye kiikfirt iceren hu suyun hanyo §.eklinde kullarami kapntilt deri hastalzklarinda yarar sag-layict ozelliktedir. Buharina maruz kalma ya da 441- mesi solunum vetmezligi, kollaps. koma, ollim olu,y-. turabilir. Duciik miktarlarda bile mukozalarda irritasyon yapzcz niteliktedir. Bu suyun asit yapida olnzasi da mukozalarda irritasyon nedenidir. Top-lam organik madde ve amonyak bulunmasz, sudaki nitrifikas_yonan tamamlandigint giisterir ye harsak enfeksiyonlarzna ?widen olahilecek organik mad-deleri Toplam organik madde miktarmin ye amonyagzn yiiksek olmasz, koruma alanz ol-maywndan kaynaklanabilir. Kloriirfin yiiksek dii-zeyde olmasz insan ya do hayvan kaynaklz idrartn karivIktna delildir.
Bathing with the water containing suiphure has succesful effects in pruritic dermal lesions. Being ex-posed to its vapour or ingestion may cause collaps, coma and death. Even in low doses of sulphure may cause irritation in mucosa and adverse effects. The acidic characteristic of this water is the main cause of the irritation in mucosa. High levels of organic substance and ammonium show discontinued nit-rification of the water. The water containing organic substances may cause intestinal infections. The absence of protective area may increase ammonium concentration and total organic substance. High chlorine con-centration confirms that the water is contaminated with the urine of human beings or animals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
Asiye Kanbay, Hakan Büyükoğlan, Nezihe Özdoğan, Fatma Sema Oymak, Mehmet Güngör Kaya, İnci Gülmez, Ramazan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
A Rare Cause Of PolycythemIa: IdIopathIc Pulmonary ArterIal HypertensIon
İdiyopatik pulmoner arteriyel hipertansiyon (İPAH), yıllık insidansı 1-2/milyon olan oldukça nadir görülen, tedavi edilmediğinde hızlı bir seyirle sağ kalp yetmezliği ve ölüme kadar giden morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Klinik bulgular tüm pulmoner hipertansiyon tiplerinde olabileceği gibi siyanoz, polisitemi ve sağ kalp yetmezliği belirtileri ile seyredebilir. Mortalitenin yüksek olması, hastalığın seyrinden ve tanının sıklıkla geç evrede konmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakayı, özellikle genç yaşta olan olgularda polisitemi etyolojisi araştırılırken nadir görülen İPAH hastalığına dikkat çekmek için sunduk.
Idiopathic pulmonary arterial hypertension (IPAH) with an incidence of 1-2/million per-year. IPAH is a term used to define a variety of progressive conditions that have in common, increased pulmonary vascular resistance leading to right heart failure and death. Pulmonary arterial hypertension is presented with cyanosis, polyctemia and right heart failure. Increased prevelance of mortality is due to progression and late diagnosis of the disease. We present this case to alert physicians to keep in mind rare but serious disease IPAH in the differential diagnosis of polyctemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Birçok Sistemik Vasküler Hastalığı Olan Bir Hastada Retina Sinir Lifi Tabakasında İncelme
Zeynep Dadacı, Cengiz Kadıyoran, Hilal Akay Çizmecioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Birçok Sistemik Vasküler Hastalığı Olan Bir Hastada Retina Sinir Lifi Tabakasında İncelme
Decreased RetInal Nerve FIber Layer ThIckness In A PatIent WIth MultIple SystemIc Vascular DIseases
\r\n Retina sinir lifi tabakasındaki incelme başta glokom olmak üzere, çeşitli nörolojik hastalıklar, optik sinirin glokom dışı bozuklukları, retina hastalıkları, toksik, nutrisyonel veya şok optik nöropatisi gibi vasküler nedenlere bağlı gelişebilir. Dünyadaki en sık körlük nedenlerinden biri olan glokom, retina ganglion hücre ölümüne bağlı olarak retina sinir lifi tabakasında incelme, optik sinir başında çukurlaşma ve görme alanı kaybı ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokomla ilişkisi en iyi bilinen risk faktörü yüksek göz içi basıncı olmasına rağmen glokom risk faktörleri arasında yer alan sistemik vasküler bozuklukların özellikle göz içi basıncın düşük seyrettiği normotansif glokomun patogenezinde rol oynadığı düşünülmektedir. Çalışmamızda birçok sistemik vasküler hastalıkla beraber retina sinir lifi tabakasında incelme olan ve en olası tanı olarak normotansif glokom düşündüğümüz bir olguyu tarif ettik.
\r\n
\r\n A decrease in retinal nerve fiber layer thickness can be secondary to glaucoma, several neurologic diseases, optic nerve diseases other than glaucoma, retinal diseases, toxic, nutritional or vascular causes such as shock optic neuropathy. Glaucoma, which is among the commonest causes of blindness worldwide, is a progressive optic neuropathy characterized by a decrease in retinal nerve fiber layer thickness secondary to retinal ganglion cell death, cupping of optic nerve head and visual field loss. Although the best known risk factor associated with glaucoma is high intraocular pressure, it is thought that systemic vascular disorders, which are among the risk factors of glaucoma, play role especially in the pathogenesis of normotensive glaucoma where intraocular pressure is low. In our study, we described a patient with decreased retinal nerve fiber layer thickness and thought normotensive glaucoma as the most probable diagnosis, who also had multiple systemic vascular diseases.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesınde Annenın Gestasyonal Özellıklerıyle Bebek Ve Çocuk Ölümleri Arasındaki İlişkinın Araştırılması
Said Bodur, Ersin Eröktem, Orhan Demireli
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesınde Annenın Gestasyonal Özellıklerıyle Bebek Ve Çocuk Ölümleri Arasındaki İlişkinın Araştırılması
HabItual Features Of GestutIng Mothers And Its RelatIonshIp To Infant And ChIld MortalIty
Konya bölgesinde Man-Mayıs 1991 tarihlerinde yapılan bu çalışmada annelerin. gebeliklerinde sahip oldukları özelliklerle bu gebelikten doğan çocuklar-da görülen öliimler arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlandı. Çocuğu ölen ve ölmeven kadınlar, gebelik yaşı, akraba evliliği, bu gebeliği isteyip istemedi-ği, gebelik aralığı, gebelik süresi, ge-belikte ağırlık artışı, gebelikte diğer hastalıklar, kusma, beslenme, bağışıklanma, gebelik sayısı . antenetal bakım yö-nünden karşılaşurıldı. Gebelikte yaşı 15-24 arasında olan, akraba evliliği olan, gebelik aralığı 2 yıldan az, gebelik-süresi 38 haftadan az olan, gebelikte tewnoz aşısı yapılmayan, tahıl ağırlıklı beslenen ve gebelik boyunca 9 kg dan az ağırlık artışı olan, doğum öncesi bakımı almayan ve çok gebelik geçiren annelerin bebek ve çocuklarında ölüm oranları diğerlerine göre daha yüksek bulundu (p < 0.05). Gebelikte baş-ka hastalığı veya kusınası olma, beslenrneyi miktar olarak artırma ve istemeyerek gebe kalma ile bebek ve çocuk ölümleri arasındaki ilişki önemsizdi.
Pregnancy habits of motIzers and their relation to child ınortality have been studied between March and May of 1991. Mothers between 15-24 years of age, consanquinity, the intervals less than 2 years betwe-en pregnancies, pregnancy less than 38 weeks, igno-rance of tetanus immunization, meals largely related cereal nutrition and lackiness of nutritive balance, weight gain less than 9 kg, lack of prenatal health care, multiple pregnancy increased infant and child monality rate and this increase was statistically me-aningffil (p<0.05). Unspecified illnesses during pregnancy and vomiting, increase in food intake pa-rallel pregnx2ncy, and undesirable pregnancy diri not affect infant and child monality significantly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anesteziklerin Komplikasyonları
Şeref Otelcioğlu, A. Feyza Ünal, Şükrü Bülent Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal Anesteziklerin Komplikasyonları
Case Report Of EntoxIcatIon Of Local AnesthetIcs
Lokal anesteziklerin tarihçesi 1860 lara dayanmasına rağmen komplikasyonları güncelliğini korumaktadır. Tamamıyla tehlikesiz kabul edilebilecek lokal anestezik ajan yoktur. Bu. ajanlar uygun dozlarda, gerekli önlemler (uygun premedikasyon ve komplikasyonlara müdahale imkanları) alındıktan sonra tatbik edilmeli ve vaktinde gerekli tedavi yapılamadığı takdirde komplikasyonların ölüme yol açabileceği unutulmamalıdır.
Although the short history of local anesthetics is basecl on 1860's its complications are stili carrying out their valw at present. There. are no local cnesthetic agents that can be accepted as not dangerous totally.. These agents must be applied in appropriate doses and after the neces-sary precctutions (the possibility of interference to the appropriate pre-medications and complications) and it musn't be forgotten that if .necessa•y cure isn't made on time, these cornplications may cause death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Enfeksiyonlarında Tedavi Yaklaşımı
Kürşat Uzun, Mehmet Gök, Turgut Teke
Derleme
Özeti
Yoğun Bakım Enfeksiyonlarında Tedavi Yaklaşımı
The Approach Of InfectIon Treatment In IntensIve Care UnIt
Amaç: Hastane kökenli pnömoniler hastane kökenli enfeksiyonlar içinde en sık ikinci neden olmakla beraber enfeksiyon ölümlerinde birinci sırada yer almaktadır. Bu derlemenin amacı yoğun bakım enfeksiyonlarında tedavi yaklaşımlarını özetlemektir. Ana bulgular: Yoğun bakım ünitelerinde pnömoniler en sık enfeksiyon sebebidir. Bu oran hastanelerin diğer bölümlerinde yatan seçilmemiş hastalarda %0.4 iken YBÜ de %23 olarak meydana gelmektedir. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyon geliştiğinde ölüm oranı enfekte olmayanlara göre 2.5 kez daha fazla görülmektedir. Yoğun bakımda pnömoniyi önlemek için yapılacak girişimler invaziv aletleri, mikroorganizmaları ve hastayı korumayı hedef alan kombine tedbirleri kapsamalıdır. Pnömoni geliştiğinde uygun antibiyotik seçimi sonuç için önemli bir faktördür. Sonuç: Antibiyotik tedavisi hemen başlanılmalı ve daha önce antibiyotik kullanılması sonrası gelişen direnç mekanizmalarını önleyecek şekilde olmalı. Bundan dolayı antibiyotik tercihi kuruma özgü olmalı ve hastaya göre değerlendirilmelidir.
Aim: Nosocomial pneumonia is the second most frequent nosocomial infection and represents the leading cause of death from infections that are acquired in the hospital. The aim of this review summarize to therapeutic approaches in infection of intensive care unit. Main findings: Pneumonia is the most common nosocomial infection in intensive care unit (ICU). Occurrence ranges from 0.4% in unselected hospitalized patients to 23% in the ICU. ICU patients with any nosocomial infection have 2.5 times the death rate of uninfected patients. Interventions to prevent pneumonia in the ICU should combine multiple measures targeting the invasive devices, microorganisms, and protection of the patient. Once pneumonia develops, the appropriateness of the initial antibiotic regimen is a vital determinant of outcome. Conclusion: Antibiotic therapy should be started immediately and must circumvent pathogen-resistance mechanisms developed after previous antibiotic exposure. Therefore, antibiotic choice should be institution specific and patient oriented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Travmanın Plazma Çınko Seviyesine Etkisi
Adnan Kaynak, Nahit Ökesli, Şakir Tekin, Hasan Solak, Tahir Yüksek
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Travmanın Plazma Çınko Seviyesine Etkisi
Effect Of Surgıcal Trauma On Plasma Zınc Level
Bu çalışmada 20 hastada preoperatif ve postoperatif devrelerdeki plazma çinko seviyeleri arasındaki ilişki sunulmaktadır. Cerrahi travmanın plazma çinko seviyesinde belirgin düşüşe neden olduğu saptandı. Plazma çinko seviyesinde azalma ile idrar çinko atılımı arasında bir ilişki bulunamadı. Raulin'in 1869 yılında siyah ekmek mantarının büyümesi için çinkoya gereksinimi olduğunu bulmasından sonra eser elementler pek çok araştırıcının dikkatini çekmiştir.
In this present investigation the relationship between surgical travma and plasma zinc concentration preoperatively and postoperatively was studied in 20 patients. We established that surgical travma produced a sharp decrease in serum zinc concentration. We can not found any corelation between this decrease and urinary zinc extration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Toraks Travması
Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Kazım Gürol Akyol, Cevat Özpınar, Aydın Şanlı, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Toraks Travması
Thorax Traumas In ChIldren
Son 14 yıllık süre içerisinde kliniğimizde toraks travınasıvla miiracaat eden 1111 hastanın 184'ü çocuk toraks travma vakasıydı. Bunların 110'zı künt toraks travması, 55'i kesici delici alet ve 19'u ateşli silah varalanmasıydı. Bunların % 96.19'u kon-servatif tedavi gördü. Cerrahi tedavi oranı ise % 3.81 idi. Hiçbir çocuk travma vakamızda ölüm olmadı.
184 of 1111 patients admitted ta hospital with chest injuries were children during 14 year period. 110 of them had blunt chest injuries, 55 stab wounds and 19 gunshot wounds. in 96.19 percentage of cases conservative treatment was giyen, surgical tre-atment was carried in 3.81 % of them.. Death was not occur in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Sebahattin Ertuğrul, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Oro-FacIo-DIgItal Syndrome I
Oro-fasio-dijital sendrom ağız boşluğu (yarık damak ve dil, anormal diş gelişimi, yüksek damak, dilde lobulasyon, dilde hamartom), yüz (frontal çıkıklık, fasiyal asimetri, hipertelorizm, fasiyal milia) ve parmak anomalileri (sindaktili, brakidaktili, klinodaktili, polidaktili) ile ortaya çıkan gelişimsel bir bozukluk olup 9 farklı tipi tanımlanmıştır. Oro-fasio-dijital sendrom I (OFDS 1) en sık görülen tip olup ilk olarak Fransız diş hekimleri Papillon Leage ve Psaume Jean tarafından 1954 yılında tanımlanmıştır. OFDS 1 X’e bağlı dominant geçer ve erkekler için ölümcüldür. OFDS 1 nadir bir sendromdur yaklaşık 1/250.000 canlı doğumda görülmektedir. Olguların yaklaşık %75’i sporadiktir. OFDS’nun dismorfik özelliklerin cerrahi düzeltimi dışında spesifik bir tedavisi yoktur. Nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.
Oro-facio-digital syndrome, a group of congenital anomalies, is characterized by malformations of the oral cavity (cleft palate and tongue, abnormal dentition, high arched palate, tongue lobulation, hamartomata on the tongue), face (frontal bossing, facial asymmetry, hypertelorism, facial milia), and digits (syndactyly, brachydactyly, clinodactyly, polydactyly. This syndrome has nine different types. Oro-facio-digital syndrome type I (OFDS1) is the most common type, which identified by French dentists Papillon Leage and Psaume Jean, in 1954. OFDS 1 is an X-linked dominant condition that is lethal for males. OFDS 1 is a rare syndrome, occurring in approximately 1/250,000 live births. Approximately 75% of cases are sporadic. There is no specific therapy for OFDS 1 other than surgical correction of the dysmorphic features. Being a rare entity, this paper presents a case of OFDS 1 in a newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenter Kistının Sebep Olduğu Bir Barsak Tıkanması Vakası
Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Engin Günel, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenter Kistının Sebep Olduğu Bir Barsak Tıkanması Vakası
A Case Of IntestInal ObstrucIIon Due Lo MesenterIc Cyst
Mezenterik kistler benign, uniloküler veya rnultiloküler yapıda, nadir görülen lezyonlardır. Nadir olmalarına karşılık bilhassa çocuklarda ölümcül komplikasyonlara sebep olabilmektedirler. Bu yazıda 3 aylık bir bebekle jejunumda basıya bağlı tıkanma oluşturan bir mezenter kisti vakası sunulmuştur.
Mesenterk cysts are uncom.rnon, benign, ımilocular ör multilocular cysts. Although !hese are rarely in population, !hey may present with potential life-threatening complications especially in children. in ankle a case of jejunal obstruction due to mesenteric cyst in a 3 morıthold infani was described.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erkek Genital Self-Mutilasyon: Bir Psikotik Bozukluk Olgusu
Bilge Burçak Annagür, Lut Tamam
Olgu sunumu
Özeti
Erkek Genital Self-Mutilasyon: Bir Psikotik Bozukluk Olgusu
Male GanItal Self-MutIlatIon: A Case Of PsychotIc DIsorder
Self mutilasyon; ölüm isteği olmaksızın bireyin bilerek ve isteyerek, kendi bedeninin bir bölgesine zarar vermesi olarak tanımlanır. Genital self mutilasyon genellikle psikozla ilişkilidir. Psikotik olmayan olguların ise çoğunu kişilik bozukluğu (özellikle sınır kişilik bozukluğu) veya transseksüaller oluşturur. Şizofrenik hastalarda özkıyım davranışı oldukça sıktır. Bu hastalarda self mutilasyon eylemi de olabilmekte hatta ölümle sonuçlanabilmektedir. Genital self mutilasyon buna bir örnek olarak verilebilir. Genital self mutilasyon olgularına yaklaşım cerrahi ve psikiyatrinin işbirliğini gerektirir. Erken dönemde psikozu tedavi etmek ve ajitasyonu kontrol altına almak, cerrahi dönemde sosyal ve duygusal destek ve güven vermek, uzun dönemde psikozu kontrol altında tutmak tedavi sürecinin önemli aşamalarını oluşturur.
Self mutilation is defined as the intentional, direct injuring of body tissue without suicidal intent. Genital self mutilation is generally associated with psychosis. Personality disorder (especially borderline personality disorder) or transsexuals make up most of the non psychotic disorders. Suicidal behavior is common among schizophrenic patients. Self mutilation is also seen with these patients and can be even resulted in death. Genital self mutilation can be given as an example. An approach to genital self mutilation cases requires cooperation of surgery and psychiatry. Important steps of the treatment are to treat early psychosis and control agitation, provide emotional and social support in surgical period, and control psychosis in the long run.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Işıl Yurdaışık
Araştırma makalesi
Özeti
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The EffIcacy Of Computed Tomography AngIography In BraIn Death
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Meydan Turan, Mehmet Kemal Gündüz, Mehmet Adam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
The Evaluatıon Of Retınal Nerve Fıber Layer Thıckness By Optıcal Coherence Tomography In Patıents Wıth Chronıc Obstructıve Pulmonary Dısease
Özet
Amaç: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda retina sinir lifi tabakası (RNFL) ve optik sinir başı (ONH) değişikliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya ağır KOAH'lı 30 hasta ve yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 29 sağlıklı kişi alındı. Ayrıntılı bir oftalmik muayeneden sonra, ONH ve RNFL kalınlık ölçümleri optik koherens tomografi (OCT) (Stratus OCT-3) ile yapıldı. Arteriyel kan gazları (pO2 ve PCO2) ölçüldü ve KOAH hastalarının evrelemesi için solunum fonksiyon testleri yapıldı. OCT parametreleri, bağımsız t testi kullanılarak iki grup arasındaki fark karşılaştırılırken, solunum fonksiyon testleri, arter kan gazı ve RNFL kalınlık parametreleri arasındaki korelasyonu değerlendirmek için Pearson korelasyon analizi yapıldı. P değerinin 0.05'ten küçük olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: KOAH ile sağlıklı bireyler arasında optik disk alanı, kap alanı ve rim alanı açısından anlamlı fark yoktu (p> 0,05). KOAH hastalarında ortalama ve üst kadran RNFL kalınlık parametrelerinin kontrol grubuna (sırasıyla 107.9 ± 5.4 µm ve 131.31 ± 13.6 µm) göre anlamlı derecede daha kalın olduğu (sırasıyla 114.52 ± 7.7 µm ve 141.07 ± 18.2 µm) p= <0.05) bulundu. PO2 ve RSLT kalınlığı arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (r = -0.22, p = 0.33), pCO2 ve üst kadran RNFL arasında orta derecede anlamlı korelasyon bulundu (r = 0.53 ve p = 0.017) ve FEV1 / FVC ve üst kadran RNFL arasında yüksek negatif yönlü korelasyon bulundu. (r = -0.76, p = 0.003).
Sonuç: pCO2'deki artış ve FEV1 / FVC'deki azalma, artmış hipoksiyi göstermektedir. RGC ölümüyle ilişkili olan peripapiller RNFL kaybını hipoksi / iskemi kaynaklı retina ve optik disk ödemi tarafından maskelenebilir. KOAH hastalarında ortalama RNFL kalınlığındaki artışın, artmış hipoksi ile ilişkili retinal ödeme bağlı olduğu düşünüldü.
Abstract
Aim: We aimed to assess the changes in retinal nerve fiber layer (RNFL) and optic nerve head (ONH) in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD).
Patients and Methods: Thirty patients having severe COPD and 29 age and sex-matched healthy subjects were enrolled in the study. After a detailed ophthalmic examination, the ONH and RNFL thickness measurements were taken by an optical coherence tomography (OCT) (Stratus OCT-3). Arterial blood gases (pO2 and PCO2) were measured and respiratory functional tests were performed for the staging of COPD patients. The OCT parameters were compared difference between the 2 groups using independent t test, while Pearson correlation analysis was performed to assess the correlations between respiratory functional tests, arterial blood gases and RNFL thickness parameters. A p value less than 0.05 was accepted as statistically significant.
Results: There were no significant differences in optic disc area, cup area and rim area between COPD and healthy subjects (p>0.05). Parameters of mean and superior quadrant RNFL thickness were found to be significantly thicker in COPD subjects (114.52±7.7 µm and 141.07 ±18.2 µm, respectively) compared to the control subjects (107.9±5.4 µm and 131.31±13.6 µm, respectively) (p<0.05). No correlation was found between pO2 and RNFL thickness (r=-0.22, p=0.33). There was a moderate correlation between pCO2 and superior quadrant RNFL (r= 0.53 and p=0.017), and a high negative correlation between FEV1/FVC and superior quadrant RNFL (r=-0.76, p=0.003).
Conclusions: The increase in pCO2 and the decrease in FEV1 / FVC indicate increased hypoxia. Peripapillary RNFL loss associated with RGC death can be masked by hypoxia / ischemia-induced retinal and optic disc edema. Increased mean RNFL thickness in COPD patients was thought to be due to retinal edema associated with increased hypoxia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
Emel Türk Arıbaş, Mustafa Altındiş
Araştırma makalesi
Özeti
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
ParvovIrus 819 InfectIons
Human partiovirus 819. eritema infeksivozum, aplastik kriz. hidrops fetalis ye adultlerde Awn po-liartraljiyi iceren birkar haswIdala sebep ajan ola-rak tanunlannuozr. Infeksiyonun major pa-tofizyolojik etkisinin eritrosit prektirsOrlerinin sitolitik infeksiyonuna bairn olarak eritropoezisin durmast oldugu gorithir. Hidrops fetalise bagh ne-onatal Oliint Avinda, parvovirus infek.siyordu has-talarm prognozu genellikie iyidir. B19 in-feksivonunun tams' klinik gortintimle konulabilir, fakat szklikla serum antikor testleri ile dogndannwst gerekir. Tedavi klinik durum bagh olarak des-tekleyi•i baktm, analjezik, kan transflizyonu veya int-ravendz iffinzunglobulin mulanmasi ,ceklindedir.
The human parvovirus B19 has been identified as the causative agent in several diseases, including erythema infectiosum, aplastic crisis,hydrops fetalis and a polyarthralgia that occurs in adults. The major pathophysiologk effect of infection seems to be cessation seems to be cessation of erythropoiesis a result of cytolitic infection of red cell precursors. Except for the potential of neonatal death due to fetal hydrops, the prognosis of patients with par-vovirus infection is generally good. The diagnosis of B19 infection may be established on clinical ob-servations but often requires cofirmation with serum antibody testing. Treatment strategies may include supportive care, analgesic medications, transfusions with red blood cells or administration of intravenous inuniunglobulinidepending on the clinical cir-cumstances.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Hasan Sarı, Yakup Alsancak, Selman Soylu, Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Rare ComplIcatIon In The Coronary AngIography Laboratory: Stent StrIppIng
Yabancı cisim embolizasyonu, perkütan koroner girişimin nadir bir komplikasyonu olmasına rağmen, işlem sayısının artması, bu sorunun girişimsel kardiyologlar tarafından daha sık karşılaşılmasına neden olmaktadır. Son yapılan vaka çalışmaları, stent sıyırma oranının % 1'in altında olduğunu bildirmiştir. Girişimsel kardiyologlar, günlük pratikte önemli sayıda vakayla ilgilenir ve çok çeşitli komplikasyonlarla karşı karşıya kalır. Stentin sıyrılması, acil koroner baypas cerrahisi, koroner tromboz, miyokardiyal enfarktüs, serebrovasküler olay ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle, stent sıyırlmasının doğru yönetimi, mortalite ve morbidite riskini azaltmak için önemlidir. Bu vaka da sol ana koroner arterde stentinin sıyrılma olgusunu sunuyoruz; sıyrılan stentin kaldırma prosedürünü ve ortaya çıkan komplikasyonları tartışıyoruz.
Although foreign body embolization is a rare complication of percutaneous coronary intervention, the increase in the number of procedures results in this problem being more frequently encountered by interventional cardiologists. Contemporary case studies have reported the rate of stent stripping to be below 1%. Interventional cardiologists attend to a considerable number of cases in everyday practice and witness a diverse spectrum of complications. Stent stripping can result in severe complications such as emergency coronary bypass surgery, coronary thrombosis, myocardial infarction, cerebrovascular event and death. Thus, the proper management of stent stripping is important for reducing the risk of mortality and morbidity. In this article, we present a case of left main coronary artery stent stripping; we discuss the removal procedure and the complications that arose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kistik Tümörü Taklit Eden Palatin Tonsilin Epidermoid Kisti
Nagendra Chandana, Vijay Shankar S, Vijay Shankar S
Olgu sunumu
Özeti
Kistik Tümörü Taklit Eden Palatin Tonsilin Epidermoid Kisti
PalatIne TonsIllar EpIdermoId Cyst- MImIckIng CystIc Tumor
Epidermoid kistler, epidermal elemanların dermal ve daha derin dokulara implantasyonu ile oluşurlar. Baş ve boyun bölgesinde görülme sıklığı %1,6 ile %7 arasında değişmektedir. Tonsil bölgesinde görülmesi son derece nadirdir, yani neredeyse %0.01'den azdır. Fetal dönemde konjenital bir lezyon olarak meydana gelebilirler veya travmaya bağlı ya da cerrahi sonrası implant olarak edinsel şekilde ortaya çıkabilirler. Bu olgu sunumunda, daha önce bilateral tonsillektomi öyküsü olan ve boğaz ağrısı şikayeti ile başvuran 46 yaşındaki erkek hastada teşhis edilen epidermoid kisti sunacağız.
Epidermoid cyst refers to the implantation of epidermal elements into the dermal and deeper tissues. In head and neck, incidence ranges from 1.6 to 7%. In the tonsillar area it is extremely rare i.e less than 0.01%. They occur in fetal period as congenital lesion or as an acquired lesion either due to a trauma or as post surgery implant. In this case report, we will discuss the epidermoid cyst, in a 46-year-old male who presented with history of pain in the throat with previous history of bilateral tonsillectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kitleleri Mamografik Tanı
Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kitleleri Mamografik Tanı
Breast Masses: MamographIc DIagnosIs
Meme kitlelerinin tanısında ilk adım, gerçek kitle ve kitleyi taklit eden, normal fibröz ve glandüler yapıların süperpozisyonu ile oluşan asimetrik yoğunluk artışlarının ayrımının yapılmasıdır. Kitlenin dış konturlarının konveksliği, peri fere oranla santral kısımların daha lens olması, en az iki farklı pozisyonda (tercihen dik yönler) tanımlanabilmeleri yardımcı bulgulardır. Buna karşılık, asimetrik densitelerin taraklaşma gösteren konkav konturlan, yağlı elemanlar ile bölünmeleri ve birden fazla pozisyonda görüntülenememeleri karakteristiktir (1, 2, 3).
The first step in the diagnosis of breast masses is to differentiate the increase in asymmetric densities of normal fibrous and glandular structures, which mimic the real mass and mass, superpowers. The convexity of the outer contours of the mass, the central media being more lens than the periphery, and their ability to be identified in at least two different positions (executive vertical directions) are helpful findings. On the other hand, the concave contours of asymmetric densities with combing, division by fatty elements and not learning in more than one position are characteristic (1, 2, 3).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksilla1da Ameloblastık Fıbrosarkom
Bedri Özer, Ziya Cenik, Mustafa Tüz, Tolga Şahiner, Alaattin Başöz
Araştırma makalesi
Özeti
Maksilla1da Ameloblastık Fıbrosarkom
AmeloblastIc FIbrosarcoma In The MaxIlla A Case Report
Ameloblastik fibrosarkorn son derece nadir görülen mikst odontojenik bir tunıördür. Ameloblastik fibromlartn mezenşimal elementlerinin malign degişiklik gösteren formu olup, bugüne kadar lite-ratürde 43 vaka yaytnlannuşttr. Burada maksilla cia lokalize Ameloblastik fibrosarkoma va/Cast kli-nik bulgulart, hLtiolojik karakteri ve tedavisi ile birlikte sunulmuştur. Bulgular literatürde yayınlanmışvakalarla mukayese edilmiştir.
The Am.eloblastic fibrosarcoma is aıe exceedingly rare, mixed odontogenic tumor. It is the malignant counterpart of the ameloblastic fibroma in which the rnesenchymal element has becarne malignant. To date only 43 cases have beyi reported in the literature. An addatonel case of ameloblastıc fibrosarcorna of the maxilla is presenied; the clinical feawes, histologit characieıistics and the treatment discussed. The observations are compared with those reported cases 1-f2 the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
Hasan Koç, İbrahim Erkul, Abdurrahman Üner, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
PrematurIty MortatIty StatIstIcs In 1990 Neonatal UnIt Of PedIatrIcs Department
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yenidoğan Ünitesine Ocak 1990-Aralık 1990 tarihleri arasında 92 Prematüre bebek kabul edildi. Mortalite oranı %30.4 olarak bulundu. Mortalite yüzdererinin, gebelik süreleri, bebeklerin doğum ağırlıkları yükseldikçe azaldığı tesbit edildi. Selçuk Üniversitesi Doğum Kliniğinde doğan prematürelerdeki mortalite oranı evden gelen, Konya içi veya dışı başka bir hastaneden getirilen prematürelere göre daha düşüktü (P<0.01). Klinik tanılarna göre en yüksek ölüm ne-denleriin Solunum Güçlüğü Sendromu, Anoksik doğum ve Sepsis olduğu görüldü. Yazıda iiniternizdeki prematüre bebek ölüm yüzdeleri lite-ratürle karşıla,qtrıldı ve yüksek olmasının nedenleri tartışıldı.
Mortality rate of 92 premature babies accepted to pediatrics department of Medical Faculty of Selçuk Oniversity between January and Decernber 1990 was investigated. Mortality rate was cletermined as 30.4 percent. The mortality rate was decreased with the duration of gestation and the weight of babies at term. Also, the mortality rate of babies born at ob-stetrics clinics of the faculty was less than those born at home or brought from other hospitals in or out of Konya. According to the clinical evaluation, the primary causes of death vere found to be respira-tory distress syndronw, anoxic birth and sepsis. Our finclings are discussed with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvis Kırıklarında İlave Yaralanmalar
Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Bahri Kasal, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvis Kırıklarında İlave Yaralanmalar
The AssocIated InjurIes In PelvIc Fractures
İlave organ yaralanmalan ile birlikte olan pelvis kit-1.0w] riiksek oranda mortalite ve morbiditeye neden olurlar. Bu calt§mada, Mart 1985 ile Eyliil 1994 tarilderi arasinda tedavi edilen 271 pelvis hasta ilave yaralamnalart yeiniinden de-gerlendirildi. Havelfarm ortalama yap, 26.7 (en az 3- en fazia Hastalarm onemli bir kunuthla (%41 .3 ) bin veva daha fazla ilaye organ •va-ralattmast rank Ktrkiic hastada ;dint bawl tray-masr, 27 hastada iirogenital sister travntast,, 23 has-tada toraks travmast, 22 hastada ketfa travmast, 4 hastada norolojik yaralanma ye 3 hastada arter ya-ralatunast tespit edildi. Be§" hastada aok pelvis kr.- rtgt yard!. Genelde ntortalite Dram %5.5 iken ans-tabu pelvis kinklartnda mortalite orant %9.6 olarak bulundu. Ilastalardaki en stk tespit edilen Mint ne-deni kafa travmast., pelvis jci ye bairn iii kanamaych. have organ yaralamnalan ile birlikte olan pelvis kt-nklart, ciddi yaralanmalar olup, htzli ye etkili tedavi vaklapnlarina ihrivac gosterirler.
Pelvic fractures associated with blunt trauma contributed significantly to morbidity and mortality.We reviewed 271 patients with pelvic fractures which were treated between March 1985 and Sep-tember 1994 in this study. Tint average age of pa-tients was 26.7 (between 3-70) years. The majority of the patients (%41.3) had one or more associated injuries: 43 with blunt abdominal trauma, 27 with - genitourinary tract injuries, 23 with thoracic in-juries, 22 with head trauma, 4 with neurologic in-juries and 3 with vascular injuries. There were Jive open pelvic fractures. Altough the overall mortality was %5.5 the mortality rate in. unstable pelvic "'Fac-tures was %9.6. The major causes of death in our patients were closed head injury, intra-abdontinal and intro-pelvic hemorrhage. The pelvic .fractures with associated injuries are serious trauma and re-quire more prompt and effective treatment methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malin Atrofik Papülozis (degos Hastalığı)
Hatice Uce Özkol, Ömer Çalka, Sema Elibüyük, İrfan Bayram
Olgu sunumu
Özeti
Malin Atrofik Papülozis (degos Hastalığı)
MalIgnant AtrophIc PapulosIs (degos DIsease)
Degos hastalığı ya da diğer adıyla malin atrofik papülosiz çok
nadir görülen otozomal dominant kalıtımla geçen mikrovasküler
oklüzyon sendromudur. Gastrointestinal ve merkezi sinir sistemi
başta olmak üzere iç organ tutulumuna yol açan ve ölümcül
seyredebilen bir hastalıktır. Hastalığın başlangıcı genellikle 20-40
yaş arasındadır. Bu yazıda Degos hastalığı olan 33 yaşında bayan
hasta sunuldu. Vücudunda özellikle bacaklarında kabuklu yara
şikâyeti ile başvuran hastanın şikâyetleri yaklaşık 10 yıldır varmış.
Dermatolojik muayenesinde her iki bacakta daha yoğun olarak
yerleşen eritemli, üzerinde nekrotik kurutun olduğu 3-5 mm ebatlı,
keskin sınırlı papüller vardı. Ayrıca her iki bacakta ve gövdede
çok sayıda porselen beyazı renginde atrofik lezyonlar mevcuttu.
Hastanın eski ve yeni lezyonlarından biyopsi alındı. Biyopsi sonuçları
Degos hastalığı ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hastanın yapılan
tetkiklerinde sistemik tutuluma rastlanmadı. Hastalığa ait aktif ve
eski lezyonların histopatolojik farklılıklarını göstermek ve hastalığı
tekrar gözden geçirmek için sunmayı uygun bulduk.
Degos disease, also called malignant atrophic papulosis, is a
very rare autosomal dominant microvascular occlusion syndrome. It
is a disease involving the internal organs, mainly the gastrointestinal
and central nervous systems, and can be fatal. Disease onset is
usually between the ages of 20-40 years. In this paper, a 33-year-old
female patient with Degos disease was presented. The patient was
admitted with the complaint of scabbed wounds particularly on her
legs that had been present for the past 10 years. On her dermatologic
examination, she had erythematous scabbed papules measuring 3-5
mm on her both legs. In addition, she had multiple white atrophic
lesions on both her legs and trunk. Biopsies were taken from old
and new lesions. Biopsy results were consistent with Degos disease.
Systemic involvement was not detected on her tests. We wanted
to present this case in order to demonstrate the histopathological
differences between old and new active lesions and review the
disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
Emin Özkaya, Alaaddin Dilsiz, Hasan Koç, Aytekin Kaymakçı, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
The IncIdence Of CongenItal MalformatIons In Newborns
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın has-talıktan ve Doğum kliniğinde, Haziran 93-Temmuz 94 tarihleri arasında 20. gebelik haftası ve sonrası, doğum ağırlığı 500 gram ve üzeri ağırlıkta olan canlı ve ölü doğan tüm bebekler konjenital anomali açısından prospektif olarak incelendi. Konjenital malformasyonlu vakalar cinsiyet, annenin eğitim se-viyesi, yerleşim yeri, doğum ağırlığı, gebelik haftası, anne yaşı, akrabalık, gehelikle ilgili risk faktörleri yönünden değerlendirildi. Bu süre içerisinde doğan 1552 bebeğin 69'unda (%4.45) kojenital anomali saptandı. Majör anomali oranı %2.13, minör ano-mali oranı ise %2.32 olarak bulundu. Tek anomali oranı % 3.03 iken nıultipl anomali oranı % 1.42 idi. En sık kas-iskelet sistemi ve santral sinir sistemi anomalisine rastlandı. Ölü doğanlar ve hayatın ilk 24 saatinde ölen be-beklerde, ilçe merkezinde oturanlarda, eğitim se-viyesi düşük olanlarda, akraba evliliklerinde. doğum sayısı beş ve üzerinde olanlarda prematüre ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde, daha önce ölü doğum öyküsü olan, akrabalarında nıallorme bebek olan ve gebelik toksikozu öyküsü olan annelerin be-beklerinde konjenital malformasyon sıklığı anlanılı olarak yüksekti. Gebelikte ilaç alımı, ateşli hastalık geçirme, ka-nama öyküsünün varlığı, istenmeyen gebelik ve anne yaşının yüksekliği ile malformasyon sıklığı arasında ilişki bulunamadı.
Between lune 1993 and July 1994 all 20 weeks gestational age and over and 500 grams birthweight and over live - stillboı-n newbor-n were examined fbr the investigating •ongenital malformations, that were delivered in Gynecology and Obstetrics De-partment of Selçuk University Medical Faculty, Our work alsa evaluated relationship hetween congenital malformations and sex. maternal education levels, maternal place of residence, maternal age, hirt-hweight, gestational age. par-ental •onsenquinity and prenatal risk factoı-s. Dııring this period 69 in-tants (%4.45) were established with ınalformations in the delivered 1552 newborn. The pı-evelance of major malformations were %2.13 and minor mal-formations were %2.32. Multiple malforrnations rate %1.42 and uni malfoı-mations rate %3.03 were en-countered. Muscle - skeletal system and central ner-vous system anomalies were the highest anomalies group that we encounteı-ed. There was relationship hetween congenital mal-formation and stillborn. death in the first days of the life, maternal place of residence, education levels, parental consenquinity, parity prematurity. low hirth weight. existence of stillborn siblings and relatives with congenital malformation, eclampsia. But not r-elationship was deterınined hetween congenital ınalfflı-mation and drug adrninistration, illnesses with fever and hemorrhage during preg-nancy, maternal age and undesire pregnaney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Respiratuar Distres Sendromu
Rüstem Aşkın, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Respiratuar Distres Sendromu
Respıratory Dıstress Syndrome
Akciğerler organizmanın oksijenizasyonunu ve karbondioksitin vücuttan atılmasını sağlarlar. Mit baz dengesinin sağlanması ve birçok vazoaktif hormonun arteriyel konsantrasyonunun düzenlenmesi bu organ tarafından sağlanır. Akciğerlerin_ normal şartlarda fazla olmayan bir mekanik stres altında ve düşük bir arteriyel basınç sistemine karşı çalışmaları, lenfatik sisteminin oldukça gelişmiş olması fonksiyonlarını daha kolay yerine getirmesini sağlar. Ancak akciğerlerin kapasitesinden daha ağır bir stres altına girmesi durumunda, or-ganizmanın tüm sistemlerini de etkiliyebilen ve sonuçta ölüme yol açabilen bir dizi olayların gelişebileceği ortaya konmuştur. Birçok etyolojik nedenle gelişebilen bu tabloya Respiratuar Distres Sendromu (RDS) denilmektedir.
The lungs provide oxygenation of the organism and the removal of carbon dioxide from the body. The maintenance of myth base balance and the regulation of arterial concentration of many vasoactive hormones are provided by this organ. The lungs work under normal mechanical stress and against a low arterial pressure system, the highly developed lymphatic system allows it to perform its functions more easily. However, it has been demonstrated that if the lungs are under more stress than their capacity, a series of events can develop that can affect all the systems of the organism and ultimately lead to death. This condition, which can develop for many etiological reasons, is called Respiratory Distress Syndrome (RDS).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çinkonun İnsan Sağlığındaki Rolü
Abdulkerim Kasım Baltacı, Neyhan Ergene, Hüseyin Uysal
Araştırma makalesi
Özeti
Çinkonun İnsan Sağlığındaki Rolü
The Role Of ZIne In Human Health
Canlıların yapısında yer alan elementlerin sayısı bugün için 90'ırı üzerindedir. Esansiyel elementler, eser elementler ile major veya makro elementler olarak ayrılmaktadır. Esansiyel eser elementler dokularda çok küçük miktarlarda bulunan, dokunur, yaş ağırlığının 1 gramına ancak pikogram veya mikrogram çok küçük oranda isabet etmelerine karşın, hayat için gerekli ve önemli elementlerdir. Eser veya iz (trace) elementlerden bugün 14-15'i esansiyel olarak kabul edilmektedir (1).
The number of elements in the structure of living things is over 90 today. Essential elements are divided into trace elements and major or macro elements. Essential trace elements are found in very small amounts in the tissues, they touch, and they are essential and important elements for life, although they hit 1 gram of wet weight but only a small picogram or microgram. Today, 14-15 of the trace or trace elements are considered essential (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
Suat Kağızman, Serdar Yol, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Mehmet Metin Belviranlı, Mustafa Atabek, Ersin Çiftçi, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
ClInIcal EvaluafIon Of Acute PancreatItIs And PrognostIc Factors
Akut pankreatit değişik etyolojik faktörlerin etkili olduğu basit pankreatik ödemden etraf dokulaı-da nekrozla seyreden ölümcül sonuçlara kadar de-ğişehilen retroperitoneal bir hadisedir. Bu çalışmada akut pankreatit nedeniyle kli-niğimize başvuran ve tedavi gören 28 hasta hak-kıııda tecrübelerimizi gözden geçirdik. 28 hastanın 1.5rinde safra taşı, 2'sinde alkol, 1 finde rinde pankreas başı CA vardı. 9 ta-nesinin sebebi bulunamadı. 6 hasta ex oldu, 3 has-tada perirenal ahse gelişti. 3 hastaya laparatomi yapıldı. Takiplerimiz prognostik kriterleri ile uygunluk gösterdi. Pankreatitin teşhisinde, ilaç ve antibiyotik te-davisinde gelişmelerin olmasına rağmen tedavi gi-rişimleri halen etyolojiye yönelik yapılmaktadır. Etyolojide sebebi bilinmeyen pankreatitlerin yoğunluğunu gittikçe artırdığına inanılmaktadır (1).
Acute pancıeatitis is the inflanırnation of this retcoperitoneal organ with various etiological factors varying in severity from slight edema tn peripancreatic necrosis that may deteriorate ta death. In this actiele, we eı'aluated the recolyis of 28 pa-tients with acute pancreatitis ı-etrospectively who adrnitted ta University of Selçuk. General Surgery Department, hetween .lanuaty 1992 and Novembeı-1995. Etiological factoı-s weı-e gallstone in 15, al-cohol in 2. lipe•lipidemia in one and pancreas head cancer in one. There was no identifiable cause in 9 patients. Six patients died of disease_ Three patients underwent lapaı-atomy. FollovıLtıp of the casus sho-wed good correlation with the lmrie prognosticcriterias tiCcriterias criteılas
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Respiratuar Distres Sendromu
Engin Günel, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Respiratuar Distres Sendromu
Respıratory Dıstress Syndrome
Akciğerler organizmanın oksijenizasyonunu ve karbondioksitin vücuttan atılmasını sağlarlar. Mit baz dengesinin sağlanması ve birçok vazoaktif hormonun arteriyel konsantrasyonunun düzenlenmesi bu organ tarafından sağlanır. Akciğerlerin normal şartlarda fazla olmayan bir mekanik stres altında ve düşük bir arteriyel basınç sistemine karşı çalışmaları, lenfatik sisteminin oldukça gelişmiş olması fonksiyonlarını daha kolay yerine getirmesini sağlar. Ancak akciğerlerin kapasitesinden daha ağır bir stres altına girmesi durumunda, organizmanın tüm sistemlerini de etkiliyebilen ve sonuçta ölüme yol açabilen bir dizi olayların gelişebileceği ortaya konmuştur. Birçok etyolojik nedenle gelişebilen bu tabloya Respiratuar Distres Sendromu (RDS) denilmektedir.
The lungs provide oxygenation of the organism and the removal of carbon dioxide from the body. Maintaining myth base balance and regulating the arterial concentration of many vasoactive hormones are provided by this organ. Under normal conditions, the lungs work under a moderate mechanical stress and against a low arterial pressure system, and the lymphatic system is highly developed, allowing it to perform its functions more easily. However, it has been demonstrated that if the lungs are under more stress than their capacity, a series of events can develop that can affect all the systems of the organism and ultimately lead to death. This condition, which can develop for many etiological reasons, is called Respiratory Distress Syndrome (RDS).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Enterokolit
Erkan Ataş, N. Cengiz Yaşar, Hasan Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Enterokolit
NecrotIzIng EnterocolItIs
TANIM: Necrotizan enterocolit (NEC) : Yenidoğanda, daha sık olarak da prematürelerde görülen, ağır sey-reden ve ölüm oranı yüksek olan, barsaklarda nek-roz ile belirlenen bir hastalıktır. Teknoloji ve tedavideki ilerlemeler, son yirmi yılda perinatolojinin hemen her alanındaki so-runlarını değiştirrn iştir. Ancak NEC, yenidoğan bakım ünitelerinin değişmez bir komplikasyonu olarak kalmıştır. Üstelik 1000 gr. veya daha düşük ağırhktaki aşın immatür yenidoğanlann yaşaması ile artış göstermiştir ( 1). EPİDEMIYOLOJI : NEC, yenidoğan ve özellikle prematüre yoğun bakım ünitelerinde önemli bir mortalite ve MOr-bidite nedenidir. Vakaların % 80-90'ı 38 haftanın al-tında doğan, % 75-90'ı ise 2500 gr.dan düşük doğum ağırlığı olan bebeklerdir. Termde doğmuş olup NEC gelişen bebeklerin yaklaşık yarısı düşük doğum ağırlıklıdır (2). Pretermleırde sıklık % 2-15 iken (3), 1200 gr'ın altındaki bebeklerde % 25`tir (4).
DEFINITION: Necrotizing enterocolit (NEC): It is a severe disease that is seen in newborns, more frequently in premature babies, has a high mortality rate, and is determined by nec-rosism in the intestines. Advances in technology and treatment have changed the problems of almost every field of perinatology in the last two decades. However, NEC has remained a constant complication of neonatal care units. Moreover, 1000 gr. or less with the survival of overly immature newborns (1). EPIDEMIOLOGY: NEC is an important cause of mortality and MOr-biditis in neonatal and especially premature intensive care units. 80-90% of the cases are babies born under 38 weeks, 75-90% of them are babies with a birth weight less than 2500 gr. About half of the babies born at term and developing NEC have low birth weight (2). While the frequency in preterms is 2-15% (3), it is 25% in babies below 1200 g (4).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta